Moskova

Moskova

5 Aralık 2021 Pazar

Türkçe-Rusça polemikleri: Dil meselesine bir de bu açıdan bakın


SUAT TAŞPINAR

Kaynak: https://turkrus.com/

 

Moskova’nın kafelerinden birinde baş başayız. Mişa ve ben. Bir memleket meselesini (hangi memleket, sormayın: İkimizin de artık iki memleketi var!) hararetle tartışıyoruz. İkimiz de “yetmiş iki punto” konuşanlardan olduğumuz için, etraftaki masalardan sık sık kafalar dönüp bizi süzüyor.  

Ama bunlar “Ne bağırıyorsunuz?” diye ayıplayan bakışlar değil; şaşkınlık ve merak uyandıran, anlamaya çalışan kaçamak göz atışlar.  

Çünkü muhabbetin dibine vururken Mişa Rusça konuşuyor, ben Türkçe! 

İkimiz de diğerinin dilini iyi anlıyoruz. Ama tabii ki ana dilimizde kendimizi ifade etmek daha kolay, daha güzel. Bu sayede sohbet derinliğini kaybetmiyor. 

Aramızda hayli zamandır, önceden mutabık kalmadan, kendiliğinden ortaya çıkan bir format bu. Gayet pratik ve verimli olduğundan, mevzu derinleşince böyle devam ediyoruz: Ben Türkçe, o Rusça. 

Yabancı bir dili iyi anlarken, aynı anda ana dili kendini ifade etmek için kullanabilmek keyifli bir seçenek. 

Türk-Rus evliliklerinde de, eşi Türkçenin belini kırdığından bu tarz iletişime dönen arkadaşlarım var. Ama ben pek tavsiye etmem! Eşlerle yalap-şalap da olsa Rusça konuşmak ‘aile saadeti’ bakımından daha hayırlı. 

Neden diye sual edecek olursanız şöyle izah edebilirim: 

Hatunla tartışırken, zaten kıt olan Rusçada, o sinirle ‘taşı gediğine koyacak’ kelimeler aklınıza gelmiyor, gelene kadar siniriniz yatışıyor, ya da sizin yarım yamalak cümleleriniz vermek istediğiniz derin-sert anlamlara ulaşamadığı için ‘tahribat gücü’ kendiliğinden azalıyor ya da kayboluyor! Yani eşinizle Rusça konuşmanız aslında evliliğin ömrünü uzatmak için bire bir. Başıma bir şey gelmeyecekse, söyleyeyim!

Bu mevzuyu aklıma getiren, İtalyan bilim insanı, filozof, yazar Umberto Eco.

Işıklar içinde uyusun, rahmetli üstadın Arjantinli bir gazeteci ile 1994 tarihli söyleşisini (tabii Türkçe altyazılı) izlerken, bizim Mişa ile keşfettiğimiz yönteme tanık olup tebessüm ediyorum. 

Sohbetin konusu “Bilgi, Bellek, Eğitim”. İkisi de diğerinin dilini biliyor ama röportaj boyunca sadece kendi dilinde konuşuyor. 

Konu yabancı dillere geldiğinde Umberto Eco, “Gelecek için ideal olan çok dilliliktir. Bütün dilleri konuşabilsek ne güzel olurdu ama imkansız” diyor, “Bakın siz İspanyolca konuşuyorsunuz ben İtalyanca ve anlaşıyoruz. Herkes kendi dilinde konuşabilse ama aynı anda birbirini anlasa ne iyi olurdu.” 

Gerçekten de yabancı bir dili öğrenirken yaşanan temel zorluklardan biri, konuşmanın anlamaktan çok sonra gelmesi. İlki ikincisini yakalayamıyor. O yüzden konuşmak kendini “içinden geldiği gibi” ifade edebilme mertebesine nadiren ulaşabiliyor. Genelde “kendini iyi kötü ifade edebilmek” seviyesine takılıp kalıyor. 

Tabii şimdi siz, “Dert ettiğin bu mu? Google translate var. Konuşmanızı anından onlarca dile çeviren cihazlar gittikçe daha da mükemmelleşiyor. Yakında dil öğrenmeye bile gerek kalmayacak” diye teselli vermeye kalkabilirsiniz.

Ama ben, teknolojinin hayatımızın her köşesini işgal etmesinden mustarip bir romantik olarak, “bindik bir alamete, gidiyoruz kıyamete” şüpheciliğiyle son sözü yine Umberto Eco’ya bırakacağım:

“Şu an karşılaştığımız tehlike, sanal bellek fazlalığından oluşan bir bellek kaybıdır.”


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder