M. Hakkı Yazıcı
Kaynak: TurkRus.com
İgor’la birlikte bir iş görüşmesine gittik.
Uzun “propusk”, giriş izni mücadelelerinden sonra iş
merkezinin müracaat bölümünden ofislere çıkan asansöre bindik.
Umduğumuz gibi bir anlaşma yapabilirsek uzun süre bizi
rahatlatacak iyi bir işimiz olacaktı.
Asansörün aynasına bakıp üstümü başımı, kravatımı, saçımı
düzeltirken “İnşallah,” dedim.
İgor da öğrendi artık bu sihirli dilek sözcüğünü, o da “İnşallah,”
dedi.
Bizi bekliyorlardı. Hemen toplantı odasına alındık.
Soğuktan gelmişiz, biraz dinlenmek istiyoruz. İçimizi
ısıtacak bir bardak çay, havayı ısıtacak bir iki havadan sudan laf bekliyoruz.
Ve hatta İgor, yeni duyduğu bir fıkrayı araya sokmak istiyor, ama nafile.
Fırsat vermiyorlar.
Bildik Rus devuşkası formunda güzel, sarışın bir sekreter,
kucağında dosyalarla toplantı odasına giriyor.
Sekreterin kısa, dar eteğinin altından görebildiğimiz uzun,
düzgün bacakları, bluzunun dekoltesini zorlayan göğüsleri bile içimizi ısıtmaya
yetmiyor.
Sekreter, hazırlanmış sözleşme dosyalarından birer adedini
masaya önümüze bırakarak dağıtıyor.
Rus muhataplarımız ciddi ve disiplinli. Zaman kaybetmek
istemiyorlar. Önlerinde o gün halledilmesi gereken bir yığın iş olduğunu, zaman
kaybetmek istemediklerini ima eden bakışları var.
Bu normalde Ruslarla yaptığımız toplantılarda pek alışık
olmadığımız bir şey. İçimden, “Bravo valla, artık Ruslar da iş hayatını hızla
öğreniyorlar,” diye geçiriyorum.
Ve başlıyoruz.
Sözleşme üzerinden madde, madde okuyarak ilerliyoruz.
Başlangıçta malum genel ifadeler var.
Ama sonrası!? Aman allahım, ne ağır yaptırımlı maddeler.
Belli ki “Ya, merak etme hallederiz,” laflarıyla geçiştirilemeyecek, “Kervan
yolda düzülür,” denemeyecek ciddi maddeler.
Ben de, İgor da yerimizde kıvranmaya başlıyoruz. Arada
birbirimize bakıyoruz.
Maddeler üzerinde konuşurken bazı bölümlerde tereddüde
düşünce İgor’la bakışıyoruz.
Kimseye çaktırmadan ağzımı, burnumu oynatarak
düşüncemi anlatmaya çalışıyorum.
İgor, “Ne diyorsun sen yahu?” der gibilerinden şaşkın, suratıma
bakıyor.
Görüşme devam ediyor.
Bakışmalar, işaretler ve İgor’un şaşkın bakışları da devam
ediyor.
Sonunda bakıyorum, olacak gibi değil; sözleşmeyi bu haliyle
orada imzalasak sonradan telafi edilemeyecek zararlarla karşılaşabileceğiz,
“Biz sözleşmeyi bir de avukatımıza gösterip, onun da fikrini alalım,” deyip,
müsaade istiyoruz.
***
Dışarı çıkınca rahat bir nefes aldım. Hava soğukmuş falan,
aldırdığım yok.
İgor, yolda beni haşlıyor:
“Ne öyle, maymun gibi kaş göz oynatmalar, kafayı yukarı
kaldırmalar falan? Ne dediğini bir türlü anlamadım.”
İgor haklı.
Zaten derdimi tam anlatamadığım kötü bir Rusçam var,
İngilizce falan karıştırıp vaziyeti idare etmeye çalışıyorum; bu sorun
yetmezmiş gibi bir de başıma basit işaretlerle bile anlaşamama durumu ortaya
çıkmıştı.
Anlaşılan bu tür toplantılar için işaret dilini de
çalışmamız gerekiyordu.
***
Vücut dili, malum günlük hayatta kullandığımız el, kol
hareketleri. Diğer insanlarla iletişim kurarken bolca kullandığımız, düşüncelerimizi,
duygularımızı doğru ifade etmemize en az kurduğumuz cümleler kadar etki eden
unsurların başında geliyor. Mesela ben bunu hep yapıyorum. Konuşmamı el
kol hareketleriyle süslemeyi de seviyorum.
Ancak anladım ki o kadar zamandır İgor’la birlikte olmamıza
rağmen birbirimizin vücut dilini öğrenememişiz.
Aslında vücut dilini öğrenmek Rusçayı öğrenmekten daha
kolay, ama olmamış işte.
Suat Taşpınar, “Rusya’da başarısız olmanın yolları” kitabında
anlatmıştı işaret dilinin de bazen işe yaradığını:
“Mesela benim bir tanıdığım var,” diye başlayıp
anlatıyordu, “Yalan olmasın, ama adam ne tarafından baksanız en az 10 yıldır
Rusya’da yaşıyor. Ağzından daha üç kelimelik doğru Rusça cümle çıktığına şahit
olmadım. Kurduğu en uzun cümle “İdi suda”, yani “Buraya gel”. Henüz “Ayşe ip
atla” diyemiyor, çünkü üç kelime. Ama kırk yıllık Moskovalı gibi yaşıyor, hiç
lisan sorunu yaşamıyor. Bir keresinde bir market alışverişine tanık oldum.
Aynen şöyle: Tezgahtar kız tabii ki Rusça “Buyurun, ne istiyorsunuz?” diye
soruyor. Bizimkisi arka rafta duran ayçiçek yağı şişesini parmağıyla gösteriyor
ve Türkçe, “Şu yağdan bir tane versene kızım,” diyor. Kız anlamıyor, ama adamın
parmağını uzattığı yere bakıyor ve ketçapı gösteriyor. Bizim ki yine el
hareketiyle tarif ederek, “Yok o değil, iki yanı” diyor. Kız şişeye ulaştığında
“Tamam. Ver onu bi zahmet” diyor. Kız tek kelime anlamıyor ama alışveriş
başarıyla sonuçlanmış oluyor.”
Benim de çok gezen, çok bilen, dünyanın pek çok ülkesinde,
epeydir de Moskova’da inşaat projelerinde çalışıp, bolca şantiye tozu yutan bir
arkadaşım anlatmıştı. Bizde farklı anlamlara gelen işaretler başka ülkelerde,
kültürlerde başka anlamlara gelebiliyormuş.
Bilinmezse böyle durumlarda iyi bir şeyler anlatmak
isterken insanın başı derde bile girebiliyormuş.
Şöyle örnekler var:
Mesela Türkiye’de, çoğu Avrupa ülkesinde ve Amerika’da
onaylama, beğenme anlamına gelen “başparmak yukarı” işareti, bazı Arap
ülkelerinde ve Batı Afrika’da “yürü git lan” anlamında kullanılıyormuş. Hele
hele Avustralya ve Kuzey Yunanistan’da ise başparmağın aşağı yukarı sallanması
kavgalara sebep olabilecek kadar kötü, İran’da ise doğrudan hakaret
sayılıyormuş.
Al işte başına belayı…
Başımızı aşağı yukarı sallamak bizde karşımızdakinin
dediğine uymak, onaylamak anlamına geliyor. Ancak bu Amerika, Çin, Kanada,
Meksika, çoğu Batı Avrupa ülkesi, Afrika ve Orta Doğu’da da böyleyken
Yunanistan, Bulgaristan, Arnavutluk, Suudi Arabistan ve Sri Lanka’da başınızı
aşağı yukarı salladığınızda aslında hayır demiş oluyorsunuz.
Başı aşağı yukarı sallamakla zıt anlam taşıyan, benim
toplantıda sık sık yaptığım gibi başımızı ısrarla yukarı kaldırmak, kaşımızı da
yukarı kaldırarak desteklemek, ülkemizde reddetme, “hayır” anlamı taşır.
Genelde bu anlamı güçlendirmek için bir de “cık” sesiyle eşlik ederiz. Gene
aynı şekilde, çoğu ülkede bu hareket “hayır” anlamı taşırken; Yunanistan,
Bulgaristan, Arnavutluk’ta “evet” anlamına gelir.
Başparmak ve işaret parmağıyla yuvarlak daire yapmak hareketi ülkemizde
çok da iyi anılmayan hareketlerden biri. Fazla teferruata girmeyeyim, ayıp
olur. Bu hareket, hele özellikle bir erkek için kullanılıyorsa Brezilya’da
ve Fransa’da da yakın ve hakaret içeren bir anlamda kullanılıyor. Amerika’daysa
“her şey yolunda” anlamını taşıyor.
Daha çok örnek var, ama uzatmaya gerek yok.
Zaten İgor da toplantının stresi nedeniyle şu sıra bu
konuları ciddi ciddi konuşmaya pek niyetli gözükmüyordu.
***
Neyse, toplantıdan kazasız belasız çıkmıştık
İgor, “Bak,” dedi, “İyi ki toplantıyı fazla uzatmadık, senin
tuhaf hareketlerinden maazallah yanlış şeyler anlayıp hatalı bir şey de
yapabilirdik.”
Bir şey söylemedim, doğru anlamında kafamı salladım (Bunu
anlamıştır sanırım).
İgor, içeride fıkra anlatma fırsatı bulamamıştı ya,
zavallının içinde kalmış herhalde hemen araya bir fıkra sıkıştırdı:
“Al sana yanlış anlamayla ilgili bir hikaye:
Rivayet bu ya, bir kaç yüzyıl önce Papa bütün Yahudilerin
Roma'yı terk etmeleri gerektiğine karar vermiş.
Yahudiler duruma isyan etmiş. Hiç de öyle kolay kolay
gitmeye niyetleri yokmuş.
Durum zora girmiş. Bunun üzerine Papa, Yahudi toplumunun
önde gelenlerinden birisiyle karşılıklı
dini bir müzakere yapmaları fikrini ortaya atmış. Yahudiler kazanırsa
kalacaklar, Papa kazanırsa gideceklermiş.
Aslında pabuç pahalıymış. Yahudiler çaresiz kabul etmişler.
Temsilci olarak aralarından Moiz'i seçmişler.
Ancak ortada önemli bir pürüz varmış: Papayla Moiz birbirlerinin
dillerini bilmiyorlarmış.
Aynı dili konuşamadıkları için, her ne hikmetse bilinmez, tercüman
yerine sadece işaret dilinin kullanılması teklif edilmiş. Papa da bunu kabul
etmiş.
Müzakere günü gelmiş, iki taraf karşılıklı yerlerini
almışlar ve karşılıklı olarak bir süre bakışmışlar; aynı arenadaki iki rakip
gladyatör gibi kesişmişler.
Sonra Papa elini kaldırarak üç parmağını göstermiş. Buna
karşılık Moiz tek parmağını kaldırmış.
Papa parmaklarını sallayarak başının etrafında çevirmiş;
Moiz ise parmağıyla yeri işaret ederek oturduğu yeri göstermiş.
Papa yanındaki heybeden bir parça ekmek ve şarap çıkartınca
Moiz de bir elma çıkartmış.
Bunun üzerine Papa ayağa kalkarak, "Ben pes ediyorum, helal
osun adama, vazgeçtim bu işten; Yahudiler kalabilir," demiş.
Etrafta bir şaşkınlık… Kimse bir şey anlamamış olanlardan.
Toplantıyı izleyenler bir Papa’ya, bir Moiz’e bakıyorlarmış.
Müzakere sonrasında kardinaller, ileri gelenler Papa'nın
etrafına üşüşmüşler. Merakla Papa'ya ne olduğunu sormuşlar.
Papa:
“Ben önce üç parmağımı gösterip Kutsal Üçlüyü işaret ettim.
Buna karşılık o, bana tek parmağını gösterip her iki dinin de tek Tanrı'yı
tanıdığını söyledi.
Ben parmaklarımı sallayıp başımın etrafında çevirerek
Tanrı'nın bizim etrafımızda olduğunu gösterdiğimde o da oturduğu yeri işaret
ederek Tanrı'nın onların durduğu yerde de olduğunu işaret etti.
Ben kutsal ekmek ve şarap çıkartıp Tanrı'nın bizim
günahlarımızı bağışladığını göstermek istediğim zaman da hemen bir elma
çıkartıp bana ilk günahı hatırlattı.
Adamın her şeye bir cevabı var. Ne yapabilirdim ki?” demiş.
Bu derin dini felsefi müzakereden Papanın etrafını saranlar
etkilenmişler.
Yahudiler de müzakere sonrasında, alınan sonucun verdiği
coşkuyla, Moiz'in etrafını üşüşmüşler. Aslında onlar da müzakerede olup
bitenlerden pek bir şey anlamamışlar.
Merakla ne oldu diye sormuşlar.
Moiz, anlatmış:
“Papa önce bana üç parmağını gösterip üç gün içinde burayı
terk etmemizi istedi. Ben de ona tek parmağımı gösterip, bu işin biraz sıktığını,
bir tekimizin bile buradan ayrılmayacağımızı söyledim.
Sonra Papa bütün şehrin Yahudilerden temizleneceğini
söyledi. Ben de avucunuzu yalarsınız deyip, o işin öyle kolay olmadığını, parmağımla
oturduğumuz yeri gösterip, hiçbir yere gitmeyip olduğumuz yerde kalacağımızı
söyledim.”
Yahudiler, olan bitenden keyifli, "Sonra ne
oldu?" diye heyecanla sormuşlar.
Moiz, "Valla sonrasını ben de pek anlamadım,” demiş,
“Papa biraz hiddetlendi ve heybesinden öğle yemeğini çıkarttı. Bunun üzerine
ben de benimkini, heybemdeki elmayı çıkarttım. Hepsi bu!" demiş.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder