Kaynak:
https://parsomenfanzin.com/
Anton Pavloviç Çehov’un çağdaşı kültür sanat insanlarının
yanı sıra onu yakından tanıyan akrabalarının, arkadaşlarının anılarına ve
tanıklıklarına yer veren bu kitapta Çehov’un hem edebiyat ve sanatla ilgili
görüşlerini hem de “insani” tarafını yansıtan yazılar yer alıyor.
Çehov’un
kardeşi Mihail Pavloviç Çehov’un yazısından tadımlık bir bölüm:
Anton
Çehov’un Yaz Dinlenceleri
Çehov ailesi 1876’da Taganrog’dan göçtü, Anton Pavloviç ise
gimnaziyayı (lise) bitirdikten sonra olgunluk diploması almak için 1879’a dek
orada kaldı. O zamanlar kimsenin kır evi denen, yazın oturulacak yerlerden
haberi yoktu; köyde çiftliği ya da çevrede bağı-bahçesi olmayanlar bütün yazı
kentte sıcaktan kavrularak geçirmek zorundaydılar. Çehovlar da bu ailelerden
biriydi. Ailede beş oğlan, bir kız çocuk vardı.[1] Yıl
sonu sınavları bitince oğlan çocukları kendi sınıf arkadaşları, komşu çocukları
ile birlikte mahallelerinden dışarı ayrılmazlar; sıcak havalar dolayısıyla hep
yalınayak gezerlerdi. Geceleri kapalı odalarda uyumak kolay mı? Avluya, evin
arkasındaki küçük bahçeye kerevetler atılır, geceleri bunların üstünde
yatılırdı. O sıralar 5. sınıf öğrencisi olan Anton Pavloviç kendi diktiği
yabanüzümünün altında uyurdu hep, o yüzden “İncir ağacı altında Eyüp
Peygamber!” diye ad takmıştı kendisine. O kuytuda yatarken şiirler dizer,
manzum bir masal yazmayı düşlerdi. Yazdıklarından birkaç dize hatırımdadır:
Hey, ağalar, neredesiniz, hey!
Bakın, gidiyor ihtiyar Aggey.
Size anlatacak bir masalı var,
İvan ile Savraska kahramanlar…
O çağlardaki tüm okul çocukları gibi Anton Pavloviç de
şiiri düzyazıya yeğliyordu.
Evimizin yan bölmesinde S. adında yaşlı bir kadın otururdu.
Kadının peltekliği yüzünden Anton Pavloviç ona hep “Şamşa” derdi. İşte bu
“Şamşa”nın İraida adında, okula giden küçük bir kızı vardı; geleceğin yazarı,
anlaşılan ondan çok hoşlanıyordu. Ama kıza kur yapması da kendine özgüydü. Bir
pazar günü İraida hasır şapkasını başına geçirmiş, kelebekler gibi giyinmiş,
evden çıkarak öğle ayinine kiliseye gidiyor. Tam o sırada Anton Pavloviç semaver
yakmaktadır. Kız önünden geçerken onunla ilgili güldürücü bir şey söyler. Kız
buna kızarak somurtur, ağabeyime “mujik” (kaba köylü) der. Beriki altta kalır
mı? Yanındaki boş kömür çuvalını kaptığı gibi kızcağızın hasır şapkasına
indirir. Bunun üzerine bir kızılca kıyamettir kopar, kömür tozundan göz gözü
görmez olur. Başka bir gün de aynı İraida bir nedenden ötürü duygulanarak evin
çevresindeki çitin tahtaları üstüne bir şiir yazar. Anton Pavloviç de tebeşiri
alır, ona şu karşılığı verir:
Ey, etekli çit ozanı,
Önce kendini tanı!
Git bebeğinle oyna sen,
Bırak da şiir yazmayı!
Yattığımız derme çatma kerevetlerden erkenden kalkardık.
Kimi günler annemiz Yevgeniya Yakovlevna’nın akşamdan Anton’a ya da İvan’a
tembihleri olurdu, erkenden pazara gitsinler de öğle yemeğine yiyecek bir
şeyler getirsinler diye. İlkokula yeni başlamıştım, ağabeylerimin peşine ben de
takılırdım. Bir keresinde Anton Pavloviç canlı bir kaz aldı. Eve gelinceye dek
hayvancağızı tartakladı durdu. Niçin öyle yaptığını sorduğumuzda;
“Kaz avazı çıktığı kadar bağırsın da herkes bizim kaz
yediğimizi öğrensin,” karşılığını verdi.
Pazar yerinde Anton Pavloviç gözünü ötücü kuşlardan,
güvercinlerden ayırmazdı. Bu işten çok iyi anlarmış gibi güvercinlerin
tüylerine bakar; hangisi taklacı, hangisi yabancıl diye cinslerini anlamaya
çalışırdı. Güvercinlerin satıldığı yerde Yera Dubodoglo gibi kuş meraklısı,
saka, kanarya avı üstüne konuştukları çocuklar da bulunurdu. Aslında Anton
Pavloviç’in kendi güvercinleri vardı evde. Ayak işlerimizi yapan, güvercin
delisi Mişka Çeremisov adındaki haşarı oğlanla birlikte her sabah
güvercinlikten kuşları dışarı salarlardı. Mişka, kilisede vaaz dinlemeyi pek
sever, eve döndüğümüz zaman da kendisi bizlere vaaz yazardı. Ancak kullandığı
her sözcük nedense büyük harfle başlardı ve deli saçması şeylerdi hepsi de.
Anton Pavloviç bu vaazların en hevesli dinleyicisiydi, kimi zaman Mişka’ya
kendisi de böyle şeyler yazdırırdı. İki ağabeyim Aleksandr ile Nikolay, birisi
üniversitede, birisi de güzel sanatlar akademisi resim bölümünde okumak için
Moskova’ya gittiklerinde Mişka onlara gönderdiği mektuplarda aynı tarz vaazlar
yazmayı sürdürdü. Ancak ağabeylerim, Anton’un yazdıklarını ötekilerden ayırt
etmekte güçlük çekmezlerdi. Bu vaaz-mektuplardan biri şöyle başlıyordu: “Din kardeşlerim.
Şeytanın yolundan ayrılmayınız…”
Her gün denize yüzmeye giderdik. Yolda tanıdık çocukları da
çağırdığımız için bir yığın çocuk toplanırdık deniz kıyısında. En çok
gittiğimiz yer, denizin içinde yarım kilometre yürüdükten sonra derinliğin
ancak boğazımıza geldiği bir yunaktı. Anton Pavloviç’in iki kara köpeği
yanımızdan ayrılmazdı. Denizde saatlerce oyalandığımız için dönüşte susuzluktan
dilimiz damağımıza yapışırdı. İşte İtalyan Sokağı ile bizim sokağın kesiştiği
yerdeki bir çadır ve arkadaşlardan birinin cebinden çıkacak bir kapik bizi
susuzluktan kurtarırdı. Bu çadırda koca bir ağaç tas dolusu kvas[2] bir kapiğe satılırdı. Hangimizin cebinde bir kapik
varsa yaşadık! Her birimiz tasın bir kenarına yapışırdık. Aramızdan birinin
şans yüzüne gülerse denizden “bolbirka” dediğimiz nesneyle dönerdi eve. Bu,
bölgemiz balıkçılarının parça parça keserek ağlarına mantar yaptıkları bir çeşit
ağaç kabuğuydu. “Bolbirka” bulan çocuğun o gün neşesine diyecek olmazdı. Her
yönde kolayca kesilebilen ağaç kabuğunu alıp bir köşeye çekilir; ondan isterse
bir gemi, isterse bir adam heykeli oyardı. Antoşa talihin sık sık yüzüne
güldüğü çocuklardan biriydi.
Balık avı da sevdiğimiz uğraşlardandı. Ancak bunun için
başka bir yere giderdik. Limanın yakınlarına koca koca taşlar atarak sözde
rıhtım yapmışlardı. İşte oraya gider, en başta izmarit olmak üzere çeşitli
balıklar tutardık. Bir keresinde yılın günleri sayısında, tam 365 izmarit
yakalamıştık; bunları sonra tuzlayıp saklamak istedik, fakat kokmaya başlayınca
hepsini attık. Bazen balık avcılığına ara vererek yüzerdik. Bastığımız yerlerde
keskin kenarlı taşların bulunması vız gelirdi bizlere. Anton Pavloviç bir gün
denize nasıl daldıysa alnı yarılmış olarak çıktı. Alnının sol yanında,
saçlarının dibindeki yara izi hep öyle kaldı; hatta gimnaziyayı bitirip
Taganrog’dan üniversiteye girmek üzere Moskova’ya geldiğinde, tanıtıcı bir
işaret olarak bu iz kimlik kartına da işlenmişti.
Gezmek için belediye bahçesine pek seyrek giderdik, hele
kent dışına çıkmamız daha da seyrekti. Çocukluğum süresince ailece bir köye
yalnızca bir kez gittik, bundan başkasını anımsamıyorum. Burası Kriniçka adında
bir köydü. Aleksandr ağabeyim şeker kâğıtlarından kendine geniş siperlikli bir
şapka yapmıştı, hiç istemediği halde garip şapkasıyla bindiğimiz arabanın atını
ürküttü. O zaman 16 yaşlarında bulunan ağabeyim İvan ise nereden bulduysa,
açılır-katlanır bir silindir şapka edinmişti, yola bununla çıkmayı
tasarlıyordu. Ağabeyim Antoşa’ya gelince, onun şaklabanlıklarının sonu yoktu.
Annemiz Yevgeniya Yakovlevna yolluk olarak aklına ne geldiyse pişirip
hazırlamıştı. İvan Fiyodoriç adındaki bir adamın arabasını tutmuştuk. İçerisine
halılar, battaniyeler döşedik, yastıklar koyduk; arabacının kendisini saymazsak
bu küçücük at arabasına tam 7 kişi sıkıştık: Annem, kız kardeşim Maşa,
ağabeylerim kâğıt şapkalı Aleksandr, silindir şapkalı Nikolay, hiç şapka
giymemiş olarak Anton, İvan ve ben. 70 kilometre gidiş, 70 kilometre dönüş bu
sıkışık durumda yolculuğa zor dayandık; üstümüzü soyunduk, silindir şapkalı
Nikolay, Anton’un “Şaşı” diye takılmalarına, türlü şakalarına ister istemez yol
boyunca katlandı.
“Hey, Şaşı, ver bir sigara da tüttürelim! Çarpık surat,
sigara saracak tütünün var mı?..”
Kentin dışına çıktık, Yahudi mezarlığını geçtik, kiliseleri
ırmağın karşı kıyısında bulunan, geniş düzlükteki Mius Kasabası serildi
gözümüzün önünde. Annem çan kulelerinde ışıldayan haçları görünce çabuk çabuk
istavroz çıkarmaya başladı, biz ise evde yeterince dua ettiğimiz için
kiliselerin görkemli görünüşüne aldırmadık bile. Ovanın enginliği karşısında
hepimiz özgürlüğe kavuştuğumuzu hissetmiş olmalıyız. Temmuz güneşi otları
kavurduğu halde bozkır bize hiç de çıplak gözükmedi. Kentte o güne dek
görmediğimiz kuşlar, yuvalarından dışarı çıkıp arka ayaklarının üstünde
dikilerek ıslık çalan, biz geçip giderken şaşkın şaşkın arkamızdan bakan
geleniler en çok ilgimizi çeken yaratıklardı. Küçük ağabeyim İvan’ın huysuzlukları
sinirimize dokunduğu için Anton ona çıkıştı:
“Susacak mısın bakayım kaynana zırıltısı! Yoksa ben sana ne
yapacağımı bilirim!”
Arabacımız İvan Fiyodoriç bu durumda ne desin? Adamcağız
babacan bir tavırla başını sallayarak;
“Dur be delikanlım! Geriye dönüşte hepinizi arabama
alacağım, ama İvan’ı bindirmeyeceğim,” demekle yetindi.
İlk molayı Sambek’te, ırmak kıyısında verdik. Atı
koşumundan çözdük, lapa pişirdik, yemeği yere yaydığımız halının üstünde yedik.
Ateşi Aleksandr ile Anton yakmışlardı. Yemek piştiği sırada Nikolay silindir
şapkasını çıkarmadan otların üstünde yatarak, gözleri kısık, hülyalı bakışlarla
enginlere dalıp gitmiş; ayakkabısını değiştiren İvan ise burnunu çekip
durmuştu.
Sonra sırayla Abrosimovka’yı, Migrina’yı, Çutina’yı geçerek
ancak akşamüzeri, güneş batmadan Kriniçka’ya varabildik. Burası öbür köylerden
bir ayrımı olmayan büyücek bir köydü. Köy kilisesinin yanındaki kuyunun soğuk
bir suyu vardı. Bu su şifalı sayıldığı için hemen yakınına bir baraka
yapılmıştı, oradan gelip geçenler kuyudan bir kova su çekerek barakada
yıkanırlardı. Kriniçka’ya girdiğimiz sırada, yol boyunca Nikolay’ın
silindiriyle aklını bozmuş bulunan Anton daha fazla dayanamadı, eliyle vurduğu
gibi şapkayı yere düşürdü. Terslik bu ya, şapka yuvarlandı yuvarlandı, arabanın
tekerinin altına düştü, teker üzerinden geçerek şapkanın tellerini dışarı
fırlattı. Ama Nikolay hiç sesini çıkarmadı, telleri yanlardan fırlamış
silindiri bir şey olmamış gibi başına geçirerek yolculuğu sürdürdü. Bu arada
Aleksandr’ın şöyle bağırdığını duyduk:
“Bak buraya hanım kızım! Git de babana kent manastırından
ilahiciler korosunun geldiğini söyle!”
Araba evlerden birinin önünde yeni durmuştu ki, Aleksandr
ile Anton ellerine nereden geçtiyse bir ağ kaparak ırmağa balık avlamaya
gittiler. Yakaladıkları beş tane küçük çapak balığı ile yüzlerce yengeçten
ertesi gün annemiz bize lezzetli bir öğle yemeği pişirdi.
Kriniçka’da dolu dolu iki günümüz geçti. Bu arada Aleksandr
ile Anton’un balık yakaladıkları ağın, bunu ödünç veren kişinin eline ulaşmadığı
anlaşıldı. Bir kadın geldi, ağın parasını koparmak niyetiyle bir sürü şamata
yaptı. Anton kızarıp bozararak ağı gerisingeriye eski yerine bıraktıklarını
söyleyip duruyordu. Ama Aleksandr ne yapsa beğenirsiniz? Kadının gözünün içine
bakarak kuyruklu bir yalan kıvırdı:
“Karşınızda kim var biliyor musunuz? On ikinci derece
devlet memuruyum ben! Avrupa insan haklarına dayanarak iftiradan dolayı
hakkınızda dava açacağım!”
Garip değil mi? O saf insanların yaşadığı çağda bu sözler
ağın bulunup yerine konması için yetti de arttı bile…
Kriniçka’dan ayrılarak yeniden yola koyulduk, arabamızı 20
kilometre uzaklıktaki Kniyajaya köyüne, dedemin yaşadığı yere sürdük. Dedemiz
Yegon Mihayloviç o zaman Kont Platov’un, 1812 seferinde (Napolyon’a karşı)
savaşmış ünlü bir atamanın oğlunun çiftliğini yönetiyordu. Kniyajaya’ya
vardığımızda kendi haline bırakılmış bir bey konağı ve ırmak kıyısında uzayıp
giden geniş bir bahçeyle karşılaştık. Dedem ile ninem konağın yanında, kendi
elceğizleriyle yaptıkları küçük bir kulübede oturuyorlardı. Biz gelince
hepimizi bey konağına yerleştirdiler. Gelgelelim bütün gece pire ısırmasından
kimse gözünü kırpmadı, oysa konak yıllardır boş duruyormuş. Çiftliğin meyve
bahçesinin olması, bizi kısıtlayan bir engelin bulunmaması, özellikle de
ana-babamızın baskısından kurtulmamız delicesine sevinmemize yetti. Anton orada
da Nikolay’ın yakasını bırakmadı, hep silindiriyle alay etti. Talihsiz
silindirin sonu burada gelecekmiş meğer. Nikolay ırmakta yıkanırken bile
şapkasından ayrılmıyordu. Hep birlikte ırmağa girdiğimiz bir sırada Anton
arkadan gizlice yaklaşarak Nikolay’ın başından silindiri suya düşürdü. Silindir
bir süre ırmağın akıntısında yüzdü, sonra boğulan bir adam gibi su yutarak
derinlere gömüldü gitti.
O yıl Anton Pavloviç yakalandığı bir hastalıktan ötürü az
kalsın tahtalıköyü boyluyordu. Evimizde birkaç yıl pansiyon kalmış, ticaret
mahkemesinde çalışan Gavriyil Parfentyeviç adında küçük bir memur vardı. Adam
gündüzleri görevini yürütür, akşamları da kulüpte büyük paralarla kumar
oynardı. Bu işi öylesine ilerletti ki, birkaç yıl sonra altına bir araba çekti,
çiftlik aldı, bir sürü para-pul edindi. Kumardan zengin olmuş bu talihli
kişinin İvan Parfentyeviç adında bir kardeşi vardı. Adamda para şinanay. Ancak
onun da talih yüzüne güldü; Fedosya Vasilyevna adında varlıklı bir dulla
evlenerek Taganrog yakınlarındaki büyük bir çiftliğe kondu. Anton Çehov
yapıtlarında Fedosya Vasilyevna’ya birkaç kez yer vermiştir, “İvanov” adlı
piyesindeki Ziyuziyuşka frenküzümü reçeline düşkünlüğüyle bu kadının
uzantısıdır. İşte bu İvan Parfentyeviç bir gün Anton Pavloviç’i çiftliğine
çağırır. Ağabeyim oraya giderken yolda terler, sıcağa dayanamayıp ırmağın soğuk
suyuna girer. Giriş o giriş, şiddetli bir peritonite yakalanır. Aradan 20 yıl
geçtikten sonra bir gün İvan Parfentyeviç’e teyzem Marfa İvanovna’nın evinde
rastladığımda bana şunları anlattı:
“Baktım, Antoşa çok kötü hastalanmış. Elim ayağıma dolaştı,
ne yapacağımı bilmiyorum. Yakınlarda, Yahudilerin işlettiği bir han vardı.
Geceyi geçirmesi için hemen oraya kaldırdım.”
Antoşa’yı eve getirdiklerinde hastalıktan ayakta duracak
halde değildi. Zayıflayıp çöken solgun yüzü gözlerimin önünden hiç gitmez.
Hastaya bakması için çağırdıkları gimnaziya doktoru Şrempf, Alman şivesiyle her
sözünden sonra;
“Bak Antoşa, eğer sağlığına kavuşmak istiyorsan şöyle yap,
böyle yap…” diye öğütler yağdırmıştı.
Telaşlanan annem bir yandan tavada keten tohumundan lapa
hazırlıyor, bir yandan da Antoşa’nın içmesi için badem ezip suyunu çıkarıyordu.
Bense Aleksandr I. Yontusu’nun (heykelinin) karşısındaki Melher’in eczanesine
koşuyordum ikide birde. Ağabeyime aldığım hapların hepsinin üstünde “Covin,
Paris” yazısı vardı. Anton Pavloviç doktor çıktıktan sonra bu hapların bir işe
yaramadığını, hapı çıkaranın reklamı için piyasaya sürüldüğünü söyledi.
Atlattığı hastalığın Anton Pavloviç üzerinde derin izleri
kaldı. Ağabeyim, geçirdiği bu ilk ciddi hastalıktan ötürü öğrencilik yıllarında
şiddetli basur ağrılarının başladığını söylerdi.
İvan Parfentyeviç’in onu götürdüğü yolcu hanı ise ünlü
yazarımızın “Bozkır” adlı uzun öyküsüne konu olmuştur. Orada karşılaştığı
sevimli Yahudiler Moisey Moiseyeviç, karısı ve kardeşi Solomon biçiminde
“Bozkır”da yeniden canlandılar.
Yukarıda da belirttiğim gibi, Çehov ailesi 1876’da
Taganrog’dan Moskova’ya göçmüştür. Anton Pavloviç gimnaziyanın 6., 7., 8.
sınıflarını bitirmek için Taganrog’da kaldığından orada geçen yaşamını
bilemeyeceğim. Bu üç yıl içerisinde bir kere yılbaşını geçirmek üzere yanımıza
gelmiş, sonra gene Taganrog’a dönmüştü. Bildiğim kadarıyla Anton Pavloviç üç
yaz dinlencesini üç ayrı yerde geçirmiş. Bunlardan biri yukarıda anılan İvan
Parfentyeviç’in çiftliği. Orada kaldığı sıralar, “Bozkır” öyküsünde dayısıyla
birlikte büyük tüccar Varlamov’a yün satmaya giden Yegoruşka gibi, İvan
Parfentyeviç’le yün satmak amacıyla bozkırda dolaşmış durmuş.
İkinci kaldığı yer, zengin dulun kocasının yeğeni Petya
Kravtskov’un ailesinin yanı, üçüncüsü ise okuldan arkadaşı olup sonradan doktor
çıkarak Moskova-Kursk demiryolu hattında doktorluk yapan V.İ. Zembulatov’un
ailesinin yanıydı.
Taganrog’taki ev kendimizindi. Babam burasını Kniyajaya’da
yaşayan dedemizin armağan ettiği, çevresi bomboş bir arsaya yapmış. Evin
kurulmasına elde avuçta ne varsa hepsi harcandığı için, eksik kalan 500 ruble
de kentin yardım sandığından ödünç alınmış. Borç senedine kefil olarak, bu
sandıkta çalışan Kostenko adında biri imza atıyor. Babam uzun süre senedi
ödeyemeyince parayı karşılama yükümlülüğü kefil Kostenko’ya düşüyor, o da borcu
ödeyip ticaret mahkemesinde karşı dava açıyor. O zamanlar borcunu
ödeyemeyenleri zindana tıkarlarmış. Ne yapsın babam? Kaçmaktan başka çıkar yol
yok. Kaçacak, ama nereye? O sıralar büyük ağabeylerim Aleksandr ile Nikolay,
Moskova’da okumaktalar. Böylece bize Moskova yolları açılıyor. Çehov ailesinin
oraya göçmesinin nedeni bu borç senedidir işte.
Ödenmeyen senedin davası ticaret mahkemesinde sürüyor. Aile
dostumuz Gavriyil Parfentyeviç ise orada memur. Dosya incelemeden geçiyor ve
koskoca ev, herhangi bir satış işlemi filan yapılmadan, 500 rubleyi cebinden
çıkarıp veren Gavriyil Parfentyeviç’e bir kapik fazla ödetilmeksizin
devrediliveriyor. Evimiz başkasının eline geçince annem çok üzülüyor, çünkü
Taganrog’la son bağımız da bir daha kurulamamacasına böyle kopmuştur. Devir
işlerinin yapıldığı sıralar Antoşa baba evinde kalmaktadır, ev yeni sahibinin
eline geçerken içindeki delikanlıyla birlikte geçer. Gavriyil Parfentyeviç’in
kardeşi İvan’ın, yukarıda belirtildiği gibi Petya Kravtsov adında bir yeğeni
vardır. Çocuk, Donetsk bölgesinde Kazak asıllı bir toprak ağasının oğludur,
askeri liseye girmeye hazırlanmaktadır. Doğup büyüdüğü baba evinde kalmak, bir
de karnını doyurmak karşılığında bu çocuğa ders çalıştırmak işi Antoşa’ya
düşer. Zamanla çocuğu sever, yakın arkadaş olurlar. Yaz dinlencesi başladığında
Petya yeni arkadaşını babasının çiftliğine çağırır, birlikte giderler. Anton
Pavloviç sonra bana, Amerikan tarzı bu ilkel çiftlikte geçirdiği günleri anlata
anlata bitirememişti. Tüfek atmayı, kara avcılığının tüm güzeliklerini, gem
tanımaz atlara binip caka satmayı hep orada öğrenmiş. Çiftlikte çok azgın
köpekler varmış, geceleri bir şey için avluya çıkmak gerektiğinde ev
sahiplerinden birini uyandırırmış. Kümes hayvanları kendi başlarına öylesine
başıboş üreyip çoğalmışlar ki, geceleri canlarının çektiği yerde tünerlermiş.
Eğer yemeğe tavuk pişirmek isterlerse bunları tüfekle vurmak gerekiyormuş. İlk
taşkömürü çıkarma ve demiryolu döşeme furyası o bölgede başlamıştır. Anton
Pavloviç’in yapıtlarında yankısını bulan; maden ocaklarından yukarıya kömür
çıkaran teknelerin bağlarından kopup aşağı yuvarlanması (“Vişne Bahçesi”),
ovada demiryolu setlerinin yükselmesi (“Ateşler/Işıklar”), katardan ayrılan bir
yük vagonunun kendi başına yürümesi (“Korkular”) büyük yazarın burada
gözlemlediği olaylardan kaynaklanır. Anton Pavloviç doktor ve yazar olduktan
sonra Petya’yı unutmamış; resimli dergilerin ek olarak verdiği, taşbasması
resimlerden arkadaşına bol bol göndermişti. Petya bir gün ağabeyime gönderdiği
teşekkür mektubunda, değerli tabloların kopyaları olan bu taşbasması renkli
resimleri ana-babasının nitelik bakımından değil de nicelik bakımından
değerlendirdiklerini yazmıştı. Ağabeyim ne denli çok resim gönderirse o denli
çok seviniyorlarmış ihtiyarlar.
Anton Pavloviç okul arkadaşı V.İ. Zembulatov’un ailesinin
yanına gene bir yaz dinlencesine gitmiştir.[3] Öğrencilik
günlerinde herkese bir ad taktığı gibi bu tombul arkadaşına da Makar derdi.
V.İ. Zembulatov okuyup saygıdeğer bir doktor olduktan sonra da aynı ad onunla
yaşadı gitti. Okulda Yunanca dersinde öğretmeni “mutlu” sözcüğünün Yunanca
karşılığını sorunca çocukcağız “mâkar” diyeceği yerde (Rusça’daki erkek adına
benzerliği dolayısıyla yanlış vurguyla) “makâr” deyivermiş. Vay, sen misin
böyle söyleyen? O andan sonra Antoşa arkadaşını yeniden vaftiz ediyor.[4] Yalnız gimnaziya süresince olsa gene iyi,
üniversitede de öyle, tüm yaşam boyunca da… Yazgımızın Anton ağabeyimle bizi üç
yıl birbirimizden ayırmış olmasından ötürü her zaman üzüntü duymuşumdur, bu üç
yıl onun özel yaşamıyla ilgili büyük bir bilgi boşluğu bıraktı bende. Gene o
günlerden kalma bir olay daha var. Bunu bana A.S. Suvorin anlattı. Anton
Pavloviç artık dünyada yoktu o zamanlar. Suvorin’e de kendisi anlatmış. Antoşa
daha öğrenciyken bir kuyunun başında dikilmiş, sudaki yansımasını
seyrediyormuş. O sırada on dört-on beş yaşlarında bir kız arkadan su almak için
yaklaşmış. Kızın güzelliği geleceğin yazarını öylesine büyülemiş ki, onu
kucaklayarak öpmeye başlamış. Sonra yan yana durmuşlar, sessizce suya bakmayı
sürdürmüşler. İkisi de kuyunun başından gitmek istemiyorlarmış, kız su almaya
geldiğini çoktan unutmuş… Kadınla erkeğin ilk bakışta birbirine vurulmaları,
karşılıklı sevgi akımı üzerinde konuştukları bir sırada büyük yazarımız anlatmış
bu olayı Suvorin’e.
Anton Pavloviç üniversiteye girmek amacıyla 1879’da
Moskova’ya geldi ve bir daha da Taganrog’a dönmedi. O zamanlar çok yoksul bir
yaşantımız vardı. Graçi semtinde, Nikolay Kilisesi’ne ait bir evin bodrumunda
oturuyorduk. Üniversiteye girdikten sonra Anton Pavloviç yazlık nedir,
dinlencelerde kentin dışına çıkmak nedir bilmedi. Yalnızca gördüğü yerler,
sonraları Karmakarışık Öyküler’de bir güzel alaya aldığı Bogorodski, Sokolniki
gibi Moskova yakınlarındaki yazlık ev tutulan köylerdi. Yazın bunaltıcı
sıcağında Moskova’da canının pek sıkılmadığını sanıyorum. Çünkü yeni yeni
arkadaşlar edinmiş, yazın (edebiyat) çevresine girmiş, gazetelerle, dergilerle
ilişki kurmuş, yayın organlarının yönetim yerlerinde aranan kişi olmuştu.
Ağabeyim Nikolay ile ikisinin Taganrog’a gitmeleri, orada teyzem Marfa
İvanovna’nın erkek kardeşinin (İ. İ. Lobod) düğününe katılmaları, hatta güveyin
sağdıcı olmaları o yılların bir kışına rastlar. Düğünde öylesine çılgınca
eğlenmişler ki, iyice kafayı bulunca tıpası açılmamış birkaç şişe şampanyayı
kaptıkları gibi pencereden dışarı fırlatmışlar. Teyzem sonra bana anlatmıştı.
Bahar gelip de karlar eridiğinde şişeleri bahçede sapasağlam bulmuşlar,
ağabeylerimi anarak şereflerine içmişler. Bu gezinin anısı olarak büyük bir
kâğıda Nikolay’ın çizdiği bir karikatür kaldı. Alt yazısını “Antoşa Çehonte”
diye imzalayan Anton Pavloviç sonra bunu Zritel (İzleyici) dergisinde
bastırmıştır. Alt yazının başlığı sanıyorum şöyleydi: “Evlenme Mevsimi”. Yazı
ise şu sözlerle sürüp gidiyor: “Bay sağdıçlar, kör şeytanlar, durun! Mariya
Vlasovna kendinden geçti…”
1880 yılında ağabeyim İvan Pavloviç kilise okullarına
öğretmen olmak için sınava girip kazandıktan sonra Moskova iline bağlı
Voskresensk Kasabası’na atandı. Kasabanın bir kilometre dışında Novıy Yerusalim
(Yeni Kudüs) adında ünlü bir manastır vardı, burası Filistin’deki Kudüs
Kilisesi’ne tıpatıp benzetilerek yapılmıştı. Kasabanın bu manastıra bağlı tek
okulunun tek öğretmeniydi ağabeyim İvan. Okulun koruyuculuğunu üzerine alan, tanınmış
kumaş sanayicisi Tsurikov hiçbir masrafı esirgemediği için öğretmen lojmanı
diye geniş bir yer yaptırmıştı. Dayalı döşeli bu geniş ev bekâr bir öğretmene
bol bol yeterdi. Moskova’da yoksul bir bodrum katına tıkılıp kalan Çehovlar
için bulunmaz bir fırsat çıkmıştı. Yazın Mişa (Mihail) ile Maşa’nın (Mariya)
sınavları bitip okullar kapanınca annem Yevgeniya Yakovlevna ikisini kaptığı
gibi yaylağa götürdü,[5] yeni ders yılı
başlayıncaya değin Voskresensk’ten dönmedi. Kasabada o zamanlar Albay
Mayevski’nin komuta ettiği bir topçu bataryası vardı (“Üç Kız Kardeş”).
Voskresensk’e gelir gelmez İvan Pavloviç’i evine çağıran Mayevski, onun,
kızları Anya ile Sonya’ya ders vermesini istedi. Bunların, Alyoşa adında küçük
bir erkek kardeşleri daha vardı (“Çocuklar”). Mayevski ailesi gibi kasabaya
kendi havasını veren ikinci bir aile bulunuyordu Voskresenk’te: Çiftçi
birlikleri kurulması tasarısını ilk ortaya atan ünlü P.D. Golohvatsov ile
yazdığı bir piyes Moskova’da Malıy Teatr’da (Küçük Tiyatro) oynayan karısı Olga
Andreyevna çifti. Bataryada görevli Üsteğmen Y.P. Yegorov, Çehov kardeşlerle
yakından tanışarak Anton Pavloviç’in “Zolotaya Kosa” (Altın Tırpan) öyküsünde
yerini almıştır. Üsteğmen Y.P. Yegorov ordudan ayrıldıktan sonra Nijegorod’da
çiftçi birliği başkanı olmuş, 1892’de oraya giden Anton Pavloviç’le birlikte
kıtlıkla savaşım kampanyasına katılarak köylüye beygir sağlanması konusunda çalışmıştır.
Anton Pavloviç üniversite yıllarında yazları Voskresenk’e
birçok kez gidip gelmiştir. Orada ilk elde pek çok tanıdık edindiği biliniyor.
Geniş siperlikli şapkası, siyah peleriniyle her gezide yer alır; akşamları
büyük gruplar halinde dolaşırlardı. Küçüklerin önde cıvıl cıvıl gülüşerek
koşuştukları bu akşam gezintilerinde büyükler günün konuları üstünde ciddi
konuşmalara dalarlardı.
Anton Pavloviç 1881’den başlayarak, o zamanlar çiftçiler
birliği doktoru olarak ün yapan P.A. Arhangelski’nin yönettiği, Voskresensk’ten
2 kilometre uzaklıktaki Çikinsk Çiftçiler Birliği Hastanesi’nde hastalara
bakmaya başlamıştır. P.A. Arhangelski herkesle kolayca anlaşan bir kişiydi,
tıbbiyede okuyan gençler çevresinden eksik olmazlardı. Sonradan her biri kendi
alanında üne erişen doktorlardan V.N. Sirotinin, D.S. Tauber, M.P. Yakovlev ile
Anton Pavloviç bu hastanede tanıştılar. Gündüzleri çok çalışıp yorulan tıp
öğrencileri akşamları tek başına yaşayan Dr. Arhangelski’nin evinde
toplanırlar, liberal görüşler ileri sürmekten çekinmezler, edebiyat üzerinde,
bilimsel konularda tartışmalara girerlerdi. Saltıkov-Sçedrin gençlerin
taparcasına sevdiği bir yazardı, onu dillerinden düşürmezlerdi. Turgenyev de
çok okunan yazarlardan biriydi.
1884’te tıp fakültesi bitince Anton Pavloviç, Çikinsk
Hastanesi’ne doktor olarak geldi. “Kaçak”, “Ameliyat” vb. öykülerinin konuları
buradan alınmıştır. Voskresensk kasabası posta müdürü Andrey Yegoriç’le
tanışması sonucu “Rütbe Yükseltme Sınavı” adlı öyküsünü yazar.
Mihail Pavloviç Çehov
[1] Yaş
sırasına göre kardeşlerin adları: Aleksandr, Nikolay, Anton, İvan, Mihail,
Mariya.
[2] Ekmek, meyve ve sebzenin
suda bekletilmesinden elde edilen ekşimsi bir içecek – ç.n.
[3] Zembulatovlar Taganrog
yakınlarında Kotlomino adında bir çiftlikte oturuyorlardı.
[4] Vaftiz etmek burada “ad
takma” anlamında – ç.n.
[5] Yazla birlikte kırlara
otlamaya götürülen kuzulara, oğlaklara benzetiliyor – ç.n.