Moskova

Moskova

1 Ağustos 2021 Pazar

Söyleşi: Ali Rıza Dırık’la Rus edebiyatı ve Rusça çeviriler üzerine


Mustafa Kemal Yılmaz

Kaynak: https://sarapdumanlari.wordpress.com/

 

Sovyet edebiyatıyla tanışıklığım Rus edebiyatıyla tanışıklığımdan daha eski. 90’ların sonunda Ankara’da bir kısım üniversite gençliği Dostoyevski’den, Çehov’dan, Bulgakov’dan ziyade bugün adını Rusya’da bile pek az kimsenin bildiği ve yapıtları ekseriyetle 70 ve 80’lerde Türkçeye kazandırılmış yazarları okuyordu, ben de istisna değildim. Hatta bu yapıtların arasında kült mertebesine ulaşmış romanlar vardı. Çelik Böyle Sertleşti, Volokolomskoye Şosesi (Moskova Önlerinde), Ateşi Çalmak ve Nasıl Yapmalı? ilk akla gelenler.

O günlerde aklımda Rusça öğrenmek, ya da çeviri yapmak gibi bir düşünce yoktu. Ama romanların etkisiyle bazı çevirmenlerin adları silinmemecesine zihnime yerleşmişti. Çernişevski çevirmeni Mazlum Beyhan, Ostrovski çevirmeni Güneş Bozkaya, Serebryakova çevirmenleri Nurşen Özkan ve Ali Rıza Dırık gibi. Bugün şarap dumanları söyleşilerinde Ali Rıza Dırık’ı ağırlıyorum.

 

Öncelikle sizi tanıyabilir miyiz? Ali Rıza Dırık kimdir, Rusçayı nerede öğrendiniz ve çeviriye nasıl başladınız?

1964 Fatsa doğumluyum. 1987 AÜ DTCF Rus Dili ve Edebiyatı Bölümü mezunuyum. O dönemde Türkiye’de Rus Dili Bölümü yalnızca DTCF’de vardı. Üniversite sınavlarına girerken yabancı dil üzerine tercih ettiğim tek bölümdü, tamamen duygusal nedenlerle seçmiştim. Bu arada duygusal sözcüğü tırnak içinde değil.

Ortaokul ve Ticaret Lisesi yıllarında kendi çapımda edebiyatla uğraşıyordum, dönemin bazı edebiyat dergilerine aboneydim. Ortaokulda Kemalettin Tuğcu kitaplarından Yaşar Kemal’in İnce Memed’ine terfi etmiştim. Sonrasında cumhuriyet dönemi yazarları, köy enstitüsü kökenli yazarlar, yabancı yazarlar, özellikle Rus Edebiyatı, Zamanımızın Kahramanı, Aytmatov’un İlköğretmen‘i de okuduklarım arasındaydı. Ama lisede Tolstoy’un Diriliş’ini bir yıl içinde iki kez okuyunca çevirmen olmayı düşlemeye başladım.

“Planladım, düşündüm” diyemiyorum, çünkü Türkiye’de tek bir bölümdü ve kazanamayacağımı düşünüyordum ve meslek olarak da sıkıntılı bir bölümdü. O dönemin şehir efsanelerine göre bu bölüme ya ‘Sovyet mezalimine’ karşı ülkemizin istihbarat kurumlarında çalışarak mücadele etmek isteyen ‘vatanseverler’ ya da ‘Moskova’ya gidip komünistlerin ajanı’ olacak sol görüşlüler giriyormuş. Benim geldiğim yer olan Fatsa 12 Eylül darbesi ile birlikte zaten göz önünde bir yerdi o dönemde. Yani ben rahat bırakılmayabilirdim. Buna rağmen…. Ama ‘ya tutarsa’ diye tercih ettim ve 18 tercih arasından hiç beklemediğim halde Rus Dili çıktı.

Sonrası tam bir kabustu. Çünkü okurken bu bölüm öylesine, ayıp olmasın diye açılmış gibi geldi bana. Hocaların iyileri ders kaynatıyorlardı, diğerleri de daha sonradan fark ettiğim kadarıyla, yeterli değillerdi. Çevirmen olma düşlerimin ucundan yakalamıştım, gerisi bana kalıyordu, ama kitabın yeterince okunmadığı bir ülkede çevirmen kazancıyla yaşanamayacağını da anlamış oldum. Teorik olarak kendi kendimizi geliştirmeye çalışıyor, zar zor bulabildiğimiz bazı kitapları çok değerli bir hazine gibi saklıyorduk. Zaman zaman bazı roman ve öykülerden kısa bölümler çevirmek için uğraşıyor, Türkçe çevirileriyle kıyaslıyordum, yetkinliğe ne kadar mesafem kaldı diye.

Üniversiteyi bitirdiğim yıl bir kitap fuarında imza günü olan o dönemin 1402’lik öğretim üyesi Prf. Dr. Yalçın Küçük ile kitabını imzalatırken tanışıp konuştuk ve beni bürosuna davet etti. Denemek için bir makale verdi. Benim için müthiş bir fırsattı, bunu değerlendirmem gerekiyordu. Siyasi içerikli bir makaleydi, edebiyat olmadığı için kolay çevirebileceğimi sanıyordum. Ama iki sayfa için iki gün sabahtan akşama uğraşıp çevirdim. Götürdüm, çok heyecanlı bir şekilde beğendiğini söyledi. Ben bu beğeninin altında biraz da olsa beni motive etme, kendime güvenmeme yardımcı olma çabası seziyordum ve yaşamımın sonraki dönemlerinde bu bilinçli destekleme tavrının çok kıymetli olduğunu anladım ve bu bana yaşamımın her döneminde yardımcı oldu.

Bu deneme çevirisinden sonra bana Perestroyka ve Glasnost dönemini başlatan, güler yüzlü sosyalizm vaat eden, Batı’nın iltifata boğduğu M.S. Gorbaçov’un 27. Kongre’deki raporunu verdi çevirmem için. Kitaplaştıracaktı. Onun moral motivasyonu eşliğinde kitabı çevirdim. Kitap Her Şey İnsan İçin adıyla basıldı. Çeviriyi bitirdikten sonra 20 ay kadar SSCB Büyükelçiliği Basın Bürosunda çalıştım. Bu da makale çevirileriydi. Ama bu arada turizm alanında çalışmak için İstanbul’a geldim ve ağırlıklı olarak ekmek kavgası fazlaca zamanımı almaya başladı ve çeviriyi arka plana itmiş oldum, ta ki 1997 yılına kadar.

 

Ateşi Çalmak romanını ve yazarı Galina Serebryakova’yı bloga da misafir etmiştim. Bu çevirinin hikayesini merak ediyorum. Zamanında Marx’ın hayatına ilgi duyan üniversite gençliğini çok heyecanlandırmıştı. Nasıl önünüze geldi ve gördüğü ilgiden memnun musunuz?

Mezun olduğum yıl çevirdiğim Her Şey İnsan İçin kitabından sonra turizmde çalışmaya başlayınca koşturmacalardan dolayı çeviriyi düşünemez oldum. 1997’de üniversiteden bir arkadaşım Ateşi Çalmak IV’ün çevirisi için beni tavsiye etmiş. Evrensel yayınevi ile iletişime geçtik. Kitabı okudum, bildiğiniz gibi biyografik bir roman olduğu için tereddüt ettim, ama yapıt hoşuma da gitti. Çevirdim, çevirdikçe zevk almaya başladım, editörler de çok başarılı çalışmalar yaptılar ve ortaya güzel bir yapıt çıktı. Onu 2000’de basılan Ateşi Çalmak V izledi. Kitap okur tarafından çok ilgi gördü, zaman zaman bundan dolayı övgüler aldım ve Marx gibi bir filozofun yaşamını konu alan bir romanda payım olduğu için kendimi hala mutlu hissediyorum. Kitabın gördüğü ilgiden memnunum.

Merak ettiğim bir diğer çeviri de Moskova-Petuşki. Bilmeyenler için not edelim, Venedikt Yerofeyev’in yapıtı Rusya’da muazzam bir hayran kitlesine sahip. Sizin çeviri serüveninizde nerede duruyor bu kitap? Ve Türkçe okur Yerofeyev’i nasıl karşıladı?

Edebiyatta mizahı ve ironiyi seviyorum. Bu yüzden olsa gerek, sözcük dağarcığım bu çevirilerde daha cömert. Moskova-Petuşki’nin Rusya’da çok popüler olduğunu yıllardır biliyordum, ama kitap hakkındaki yorumları okuyunca bir ara mesafeli durdum. Ancak bir gün okumaya başladığımda kitap beni aldı götürdü. Okurken Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar‘ından esintiler buldum. Seçilen sözcüklerin gücü, o sözcüklerin enerjisi beni çeviriye çağırdı. Çünkü üslubu kendime çok yakın buldum. Metin gerçekten zor, kaprisli, başka bir dile çevirmede yine ona yakın üslup yakalayamazsanız, o atmosfere giremezseniz, çevirememiş, başka bir dile aktarmış olursunuz yalnızca, sizin de bildiğiniz gibi. Bu nedenle daha ilk sayfadan başlayarak hem okuyor hem de notlar alıyor, bir sözcüğün ya da tümcenin Türkçe’de en iyi karşılığını bulabilirsem çocuklar gibi seviniyordum. Bu çileli uğraş normal çeviri tempomun çok altında kaldı, ama bitirdiğimde müthiş zevk aldım.

Çeviriyi bir yayınevinin siparişi üzerine yapmadım. Başlangıçta kendim için, kendimi sınamak için çevirmeye başladım, çevirinin bitimine yakın da yayınevi arayışına girdim. Sonunda yayınevi ile anlaştık ve çeviri yayımlanmış oldu. Kitapta Sovyet düzenine yapılan eleştiriler yayınevinde tereddütler yarattı, ama ben yazarın eleştirisine konu olan birtakım olguları 1992’de geldiğim Rusya’da gözlemlemiştim ve eleştirileri yerinde buluyordum.

Çeviri aşamasında yazarın yapıtlarının telif haklarıyla ilgilenen gelinini buldum, telif hakları sorunun çözmede -çünkü telif hakları bir Fransız yayınevinde imiş- bana Moskova’da tanıştığım, hala orada yaşayan edebiyatçı, öykü yazarı Mehmet Hakkı Yazıcı Bey yardımcı oldu. Kitabı çevirme aşamasında ve sonunda ona da okutup uyarılarını, eleştirilerini dikkate alarak düzeltmeler yaptım.

Kitaba duyulan ilgiye gelince, DTCF Türk Dili Edebiyatı Bölümü mezunu, şu anda edebiyat öğretmenliğinden emekli bir arkadaşım kitabın çok karmaşık, ağır olduğunu söyledi. Bizim bölümden bir arkadaş da ‘adam amma da içiyor’ yorumunu yaptı. Okur yorumlarında da benzer ifadeler var. Bu anlamda ne yazık ki, bu yapıtın derinliğini belki de belirli sayıda okur anlıyordur.

Dovlatov’un Türkçedeki ilk çevirmeni Faruk Ünlütürk için “oldukça sıradışı bir portfolyosu var” diye yazmıştım. Bu sizin için de geçerli. Çehov ve Bulgakov gibi klasiklerin yanı sıra Serebryakova, Solovyov, Yerofeyev ve Dubrovin gibi nispeten daha az tanınan yazarları da Türkçeleştirdiniz. Nasıl şekillendi bu portfolyo? Çeviri tercihlerinize ne gibi faktörler etki ediyor?

Öncelikle şunu belirteyim: önceleri, çevrilmiş klasikleri çevirmekten kaçınıyordum. Çünkü Dostoyevski, Tolstoy ve diğerlerinin aynı yapıtlarının onlu, yirmili rakamlarda çevirileri var ve aynı şeyi yinelemenin anlamı yok, diye düşünüyordum; aslında hala böyle düşünüyorum, ama zamanla ya yapıtı çok beğendiğim için ya da bir yayınevinin isteği doğrultusunda, yapıt da hoşuma gidiyorsa, üslubu, içeriği ters gelmiyorsa çeviriyorum, zamanım ve fırsatım olursa ileride de çevireceğim.

Sorunuzdan yola çıkarak Çehov’dan söz etmeden geçemeyeceğim. Kendimi Çehov’a borçlu hissediyorum. Çünkü Rus klasikleri arasında kendine özgü bir yeri olan, çocukluğu despot bir babanın elinde geçmiş bir taşralı olarak Moskova’ya gelip tıp okuyor ve bir yandan da yazıyor. Sizin de bildiğiniz gibi- ki Çehov’dan güzel, benim de hoşuma giden noveller çevirmişsiniz- güldürünün ağır bastığı ilk dönem yapıtlarından sonra, olgunluk dönemi, özellikle de bir anlamda gözlem de yapmak için yerleştiği Moskova’nın bir varoşu olan Melihovo’dan sonraki novelleri ve tiyatro eserleri hem içerik hem de üslup açısından çok zengin. O dönemin ruhunu, düşünce akımlarının etkilerini, çökmeye yüz tutmuş burjuva sınıfını, dinin insanları götürdüğü bağnazlığı bu yapıtlarında ve o güzel üslubuyla çok iyi anlatmaktadır.

Bunlar içinde beni en çok etkileyenlerden biri Taşralı adıyla çevirdiğim Yaşamım noveli oldu. Belki kendim taşralı olduğum ve yaşamımda benzer gözlemleri çok yaptığım içindir. Köhne düşünceleri, yozlaşmış ahlaksal değer ölçülerini, kısacası taşra bataklığını bu kadar güzel, yalın ve ustalıkla anlatan bir başka yapıt anımsamıyorum. Bu yapıtı da ‘kendim için’ çevirip Çehov’a borcumu bir parça da olsa ödemiş oldum. Yayınevine sonradan önerdim. En son çevirdiğim ve Kadın Öyküleri adıyla çıkan Çehov’dan seçkileri yayınevi ile birlikte yaptık.

2013 yılında Diploması Tarihi 5 adlı Sovyetlerin Anayurt Savaşı dönemindeki diplomatik ilişkileri içeren bir kitap çevirdikten sonra toplamda neredeyse 24 yılımı geçirdiğim Rusya’da artık dilime güveniyordum, planlı olarak edebi çeviriler yapmak için arayışa girdim ve bu amaçla internet sitelerinde, kitap mağazalarında romanlar, noveller incelemeye başladım Dubrovin de tam o dönemde karşıma çıktı.

Her şey “Güvenlik Amiri Dusya teyze kırk sekiz numaralı odaya aslında öylesine, görev bilincinin verdiği sorumlulukla bir göz atmıştı. Bu odada yaşayan Pyotr Muzey de zaten, sobada kaynayan çaydanlığı aşırmak gibi bir hafifliği yapacak birisi değildi.” tümcesiyle başladı. İnternette Hipnozcunun Yeğeni novelinin (romanının) bu girişini okuyunca bende çevirme isteği doğdu. Birkaç sayfa okuduktan sonra çevirmeye karar verdim. Ve yazarı inceledim.

Bir taşra dergisinde yazarken, Moskova’ya gelip o dönemin dünyaca ünlü mizah dergisi Krokodil’de çalışmaya başlamış, devamında aynı derginin Genel Yayın Yönetmeni olmuştu. Ayrıca 1975 yılında Bulgaristan’da Mizah Öyküleri Yarışmasında ‘Aleko’ ödülünü almış. Yazarın bu başarılı geçmişi de beni çeviriye teşvik etti. Ve çeviri sırasında merakımı kaybetmemek için, kitabı sonuna kadar okumamaya, çevirirken okumaya karar verdim.

Dubrovin’den ikinci çevirim Keçiyi Beklerken romanıdır ve bana göre Sovyet edebiyatının başyapıtlarından biridir, ama nedense yazarın 1986’da genç denebilecek bir yaşta ölmesinden sonra yapıtları unutulmuş. Perestroyka döneminin sanatta, edebiyatta yeni taleplerine uymamıştır belki de. Ancak ben yazarın mirasçısı olan eşi ile tanışıp kitapları çevirmekte olduğumu ve çevireceğimi söyleyince aile de heveslendi ve Keçiyi Beklerken Rusya’da 2015 yılında iki ayrı yayınevi tarafından basıldı. Keçiyi Beklerken Dubrovin’in diğer yapıtlarına göre Türkiye’de de okurun daha çok ilgisini çekti. Benim de çok beğendiğim, Rusya’da internetteki okur yorumlarında çok beğeni alan, Sineklerin Tanrısı ile de kıyaslanan, konusu itibarıyla Sovyet yaşamının bir parçası olmakla birlikte evrensel özellikler taşıyan bir yapıt. Dubrovin’den üçüncü çevirim de Asfalttaki Mantarlar oldu. Bu yapıtlar, bir aksilik olmazsa yeniden basılacaklar.

Solovyov’un Huzur Bozan Nasreddin’i de yine okuyup çevirmeye karar verdiğim bir kitap. Rusya’da ilköğretim öğrencilerine önerilenler listesinde yar alıyor. 40’lı ve 50’li yıllarda 2 kez filme alınmış. Okuyunca konuyu ve yazarın üslubunu çok beğendim ve en önemlisi de bizim bildiğimiz, Nasreddin Hoca üzerine fıkralar ve araştırma dışında edebiyat yapıtı yok. Bu ise iki ciltten oluşan bir romandı ve Nasreddin Hoca üzerine yazılmış ilk romandı. Bu yönüyle de ilgimi çekti. Ve bu bize anlatılan softa Nasreddin Hoca’dan daha farklı, Özbekistanlı (kahramanımız Buharalı), doğunun Robin Hood’u bir hocaydı, konusu itibarıyla da günümüze de ışık tutuyordu. Hazırcevaplığını, bilgeliğini, cesaretini koruyarak. Kitabı çevirmem için beni teşvik eden olgulardan biri de Rusya Eğitim ve Kültür Bakanlığı’nca ortaöğretim öğrencilerine tavsiye edilen yapıtlarla yan yana olması. Düşünsenize Savaş ve Barış, Çehov’un öyküleri, Orwell’in 1984 romanı ve sizin de çevirdiğiniz Usta ve Margarita ile aynı listede.

 

Türkiye’de çağdaş Rus edebiyatına dair kanımca tam anlamıyla doymamış bir merak söz konusu. Yeni yazarları takip ediyor musunuz? Çevrilse iyi olur dediğiniz yapıtlar var mı?

Evet, Türkiye’de Sovyet edebiyatı ve Perestroyka sonrası Rus edebiyatı hala klasik Rus edebiyatının gölgesinde, bir türlü gün yüzüne çıkamıyor. Ya da onlar ülkemizde Batı edebiyatı kadar vitrine çıkarılmıyor, çıkarılamıyor. Bunda belki tanıtım, pazarlama vb. sorunlar vardır. Yayınevlerimizin iç işleyişini, yapıtları seçme kriterlerini hiç bilmiyorum. Ayrıca çağdaş Rus yazarlarını isabetli, planlı-programlı çevirebilmek için yayınevleri “Bu yazarı duydum, Batı’da popülermiş” ya da “Şu yazar çok iyiymiş” gibi rastlantılara dayalı seçimler değil de günümüzde sayısı eskiye göre epeyce artan Rusçacıların editörlüğünde-danışmanlığında çalışmalar yapabilirlerse ancak başarılı, Türk okurun beğenebileceği yapıtlar-yazarlar bulabilirler. Gerçi Pelevin gibi, Strugatski kardeşler gibi şanslılar var, ama yayınevleri tarafından çağdaş Rus edebiyatı için planlı bir çalışma yok gibi geliyor bana. Aynı şeyi Sovyet edebiyatı için de söyleyebilirim. Belki teliflerden dolayıdır.

Çağdaş Rus edebiyatı 2000’lerden sonra düzgün sayılabilecek yapıtlar vermeye başladı. Konuları -ki toplumsal konulu, örneğin Sovyetlerin atalet dönemi kabul edilen 70’ler ve 80’leri anlatan, ülke için bir yıkım dönemi olan 90’ları anlatan, dili temiz, ironiyi de içeren ya da çağdaş Rus edebiyatına bir virüs gibi girmiş yabancı sözcükleri bilinçli ya da abartılı olarak kullanmayan ya da zorunlu olmadıkça kullanmayan, bana sempatik gelen yazarlar var. Şu anda aklıma ilk gelenler; Roman Sençin, Olga Slavnikova, Andrey Astvatsaturov (onun yapıtları genelde anlatı gibi ama hoş), Yevgeni Grişkovets, German Sadulayev (çok az yapıtı var ama), Andrey Rubanov, İrina Mamayeva… Ben kendi adıma konuşayım, bu yazarları iyi çevirebilirim diye düşünüyorum. Doğal olarak tüm zamanımı edebiyata veremediğim için çok derin incelemeler yaptığımı söyleyemem.

 

Sosyal medyayla aranız nasıl? Okurların sizi takip edebileceği bir hesabınız mevcut mu?

Facebook ve Twiter’de varım, ama bu takipçilikten öteye geçmiyor. Bir de çevirilerim çıktığında paylaşmaya çalışıyorum.

Söyleşi için çok teşekkür ederim.

Konuk ettiğiniz için teşekkür ederim, ayrıca bir meslektaşım olarak sizinle tanışmaktan memnunum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder