Moskova

Moskova

30 Mayıs 2011 Pazartesi

Aşkınızı devlete teslim eder misiniz?






Çınar Oksay
Radikal





İstanbul’a dönüşte böyle hissetmezdim. Belki hasretini iyi bildiğimden, uçağın tekeri piste değdiğinde kalbim hafifçe sızlar, içimden gülümserim hep. Bu kez öyle olmadı.
Trafiksiz bir saatte, bayıldığım püfür püfür sahil yolunu değil, daha kısa olan otobanı seçtim. Evde birikmiş gazete yığınını elime aldığımda yüzümdeki ekşimeyi neredeyse kendim görecektim. Hiçbirine bakmak gelmedi içimden.

Hermitage Müzesi’nde Matisse, Monet, Gauguin… Dostoyevski’nin izinde Petersburg kanalları… Mariinsky Tiyatrosu, geniş sokakları, yeşil alanları, hayatı aşk gibi yaşayan insanlarıyla Moskova… Bir haftalık Rusya seyahatinden sonra Türkiye gündemi hiç çekilmiyordu.

Birbirine “yalan makinesi”, “korkak” diyen politikacılar… Seks kasetlerine, pornoya takılı kafalar… Of ki ne of!

Yokluğumda çıta iyice yükselmiş. İki kitap yasaklanmak üzere. Muzır Kurulu küllerinden doğmuş! Başbakan YGS skandalını yazan gazeteciye “Gelecekte bedelini çok ağır ödeyecek” diyebilmiş. Köşelerde çağdışı internet filtrelemesi atışması taze fikirler doğurmuş!

Üslup, düzey hak getire. Bu ucuz gündemde insanı bu ülkede yaşadığı için mutlu eden, umut veren bir şey yok. İçim sıkışıyor. Dönmeye hazır değilmişim. O gece ‘Anna Karenina’yı seyredip öyle uyudum.

Ertesi gün ofisteyim. Miting konuşmaları tahammülfersa. Televizyonun sesini kısıyorum. Sorun sadece siyaset değil bu sefer. Masada tanıtım için gönderilen müzik albümleri gözüme çarpıyor. Zevksiz kapak fotoğrafları, albüm isimleriyle zerre kadar heyecan vermiyor. Camdan dışarı bakıyorum. Güneşli-Halkalı hattındaki tuhaf yapılara… Hiç mi düşünmedik bu caddeleri, kentleri kurarken? Kendimizi bu çorak hayata nasıl layık gördük?

Üç yüz yıl önce inşa edilen St. Petersburg, geniş ve milimetrik hesaplarla çizilmiş caddeleri, muhteşem binaları, zengin kültürüyle geçmişten bugüne parıldıyor. Ama dünyanın en güzel kenti İstanbul’a bizi bağlayan şeylerde payımız çok az. Burası hayata mührünü vurmayan insanların ülkesi.

Fark ne?

Rusya bir demokrasi mucizesi değil. Hem de hiç. Moskovalı rehber Anna’ya soruyorum: “Dostoyevski’nin, Tolstoy’un, Çaykovski’nin ülkesinde nasıl hâlâ tam demokrasi olmaz?”

“Böylesi daha dramatik” diyor tebessüm ederek, “Belki bu sayede çıkardık o adamları, bu kadar çelişkiyi.”

Sözlerinin arkasında, kentinde 300 müze, Bolşoy Balesi, müthiş eğitimli nüfus ve hayata sımsıkı sarılan güçlü insanların olmasının verdiği rahatlık ve geleceğe güven seziliyor.

Bir eşiği aşmışlar. Devletin kısıtlayabilecekleri, ölümcül alanlar değil artık.

Ruslar hayatla aşık kavgasına tutuşmuş insanlar. Anna Karenina gibi bir güne dört ruh mevsimini sıkıştıran kadınlar, cesur, matrak erkekler yeni bir ülke kuruyorlar.

Çok zor zamanlarında bile tarihin en büyük halk devrimini yapmış, uzaya ilk insanı göndermiş bir toplum. Düşseler de kalkmayı biliyorlar.

Tolstoy ‘Savaş ve Barış’ta Rus usulü hayatı anlatır. Savaş ve barış sadece ülkeler arasında değil, insanlar arasında, hatta insanın kendi içinde vardır.

Hayat mutluluğu, barışı, huzuru bulmak için verilen savaştır. Her birey bu yolculuğu kendi yapmalıdır. Romanın unutulmaz karakteri Pierre Bezukhov gibi.

Rus asilzadesi Bezukhov, zengin, steril yaşamında anlam bulamaz. Napolyon Moskova’ya girerken savaşa katılmaya karar verir. En şık kıyafetleriyle muharebe alanına gider. Esir alınır. Aylarca sefaleti, yoksulluğu tadar. Gencecik bir çocuk gözünün önünde kurşuna dizilir, kucağında can verir. Ama bir gün esaretten kurtulur. Açtır. Karşılaştığı köylü ona patates uzatır. O patates hayatında yediği en lezzetli şeydir. Sadece yaşıyor olmak bile ne kadar büyülüdür!

Üzülerek, acı çekerek, yanlışlar yaparak savaşını verir ve huzuru bulur insan. Ya da bulamaz, fark etmez. Mesela Tolstoy’un Anna Kareninası aşkı tutamadığı için kendini bir trenin altına atar. Yaşamak ona manasız gelir, ölümü seçer.

Hayat bir arayıştır. Biz kimiz? Ne olmak istiyoruz? Bu en insani yolculuktur. Sonu Anna’nınki gibi bitse… Onun gelmiş geçmiş en büyük roman karakterlerinden olmasının bir sırrı yok mudur?

Özgürlük içinde, bir roman karakteri gibi yaşamak lazım hayatı. Kimseyi buna zorlayamam. Ama bu hakkın elimden alınmasına müsaade etmem. Ahlakımın, özgürlüklerimin, yaşamımın sınırlarını kendim çizerim.

Ülkeme dönüp uçağın tekeri yere değdiğinde içimde burukluk hissetmemeliyim.

İşim olan ve evrensel ölçülerde yapabileceğim gazeteciliği medeni ülkelerdeki gibi tehdit hissetmeden, hakkını vererek icra edebilmeliyim.

Başka ülkelerdeki arkadaşlarımın okuduğu kitapları okuyabilmeli, özgür internete, televizyona, basına ulaşabilmeliyim.

Benim ülkemin insanları da iyi müzik dinleyebilmeli, çalabilmeli, güzel sokaklarda yürümeli, evlerde büyümeli, kentlerde yaşayabilmeli.

Kendilerini hayatın her aşamasında değerli hissetmeli. Özgür, başı dik, onurlu...

Burası benim ülkem. Ve burada benim gibi düşünen milyonlarca insan var, bunu biliyorum.

Bizler hayatlarımıza sahip çıkacağız.

İyi pazarlar

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder