Samih
Güven
Kaynak:
https://samihguven.blogspot.com/
Ölüm bir yok oluş mu? Karanlığa gömülmek, sessiz ve donmuş
bir şey haline gelmek mi? İnsanlar genelde hayatı düşünüyorlar ölürken ve bu
tatlı soluk alış bırakılacak bir şey gibi görünmüyor. Korkuyoruz elbet. Ve
bazen hiç düşünmeye fırsat olmadan bulabiliyor insanı. Ama Nazım'ın dediği gibi
ne ölümden korkmak ayıp ne de düşünmek ölümü.
Genelde insanların konuya bakışı kendilerini ait
hissettikleri inanç ve düşünce dünyasına ya da içinde oldukları kültüre göre
değişebiliyor. Ölüm başka bir aşamaya geçiş olarak görülebildiği gibi, bedenin
ya da ruhun farklı biçimlerde varlığını sürdürdüğü de düşünülebiliyor. Ya da
ölümü kesin bir son kabul eden inanışlar da var.
Hindu inancına göre saf (mükemmel) ruh durumuna (nirvanaya)
ulaşıncaya kadar farklı bedenlerde veya biçimlerde tekrar doğmak söz konusu.
Örneğin İslam inancına göre ise ölüm kaderdir. Fakat insan
bu dünyaya ölmeye değil yaşamaya gelmiştir. Hayat ise iki devreye
ayrılmıştır. Birinci devrede bir tür eğitim ve sınav, ikincisi devrede ise elde
edilen sonuçların şekillendireceği ebedi bir süreç söz konusudur.
Bazı felsefi görüşlere göre de ölüm insan hayatında anomiye
(sapma ve anlamsızlık) neden olan en önemli konu olduğundan inanç dünyasının
inşası da bu gerçeklik nedeniyle söz konusu olmuştur.
Neticede konu derin. Fakat sanatçılar ve yazarlar açısından
ayrı bir önemi var ölüm kavramının. Çünkü onlar bir yandan kendi ölümlerine
kafa yorarken bir yandan da eserlerinde işledikleri en önemli konulardan
biri.
Malum edebiyatta aşk, savaş, suç ve ölüm dört önemli temayı
oluşturuyor. Ayrıca sanatçıların ve yazarların bu ölümlü dünyaya somut bir
şeyler bırakarak ölümsüz olma düşüncesi de söz konusu. Neticede sonsuzluk
arayışı insanın yapısında var olan bir gerçeklik.
Klasik Rus edebiyatının iki dev ismi olan Tolstoy ve Çehov
açısından da ölüm gerçeği hem kendi yaşamları hem de eserleri ve fikirleri
açısından önemli olmuştu.
Tıp eğitimi alan Anton Çehov insan sağlığı, anatomisi ve
insanların ölümü konularına aşikardı. Modern kısa öykünün kurucusu olan Çehov
öykü ve oyunlarında da bu konuyu işliyordu elbette.
Çehov 1897 yılında akciğer kanaması geçirdi ve bir kliniğe
yattı. Verem hastalığının verdiği işaretlerin farkındaydı ama ihmal etmişti
bunu. Klinikte olduğu sırada Tolstoy hemen kendisini ziyaret etmiş ve
beklediğinin tersine onu sakin ve neşeli bulmuştu. Bu durum ona ilginç
görünmüştü. Pek sırası olmasa da Çehov’la ölüm hakkında bir konuşma geçmişti
aralarında.
Tolstoy ölüm ve ölümden sonraki hayat hakkında görüşlerini
açıklamıştı. Çehov’sa ölümsüzlük hayalleriyle kendini avutmakta yarar
görmediğini söylemişti.
Tolstoy gittikten sonra yayıncı A.S. Suvorina’ya “Hiçbir
şey haline gelmek korkutucu” demiş Çehov. Şöyle devam etmiş: “Seni mezarlığa
götürüyorlar, eve dönüyorlar ve çay içmeye başlıyorlar. Senin hakkında
riyakarca konuşuyorlar. Düşüncesi bile korkunç.”
Çehov geçirdiği kanamadan sonra yedi yıl verem hastalığı
ile mücadele etti. İçinde olduğu bu durum onun ölümü sıkça düşünmesine neden
olmuştu muhtemelen.
Çehov Haziran 1904'te Almanya'da karısıyla bir otele
yerleşmiş ve giderken bir arkadaşına “Ölmeye gidiyorum” demişti. 2 Temmuz
gecesinde ateşler içinde doktorunu çağırarak, “Ölüyorum” dedi. Şampanya
ısmarladı. Yatağında sessizce öldü. Şu söylenebilir ki Çehov ölümü sakin ve
cesurca karşılamıştı. Çehov muhtemelen deistti. Ama Rus köylüsü açısından
inancın öneminin farkındaydı.
Çehov Gorki’ye yazdığı bir mektupta Tolstoy’un kendi
ölümünden korktuğunu, kutsal kitapları okuyarak kendini sakinleştirmek
istediğini söylemiş.
Tolstoy ve Çehov birbirlerine saygı duyan, biri öykü dünyasında
biri de roman dünyasında kendini ispatlamış iki büyük yazardı. Zaman zaman
buluşup sohbet ediyorlardı. Tolstoy’un Çehov’la ilgili çok olumlu düşünceleri
vardı. “O emsalsiz bir yazar, evet emsalsiz, hayatın yazarı, benzerine
hiçbir yerde rastlamadığım yeni yazılış biçimleri yaratmıştır” demişti. Çehov
da herkes gibi Tolstoy’a büyük saygı duyuyordu ve onu seviyordu elbette.
Tolstoy’u Çehov’dan ayıran bir fark romancılığı konusundaki
ustalığı yanı sıra ahlak ve inanç dünyası üzerine ciddi kafa yormuş olmasıydı.
Edebiyat yanı sıra bu konuda da dünyada ses getiren bir yer edinmişti kendine.
Dinle ilgili görüşleri kilisenin tepkisini çekse de yeni bir ahlak yolu
bulmaya, doğu ve batı bilgiliğini birleştirmeye çalışmıştı. Köylüler gibi
yaşamaya, sadeliğe yönelmişti.
Tabii ki uğraştığı önemli temalardan biri ölümdü. Kendi
eserlerinde bunu sıkça işlemişti. Örneğin “İvan İlyiç’in Ölümü” ve “Savaş ve
Barış” önemliydi bu açıdan.
Güçlü ve yakışıklı Prens Andrey hayallerini, güzel Nataşa
ile olan aşkını geride bırakıyordu. Savaş sırasında ağır yaralanması sonucu bu
maddi ve çekici dünyaya veda ediyordu. Bu bölümler romandaki en etkili
yerlerden biriydi.
Tolstoy eserlerinde işlediği ölüm teması yanı sıra kendi
hayatında bunu hem ailesinde birçok defa yaşamış hem de kendi düşünce
dünyasında yeri eksilmemişti. Belki de Çehov’un söylediği gibi ölümden
korkuyordu. Ama bu bir kusur sayılamaz yine de.
Tolstoy 9 Kasım 1910'da, 82 yaşında gece vakti evinden
çıktı. Arabasını hazırlattı. Birkaç parça eşyasını aldı ve yola koyuldu.
Karısına onu affetmesi ve kendisi hakkında kötü düşünmemesi için bir
mektup yazmıştı. Optina Manastırına kardeşi Mariya’yı görmeye gidiyordu. Orada
bir kulübe aramış ama bulamamıştı. Bu arada herkesin kendisini aradığını
öğrenmişti. Güzergahını değiştirip Bulgaristan'a doğru yol aldığında kızı
Aleksandra ona yetişti ve ikna etti. Hep beraber trene binerek geri
dönüyorlardı. Astapovo’ya geldiklerinde tren garı şefinin evine geçti. Ciddi
şekilde zatürre olmuştu. 20 Kasım 1910'da hayata veda ettibüyük yazar.
İstasyon şefine ait evde son sözlerinden biri “Peki ya
köylüler, köylüler nasıl ölür” demişti. Çünkü Tolstoy köylülerin inançları
gereği ölümü kabul ederek öldüğünü düşünüyordu.
Tolstoy bir ara günlüğüne şunları yazmış: “Ölürken hayatı
hala eskisi gibi Tanrıya doğru ilerleyiş, sevgi artışı olarak görüp
görmediğimin sorulmasını isterim. Eğer konuşmaya gücüm olmazsa ve yanıt evet
ise gözlerimi kapatacağım. Eğer yanıt hayır ise yukarı bakacağım.” Ama ölümü
anında kimse ona bu soruyu sormamıştı.
KAYNAKLAR:
-FIGES, O., Nataşa’nın Dansı
-Riasanovsky, N. ve Steinberg, M., Rusya Tarihi
-L. Tolstoy, İtiraflarım
-www.wikipedia.org
-www.britannica.com
-www.islamansiklopedisi.org.tr
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder