Moskova

Moskova
Anton Çehov etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Anton Çehov etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Eylül 2023 Pazar

Çehov’u Yazdığı Öykülerden Tanımak

 


Bob Blaisdell

Kaynak: https://oggito.com/  

 

 

Anton Çehov’un 1886-1887 yılları arasında yazdığı öyküler yaşam hikâyesinin neredeyse tamamını yansıtıyor. Bu öyküleri okurken kendinizi Çehov’un arkadaş çevresine yakın hissediyorsunuz.

 

1886 yılında, Moskova’da yaşayan yirmi altı yaşında bir doktor öykülerden, mizah yazılarından ve makalelerden oluşan bir külliyat yayımladı. Bu yüz on iki parçalık külliyata 1887 yılında altmış dört öykü daha eklendi. Genç yazar kendisini bile hayrete düşüren öyle bir üne kavuştu ki, başkalarının yanı sıra Lev Tolstoy ve Nikolay Leskov gibi devlerin takdirini de kazandı.

Bu arada haftanın altı günü, günde üç saat ailesinin evindeki muayenesinde hasta kabul ediyor ve aynı zamanda ev ziyaretleri yapıyordu. Ailesiyle yaşamaya ve küçük kardeşlerine destek olmaya devam etti. 1886 kışında evlenmek üzere nişanlansa da nişan bozuldu. Parlak eleştirileri ve karşısındakini hayale sürüklemeyen gerçekçi fikirleriyle etrafındaki öbür yazarlara yol gösterdi.  Editörlerle, arkadaşlarıyla ve kendisinden yaşça büyük erkek kardeşleriyle yaptığı samimi, keyifli, hayat dolu yazışmalarını hiç aksatmadan sürdürdü. Yazmak onu yoruyordu ama yazarken –ister mektuplarla içini döksün ister yazdığı öykülerle hem kendini hem de etrafını eğlendirsin– bilinciyle haya gücü birlikte akıyor, duyuları tamamen açılıyordu. Yirmi dört yaşında tüberküloza ve sonrasında başkaca hastalıklara yakalanmıştı. 1887 baharında Güney’e, büyüdüğü Taganrog’a doğru uzun bir seyahate çıktı. Yolculuk esnasında bile yazmaya devam etmişti.

Öykülerinde kendisini pek çok karakterle özdeşleştirdi: doktorlar, hastalar, oyuncular, şoförler, yazarlar, sanatçılar, çocuklar, kadınlar, erkekler, sarhoşlar, dindarlar, Moskovalılar, Petersburglular, sürgünler, kasabalılar, yargıçlar, soruşturma memurları, dolandırıcılar, aşıklar, ebeler, iş sahipleri ve hayvanlar. Kasvetli ve depresif 1887 yazının bitiminden hemen sonra iki hafta içinde dört perdelik bir oyun yazdı. Bu iki yıllık sürede yapmış olduğu sanatsal çalışmalarını, Rusya’nın en ünlü çocuk öykülerinden biri olan Kaştanka ile ve zaman içerisinde meşhur bir novella haline gelen uzun bir metnin (Step) başlangıç kısmını yazarak tamamladı.

Çehov’u dünyanın gündemine getiren ve onu orada tutan şey, hayal gücüydü. Biyografilerinin de odağında yer alan hayal gücü, yazmaya devam ettiği süre boyunca inanılmaz bir gelişme gösterdi ve nihayetinde gerçek yaşam, hayal gücünün etrafındaki bir çerçeve haline geldi. 1888 yılından itibaren verdiği eserlerin sayısı azalsa da yazma hızındaki yavaşlama ancak büyük bir yazarın gurur duyacağı türdendi. Zaman içerisinde doktorluk görevlerine daha az vakit ayırmaya başladı ve 1904 yılında, Rusya’nın Tolstoy’dan sonraki en ünlü yazarı olarak öldü.

Petersburg gazeteleri ve dergileri için kaleme aldığı öykü ve mizah yazılarından hem güncel konuları göz önünde bulundurması gerekiyordu hem de belli bir teslim tarihine bağlı kalması. Anton Çehov’un biyografisini yazarken beni asıl şaşırtan, bu yıllarda yazdığı yüz yetmiş sekiz parçalık külliyatın kronolojik olarak ona gelen ve onun yazdığı mektuplardaki olaylarla paralellik arz etmesi oldu. Öyküleri, herkese bariz bir biçimde mesafeli olan bu adamın psikolojik ve duygusal ruh hallerini yansıtan birer günlük haline gelmişti. Örneğin ona bir hayli sıkıntı veren nişanlılık döneminin ortasında yazdığı bütün öykülerde çiftler kavga ediyor, bir sahneden ötekine hınçla girip çıkıyorlardı. 

Çehov, doktorluk mesleğini sürdürürken aşırı bir iş yükü altına girdiğinde öykülerindeki doktor karakterler de benzer sıkıntılara maruz kaldılar. Çehov, yetenekli ancak alkolik erkek kardeşleriyle otoriter babasını öykü karakterlerine dönüştürdü ancak bunu yaparken tanıdığı insanlarla ilgili detaylara müdahale edip bunları kurgusal olanlarla değiştirdi: karşı cins, daha genç ya da daha yaşlı, farklı bir meslek, farklı bir yer, farklı bir aile gibi. Parlak zekâlı kardeşleri, detaylardaki onca farklılığa rağmen kendilerini öykülerde tanıyabildiler. Babasının, yani serfleri ‘köle gibi çalıştıran’ bir serfin serf oğlu olarak doğan babasının ise Çehov’un öykülerindeki acımasız ve absürt babalarla kendisi arasındaki benzerlikleri fark etmediği söylenir.

Sırf Anna Karenina’yı orijinal dilinden okuyabilmek için yaşıma bakmadan Rusça öğrenmeye çalışırken Çehov’un düzinelerce öyküsünü okudum. Hatta bunlardan bazıları, biz Rusça öğrenenler için hazırlamış, teferruatlı açıklamalar içeren kitaplardı. Çehov’un on üç ciltlik külliyatının tamamını İngilizce çevirilerden zaten okumuştum ama çevirmen Constance Garnett’ın bu öyküleri kronolojik olarak sırlamadığını ya fark etmemiştim ya da umursamamıştım. Garnett öyküleri adeta bir çiçekçinin buket aranjmanı gibi farklı şekillerde bir araya getirmişti – bazen temalarına göre, bazen yazıldıkları zaman aralığına ya da uzunluklarına ve niteliklerine göre.

Fakat Rusça orijinallerini okurken en sevdiğim öykülerin büyük bir kısmının 1886 ve 1887 yıllarında yazıldığını fark ettim. Elbette Çehov’un geç dönem öykülerinden de hoşuma gidenler vardı ama sayıları pek fazla değildi. Peki bu 1886 ve 1887 yıllarını benden başka fark eden var mıydı? Olmaz mı hiç… Çehov hakkında yazılan ve seksenli yılların başından itibaren en az birkaç kez okuduğum ancak sonrasında tamamen aklımdan çıkan bir kitapta şöyle bir değerlendirme vardı: 1886 ve 1887 yılları Rus edebiyatına, hem biçimsel olarak hem de ele aldığı konular itibariyle özgün, hem de sıkışık formuna rağmen az sözle çok şey anlatan özlülüğüyle benzerine az rastlanır türde bir öykü dalgası getirdi.

Çehov’un Rus edebiyatının merkezinde olduğu bu iki yılı kendime çalışma alanı olarak belirledim çünkü böylelikle gerek kendimde gerekse okurda etraflı bir çalışma olduğunu illüzyonu yaratabildim. Zira çok sayıda iyi biyografiye rağmen Çehov’un değindiğim tarzda kapsamlı bir biyografisi yok. Tıpkı Garnett’in öykü derlemeleri gibi bu biyografiler de Çehov’u sadece tek bir yönüyle ele alıyor. Elbette tamamından faydalandım ancak bana asıl yol gösteren 1886 ve 1887 yıllarındaki mektuplar oldu. Tamamını Rusça orijinallerinden okudum fakat bazı alıntılarda İngilizce çevirilerinden faydalandım. Çehov’un başını kaldıracak zamanı yoktu. Dolayısıyla bu mucizevi iki yılda neler olup bittiğini öğrenmemiz ancak onu, Alice’inki gibi her şeyi tersine çeviren bir aynanın içinde yakalamakla mümkün.

Keşke öykülerini, hatta birini bile gerçekten nasıl yazdığını bilebilseydik. Gerçi Çehov’u, hayal gücünün dikte ettiği satırları yazarken izleyebilsek, hatta dar defter sayfalarında hızla gidip gelen sağ elini takip edebilseydik bile onun iki ya da üç saat içinde bir öyküyü tamamlayabilen aşırı odaklanmış zihniyle hızını takdir etmekten öte ne yapabilirdik?

Muhtemelen David Hockney’nin resimlerini iPad’de izlemek gibi bir şey olurdu: çizgiler, şekiller, renkler, tonlar, boyutlar… ve işte, etrafında ağaçların sıralandığı güzel bir yol – ekran bize altmış saniye içerisinde Hockney’nin gözlerindeki telaşı ve parmaklarındaki kararlığı göstermiştir. Çehov’un annesi Evgeniya onu şöyle tasvir ediyor: “Henüz üniversitedeydi. Sabahları masada oturur, çayını yudumlar ve düşünürdü. Böyle zamanlarda ara sıra doğrudan insanın gözlerinin içine bakardı ama o an hiçbir şey görmediğini bilirdim. Hemen sonra cebinden bir defter çıkarır, hızlı hızlı yazmaya başlar, ardından yine düşünmeye koyulurdu.”

En azından onu zihnimizde, böyle bir bakış açısıyla tasavvur edebiliriz. Öyküleri, herhangi büyük bir ressamın manzaraları ve portreleri kadar kişiseldir. David Hockney, resmettiği ağaçlar ya da arkadaşlar değildir. Yine de eserlerinden yola çıkarak onun dünyayı nasıl gördüğünü anlamaya çalışıyor, hatta onun hakkında kendi görme biçimlerimiz hakkında bildiğimizin çok daha fazlasını biliyoruz. Keşke bizler de yaratımına odaklanmış dâhiler olsaydık, o zaman Hockney ve Çehov kıymet verilecek şeyleri takdir etme konusunda bize yardımcı olabilirdi. Çehov’un yazmış olduğu binlerce sayfadan biliyoruz ki, en büyük sınavını kendi insanlığını bütünüyle duyumsamak için kendini özgür bırakırken verdi. Ve onun durumunda bu, zekayla nüktenin kombinasyonu, zayıf olanla savunmasız olana karşı derin bir sempati anlamına geliyordu.

Doğanın aristokrat yazarlara bahşettiğini, daha az ayrıcalıklı olanlar gençlikleriyle ödemek zorundadır. Şimdi genç bir adam hakkında bir öykü yazmayı deneyin.

Genç bir adam hakkında bir öykü yazmaya çalışın. Ve bir serfin, eski bir bakkalın oğlu olan, kilise korosuna üye, okullu, üniversiteli, makam karşısında saygı duymak üzere yetiştirilmiş, rahiplerin elini öpen, başkalarının fikirlerine tapan, önüne konan her ekmek parçası için şükreden, sık sık kırbaç yiyen, öğretmen olmasına rağmen galoşsuz dolaşan, huzur bozan, hayvanlara işkence eden, zengin akrabaların evlerinde akşam yemeklerinin tadını çıkaran, kendi önemsizliğini ikrar edebilmek uğruna insanların karşısında ve hatta Tanrı’nın huzurunda iki yüzlü davranan bu genç adamın kendi içindeki köleyi damla damla sıkarak nasıl dışarıya çıkardığını ve bir sabah uyandığından artık damarlarında dolaşan kanın bir köleye değil de gerçek bir insana ait olduğunu nasıl fark ettiğini anlatın.

“İçindeki köleyi damla damla dışarıya çıkaran,” bu korku içindeki “genç adam” elbette Çehov’un kendisiydi. Zamanında en yakın arkadaşına yazdığı bu satırlar onun şimdiye kadar kendisine dair söylediği en şahsi sözlerdi. Ama ne yazık ki, kendi hikâyesini asla yazmadı. Anı yazarı erkek kardeşleri ve bazı vazifeşinas biyografi yazarları bunu yapmaya çalışsa da hiçbiri başarılı olamadı. Naçizane önerim, Çehov’u kendi yazdığı öykülerden tanımak.

 

Bob Blaisdell, 2022

Çeviren: Fulya Kılınçarslan

Bob Blaisdell’in “How Chekhov Made Sense of His Surroundings Through Writing Short Stories” isimli yazısından kısaltılarak çevrilmiştir.

29 Ocak 2022 Cumartesi

Dünyaca ünlü Rus yazar Anton Çehov, 162 yaşında


Kaynak: https://tr.sputniknews.com/

 

Dünyaca ünlü Rus yazar Anton Çehov, 100’den fazla dile çevrilmiş 300’den fazla farklı eseriyle dünya edebiyatındaki önemli yerini korumaya devam ediyor. 29 Ocak 1860’ta Rusya'da dünyaya gelen ünlü tiyatro yazarı ve modern öykücülüğün kurucusu Çehov, bugün 162 yaşında.

29 Ocak 1860 tarihinde Rusya‘nın güneyinde bir taşra kenti olan Taganrog’da ortanca çocuk olarak dünyaya gelen Anton Pavloviç Çehov, 1876 yılında bakkal dükkanı işleten babasının iflas etmesinin ardından Moskova‘ya taşındı.

Moskova'ya taşınmasının ardından lise eğitimine burada devam eden Çehov, üniversite eğitimine TIP fakültesinde devam etti. Tıp öğrencisi olduğu dönemde ailesinin gelirine de katkı sunmak amacıyla gülmece dergilerinde yazılar kaleme alan Çehov, üniversiteyi bitirmesinin ardından ilk kitabını yayımlattı.

19. yüzyılın en büyük yazarlarından kabul edilen Anton Çehov, 1862 yılındaki kolera salgını sırasında doktor olarak görev yaptı.

15 Temmuz 1904 tarihinde Almanya’nın Badenweiler kentinde 44 yaşında verem hastalığından hayatını kaybeden Anton Çehov’un tüm eserleri, ölümünden 40 yıl sonra 20 cilt halinde yayımlandı.

Modern öykücülüğün kurucusu olarak gösterilen Çehov'un yazdığı eserler sadece edebiyat dünyasına değil, birçok farklı sanat alanında üretimler gerçekleştiren sanatçıları da etkiledi.

15 Nisan 2020 Çarşamba

Bahis / Anton Çehov


Burak Aşkın'ın sesinden Anton Çehov'un "BAHİS" adlı öyküsü Sesli Kitap Dünyası'nda




"Ölüm cezası da, müebbet hapis de aynı derecede ahlâka aykırıdır; ama ikisi arasında bir seçim yapmak zorunda kalsaydım, kesinlikle ikincisini seçerdim. İyi veya kötü bir şekilde yaşamak, hiç yaşamamaktan daha iyidir." şeklinde konuştu.

Hararetli bir tartışma başlamıştı.

O günlerde şimdikinden daha genç ve sinirli olan banker, birden heyecandan coştu. 

Yumruğunu masaya vurdu ve genç adama bağırarak:

"Doğru değil! İki milyonuna bahse girerim ki, sen hapiste tek başına beş sene bile kalamazsın." dedi.

Genç adam ise:

"Sözlerinde ciddîysen, bahsi kabul ediyorum; ama beş değil 15 sene hapiste kalacağım." diyerek karşılık verdi.

"On beş mi? Kabul!" diye haykırdı banker. "Ortaya iki milyon koyuyorum, beyefendi..."

10 Nisan 2020 Cuma

Küçük Köpekli Kadın / Anton Çehov



Vikipedi, özgür ansiklopedi



"Küçük Köpekli Kadın", Anton Çehov'a ait bir hikâyedir.

İlk defa 1899 yılında yayımlanan öyküde Yalta'da yalnız başlarına tatil yaparken tanışan mutsuz bir evliliği olan Moskovalı bankacı Dimitri Dimitriç Gurov ile evli bir kadın olan Anna Sergeyevna Von Diderits'in arasındaki ilişki ele alınmaktadır. 

Hikâye dört bölümden oluşuyor: I. bölüm Yalta'daki ilk buluşmayı, II. bölüm ilişkinin tamamlanışıyla Yalta'daki kalan süreyi, III. bölüm Gurov'un Moskova'ya dönüşüyle Anna'nın yaşadığı şehre gidişini ve IV. bölüm Anna'nın Moskova'yı ziyaret edişini ele almaktadır. "Küçük Köpekli Kadın", Çehov'un en bilinen hikâyesidir. Örneğin Vladimir Nabokov, eseri bugüne kadar yazılmış en büyük hikâyelerden biri olarak görmektedir.



Konu

Dmitri Gurov, bir Moskova bankasında çalışmaktadır. 40 yaşın altında, evli ve iki oğlu var. Evliliğinden ve hayatındaki monotonluktan ve anlamsızlığından mutsuzdur, sık sık eşini aldatır ve kadınları "ikinci sınıf cins" olarak görür. Yalta'da tatil yaparken küçük Pomeranya cinsi köpeği ile deniz kıyısında yürüyen genç bir kadın görür ve onu tanımaya çalışır. Leydi Anna Sergeyevna da mutsuz evlilik yaşamakta ve eşi olmadan tatil yapmaktadır. Anna ve Dmitri kısa sürede bir ilişki yaşarlar ve yürüyüş yaparak ve yakındaki Oreanda köyüne giderek zamanlarının çoğunu birlikte geçirirler. Anna kocasının Yalta'ya gelmesini beklerken aldığı bir mektupta kocasının gözlerinde bir sorun olduğu ve karısının en kısa zamanda eve dönmesini istediği yazılmıştır. Gurov onu istasyona götürür. Ayrıldıklarında, ikisi de birbirlerini bir daha asla görmeyeceklerini ve ilişkilerinin sona erdiğini düşünür.

Moskova'ya, sevgisiz evliliğine ve günlük rutinlerine dönen Gurov, gündüz çalışır ve gece kulüplere gider ve genç Anna'yı yakında unutacağını ümit eder fakat Anna'nın anıları hafızasında canlanır. Birçok ilişkiden sonra ve tıpkı orta yaşlara yaklaşırken beklenmedik bir şekilde hayatında ilk kez derin bir şekilde aşık olur. Ortadaki zorluklara rağmen Anna'yı görmesi gerektiğini hisseder. Bazı işlerle ilgilenmek için St. Petersburg'a gitme gerekçesiyle, Anna'yı bulmak için şehre doğru yola koyulur. Ailenin ikametgâh yerini bir otel hamalından öğrenerek evi bulur ancak davetsiz gelmenin boşuna olacağını fark eder. Çaresizlik içinde, Anna'nın onu unuttuğunu ve başka birini bulmuş olduğunu düşünür ve oteline geri döner.
Akşamleyin, o sabah gördüğü ve dikkatini çektiği Geyşa adlı tiyatro oyununu hatırlar. Anna ve kocasının da katılabileceği düşünerek tiyatroya gider. Çift girer ve Gurov dikkatle izler. İlk ara verilince koca, sigara içmek için dışarı çıkınca Gurov, şaşkın ve ondan kaçan Anna'yı selamlar. Tiyatro boyunca onu takip eder, onunla yüz yüze gelir. Anna, Gurov'u sık sık düşündüğüne dair sırrını açık eder. Korkan Anna, gitmesi için Gurov'a yalvarır ve Moskova'ya onu görmeye geleceğine dair söz verir.

Anna, kocasına hasta olduğunu ve doktora görüneceğini söyleyerek Moskova'ya gitmek için zaman zaman bahaneler yaratır. "Ve kocası ona inandı, ya da inanmadı." İkisi de artık hayatlarında ilk kez gerçekten aşık olduklarının farkındadırlar ve her ikisi de yüzleşecekleri birçok zorluğun üstesinden nasıl geleceklerini merak etmekte ve daimi olarak birlikte yaşamaya dair isteklerini gerçekleştirirler. Umutsuzca bir plan bulmaya çalışırlar ancak hikâye bir çözüm sunmadan sona erer:

"Sonra birbirlerine danışarak epey bir süre konuştular, gerekli gizlilikten nasıl kaçınacakları, aldatma, farklı şehirlerde yaşama ve birbirlerini uzun süre görememeleri üzerine konuştular. Bu dayanılmaz esaretten nasıl kurtulacaklardı? (...) Şurası açık seçikti, ikisi için de önlerinde uzun, uzun bir yol vardı ve bunun en karmaşık, en zor kısmı daha yeni başlıyordu."

Nabokov, bu alışılmadık son hakkında şunu yazmıştır:

"Tüm geleneksel kurallar (...) bu harika hikâyede çiğnenmiştir (...) problem yok, düzenli dönüm noktası yok, sonunda amaç yok. Ve şimdiye kadar yazılmış en büyük hikayelerden biridir."

Tarihsel arka planı

1898-99 kışında Yalta'da yaşarken "Çehov da 1901'de evleneceği oyuncu Olga Knipper'e aşık olmuştu. Gurov ve Anna'nın müşfik ilişkisini Çehov'un yeni keşfedilen aşkı ışığında görmek cazip geliyor."

"Anna ve Dmitry gibi Olga ve Anton da gezinti yolunda dolaşıyorlardı ve o yaz Oreanda'daki manzaradan okyanusa hayran kaldılar; Anna gibi Olga Knipper da bir Alman soyadına sahipti; Anna ve Dmitry gibi Olga ve Anton da ayrı yaşamak zorunda kaldılar."  Hem Anna hem de Olga, erkek partnerlerinden yaşça daha küçüktür.

Yayım tarihi

Hikâye, Çehov'un ilerleyen tüberkülozu nedeniyle sıcak iklimden yararlanmak için doktorunun tavsiyesine uyarak gittiği Yalta'da yazılmıştır. İlk olarak 1899 Aralık tarihli Russkaya Mysl (Rusça Düşünce) dergisinde "Bir Hikâye" ("Rasskaz") alt başlığıyla yayımlandı. O zamandan beri pek çok koleksiyonda ve dilde yayımlandı ve Çehov'un en bilinen hikâyelerinden biri oldu.

29 Şubat 2020 Cumartesi

Tadımlık: “Çağdaşlarının Anılarıyla Anton Pavloviç Çehov”




Kaynak: https://parsomenfanzin.com/



Anton Pavloviç Çehov’un çağdaşı kültür sanat insanlarının yanı sıra onu yakından tanıyan akrabalarının, arkadaşlarının anılarına ve tanıklıklarına yer veren bu kitapta Çehov’un hem edebiyat ve sanatla ilgili görüşlerini hem de “insani” tarafını yansıtan yazılar yer alıyor.


Çehov’un kardeşi Mihail Pavloviç Çehov’un yazısından tadımlık bir bölüm:



Anton Çehov’un Yaz Dinlenceleri

Çehov ailesi 1876’da Taganrog’dan göçtü, Anton Pavloviç ise gimnaziyayı (lise) bitirdikten sonra olgunluk diploması almak için 1879’a dek orada kaldı. O zamanlar kimsenin kır evi denen, yazın oturulacak yerlerden haberi yoktu; köyde çiftliği ya da çevrede bağı-bahçesi olmayanlar bütün yazı kentte sıcaktan kavrularak geçirmek zorundaydılar. Çehovlar da bu ailelerden biriydi. Ailede beş oğlan, bir kız çocuk vardı.[1] Yıl sonu sınavları bitince oğlan çocukları kendi sınıf arkadaşları, komşu çocukları ile birlikte mahallelerinden dışarı ayrılmazlar; sıcak havalar dolayısıyla hep yalınayak gezerlerdi. Geceleri kapalı odalarda uyumak kolay mı? Avluya, evin arkasındaki küçük bahçeye kerevetler atılır, geceleri bunların üstünde yatılırdı. O sıralar 5. sınıf öğrencisi olan Anton Pavloviç kendi diktiği yabanüzümünün altında uyurdu hep, o yüzden “İncir ağacı altında Eyüp Peygamber!” diye ad takmıştı kendisine. O kuytuda yatarken şiirler dizer, manzum bir masal yazmayı düşlerdi. Yazdıklarından birkaç dize hatırımdadır:

Hey, ağalar, neredesiniz, hey!
Bakın, gidiyor ihtiyar Aggey.
Size anlatacak bir masalı var,
İvan ile Savraska kahramanlar…

O çağlardaki tüm okul çocukları gibi Anton Pavloviç de şiiri düzyazıya yeğliyordu.

Evimizin yan bölmesinde S. adında yaşlı bir kadın otururdu. Kadının peltekliği yüzünden Anton Pavloviç ona hep “Şamşa” derdi. İşte bu “Şamşa”nın İraida adında, okula giden küçük bir kızı vardı; geleceğin yazarı, anlaşılan ondan çok hoşlanıyordu. Ama kıza kur yapması da kendine özgüydü. Bir pazar günü İraida hasır şapkasını başına geçirmiş, kelebekler gibi giyinmiş, evden çıkarak öğle ayinine kiliseye gidiyor. Tam o sırada Anton Pavloviç semaver yakmaktadır. Kız önünden geçerken onunla ilgili güldürücü bir şey söyler. Kız buna kızarak somurtur, ağabeyime “mujik” (kaba köylü) der. Beriki altta kalır mı? Yanındaki boş kömür çuvalını kaptığı gibi kızcağızın hasır şapkasına indirir. Bunun üzerine bir kızılca kıyamettir kopar, kömür tozundan göz gözü görmez olur. Başka bir gün de aynı İraida bir nedenden ötürü duygulanarak evin çevresindeki çitin tahtaları üstüne bir şiir yazar. Anton Pavloviç de tebeşiri alır, ona şu karşılığı verir:

Ey, etekli çit ozanı,
Önce kendini tanı!
Git bebeğinle oyna sen,
Bırak da şiir yazmayı!

Yattığımız derme çatma kerevetlerden erkenden kalkardık. Kimi günler annemiz Yevgeniya Yakovlevna’nın akşamdan Anton’a ya da İvan’a tembihleri olurdu, erkenden pazara gitsinler de öğle yemeğine yiyecek bir şeyler getirsinler diye. İlkokula yeni başlamıştım, ağabeylerimin peşine ben de takılırdım. Bir keresinde Anton Pavloviç canlı bir kaz aldı. Eve gelinceye dek hayvancağızı tartakladı durdu. Niçin öyle yaptığını sorduğumuzda;

“Kaz avazı çıktığı kadar bağırsın da herkes bizim kaz yediğimizi öğrensin,” karşılığını verdi.

Pazar yerinde Anton Pavloviç gözünü ötücü kuşlardan, güvercinlerden ayırmazdı. Bu işten çok iyi anlarmış gibi güvercinlerin tüylerine bakar; hangisi taklacı, hangisi yabancıl diye cinslerini anlamaya çalışırdı. Güvercinlerin satıldığı yerde Yera Dubodoglo gibi kuş meraklısı, saka, kanarya avı üstüne konuştukları çocuklar da bulunurdu. Aslında Anton Pavloviç’in kendi güvercinleri vardı evde. Ayak işlerimizi yapan, güvercin delisi Mişka Çeremisov adındaki haşarı oğlanla birlikte her sabah güvercinlikten kuşları dışarı salarlardı. Mişka, kilisede vaaz dinlemeyi pek sever, eve döndüğümüz zaman da kendisi bizlere vaaz yazardı. Ancak kullandığı her sözcük nedense büyük harfle başlardı ve deli saçması şeylerdi hepsi de. Anton Pavloviç bu vaazların en hevesli dinleyicisiydi, kimi zaman Mişka’ya kendisi de böyle şeyler yazdırırdı. İki ağabeyim Aleksandr ile Nikolay, birisi üniversitede, birisi de güzel sanatlar akademisi resim bölümünde okumak için Moskova’ya gittiklerinde Mişka onlara gönderdiği mektuplarda aynı tarz vaazlar yazmayı sürdürdü. Ancak ağabeylerim, Anton’un yazdıklarını ötekilerden ayırt etmekte güçlük çekmezlerdi. Bu vaaz-mektuplardan biri şöyle başlıyordu: “Din kardeşlerim. Şeytanın yolundan ayrılmayınız…”

Her gün denize yüzmeye giderdik. Yolda tanıdık çocukları da çağırdığımız için bir yığın çocuk toplanırdık deniz kıyısında. En çok gittiğimiz yer, denizin içinde yarım kilometre yürüdükten sonra derinliğin ancak boğazımıza geldiği bir yunaktı. Anton Pavloviç’in iki kara köpeği yanımızdan ayrılmazdı. Denizde saatlerce oyalandığımız için dönüşte susuzluktan dilimiz damağımıza yapışırdı. İşte İtalyan Sokağı ile bizim sokağın kesiştiği yerdeki bir çadır ve arkadaşlardan birinin cebinden çıkacak bir kapik bizi susuzluktan kurtarırdı. Bu çadırda koca bir ağaç tas dolusu kvas[2] bir kapiğe satılırdı. Hangimizin cebinde bir kapik varsa yaşadık! Her birimiz tasın bir kenarına yapışırdık. Aramızdan birinin şans yüzüne gülerse denizden “bolbirka” dediğimiz nesneyle dönerdi eve. Bu, bölgemiz balıkçılarının parça parça keserek ağlarına mantar yaptıkları bir çeşit ağaç kabuğuydu. “Bolbirka” bulan çocuğun o gün neşesine diyecek olmazdı. Her yönde kolayca kesilebilen ağaç kabuğunu alıp bir köşeye çekilir; ondan isterse bir gemi, isterse bir adam heykeli oyardı. Antoşa talihin sık sık yüzüne güldüğü çocuklardan biriydi.

Balık avı da sevdiğimiz uğraşlardandı. Ancak bunun için başka bir yere giderdik. Limanın yakınlarına koca koca taşlar atarak sözde rıhtım yapmışlardı. İşte oraya gider, en başta izmarit olmak üzere çeşitli balıklar tutardık. Bir keresinde yılın günleri sayısında, tam 365 izmarit yakalamıştık; bunları sonra tuzlayıp saklamak istedik, fakat kokmaya başlayınca hepsini attık. Bazen balık avcılığına ara vererek yüzerdik. Bastığımız yerlerde keskin kenarlı taşların bulunması vız gelirdi bizlere. Anton Pavloviç bir gün denize nasıl daldıysa alnı yarılmış olarak çıktı. Alnının sol yanında, saçlarının dibindeki yara izi hep öyle kaldı; hatta gimnaziyayı bitirip Taganrog’dan üniversiteye girmek üzere Moskova’ya geldiğinde, tanıtıcı bir işaret olarak bu iz kimlik kartına da işlenmişti.

Gezmek için belediye bahçesine pek seyrek giderdik, hele kent dışına çıkmamız daha da seyrekti. Çocukluğum süresince ailece bir köye yalnızca bir kez gittik, bundan başkasını anımsamıyorum. Burası Kriniçka adında bir köydü. Aleksandr ağabeyim şeker kâğıtlarından kendine geniş siperlikli bir şapka yapmıştı, hiç istemediği halde garip şapkasıyla bindiğimiz arabanın atını ürküttü. O zaman 16 yaşlarında bulunan ağabeyim İvan ise nereden bulduysa, açılır-katlanır bir silindir şapka edinmişti, yola bununla çıkmayı tasarlıyordu. Ağabeyim Antoşa’ya gelince, onun şaklabanlıklarının sonu yoktu. Annemiz Yevgeniya Yakovlevna yolluk olarak aklına ne geldiyse pişirip hazırlamıştı. İvan Fiyodoriç adındaki bir adamın arabasını tutmuştuk. İçerisine halılar, battaniyeler döşedik, yastıklar koyduk; arabacının kendisini saymazsak bu küçücük at arabasına tam 7 kişi sıkıştık: Annem, kız kardeşim Maşa, ağabeylerim kâğıt şapkalı Aleksandr, silindir şapkalı Nikolay, hiç şapka giymemiş olarak Anton, İvan ve ben. 70 kilometre gidiş, 70 kilometre dönüş bu sıkışık durumda yolculuğa zor dayandık; üstümüzü soyunduk, silindir şapkalı Nikolay, Anton’un “Şaşı” diye takılmalarına, türlü şakalarına ister istemez yol boyunca katlandı.

“Hey, Şaşı, ver bir sigara da tüttürelim! Çarpık surat, sigara saracak tütünün var mı?..”

Kentin dışına çıktık, Yahudi mezarlığını geçtik, kiliseleri ırmağın karşı kıyısında bulunan, geniş düzlükteki Mius Kasabası serildi gözümüzün önünde. Annem çan kulelerinde ışıldayan haçları görünce çabuk çabuk istavroz çıkarmaya başladı, biz ise evde yeterince dua ettiğimiz için kiliselerin görkemli görünüşüne aldırmadık bile. Ovanın enginliği karşısında hepimiz özgürlüğe kavuştuğumuzu hissetmiş olmalıyız. Temmuz güneşi otları kavurduğu halde bozkır bize hiç de çıplak gözükmedi. Kentte o güne dek görmediğimiz kuşlar, yuvalarından dışarı çıkıp arka ayaklarının üstünde dikilerek ıslık çalan, biz geçip giderken şaşkın şaşkın arkamızdan bakan geleniler en çok ilgimizi çeken yaratıklardı. Küçük ağabeyim İvan’ın huysuzlukları sinirimize dokunduğu için Anton ona çıkıştı:

“Susacak mısın bakayım kaynana zırıltısı! Yoksa ben sana ne yapacağımı bilirim!”

Arabacımız İvan Fiyodoriç bu durumda ne desin? Adamcağız babacan bir tavırla başını sallayarak;

“Dur be delikanlım! Geriye dönüşte hepinizi arabama alacağım, ama İvan’ı bindirmeyeceğim,” demekle yetindi.

İlk molayı Sambek’te, ırmak kıyısında verdik. Atı koşumundan çözdük, lapa pişirdik, yemeği yere yaydığımız halının üstünde yedik. Ateşi Aleksandr ile Anton yakmışlardı. Yemek piştiği sırada Nikolay silindir şapkasını çıkarmadan otların üstünde yatarak, gözleri kısık, hülyalı bakışlarla enginlere dalıp gitmiş; ayakkabısını değiştiren İvan ise burnunu çekip durmuştu.

Sonra sırayla Abrosimovka’yı, Migrina’yı, Çutina’yı geçerek ancak akşamüzeri, güneş batmadan Kriniçka’ya varabildik. Burası öbür köylerden bir ayrımı olmayan büyücek bir köydü. Köy kilisesinin yanındaki kuyunun soğuk bir suyu vardı. Bu su şifalı sayıldığı için hemen yakınına bir baraka yapılmıştı, oradan gelip geçenler kuyudan bir kova su çekerek barakada yıkanırlardı. Kriniçka’ya girdiğimiz sırada, yol boyunca Nikolay’ın silindiriyle aklını bozmuş bulunan Anton daha fazla dayanamadı, eliyle vurduğu gibi şapkayı yere düşürdü. Terslik bu ya, şapka yuvarlandı yuvarlandı, arabanın tekerinin altına düştü, teker üzerinden geçerek şapkanın tellerini dışarı fırlattı. Ama Nikolay hiç sesini çıkarmadı, telleri yanlardan fırlamış silindiri bir şey olmamış gibi başına geçirerek yolculuğu sürdürdü. Bu arada Aleksandr’ın şöyle bağırdığını duyduk:

“Bak buraya hanım kızım! Git de babana kent manastırından ilahiciler korosunun geldiğini söyle!”

Araba evlerden birinin önünde yeni durmuştu ki, Aleksandr ile Anton ellerine nereden geçtiyse bir ağ kaparak ırmağa balık avlamaya gittiler. Yakaladıkları beş tane küçük çapak balığı ile yüzlerce yengeçten ertesi gün annemiz bize lezzetli bir öğle yemeği pişirdi.

Kriniçka’da dolu dolu iki günümüz geçti. Bu arada Aleksandr ile Anton’un balık yakaladıkları ağın, bunu ödünç veren kişinin eline ulaşmadığı anlaşıldı. Bir kadın geldi, ağın parasını koparmak niyetiyle bir sürü şamata yaptı. Anton kızarıp bozararak ağı gerisingeriye eski yerine bıraktıklarını söyleyip duruyordu. Ama Aleksandr ne yapsa beğenirsiniz? Kadının gözünün içine bakarak kuyruklu bir yalan kıvırdı:

“Karşınızda kim var biliyor musunuz? On ikinci derece devlet memuruyum ben! Avrupa insan haklarına dayanarak iftiradan dolayı hakkınızda dava açacağım!”

Garip değil mi? O saf insanların yaşadığı çağda bu sözler ağın bulunup yerine konması için yetti de arttı bile…

Kriniçka’dan ayrılarak yeniden yola koyulduk, arabamızı 20 kilometre uzaklıktaki Kniyajaya köyüne, dedemin yaşadığı yere sürdük. Dedemiz Yegon Mihayloviç o zaman Kont Platov’un, 1812 seferinde (Napolyon’a karşı) savaşmış ünlü bir atamanın oğlunun çiftliğini yönetiyordu. Kniyajaya’ya vardığımızda kendi haline bırakılmış bir bey konağı ve ırmak kıyısında uzayıp giden geniş bir bahçeyle karşılaştık. Dedem ile ninem konağın yanında, kendi elceğizleriyle yaptıkları küçük bir kulübede oturuyorlardı. Biz gelince hepimizi bey konağına yerleştirdiler. Gelgelelim bütün gece pire ısırmasından kimse gözünü kırpmadı, oysa konak yıllardır boş duruyormuş. Çiftliğin meyve bahçesinin olması, bizi kısıtlayan bir engelin bulunmaması, özellikle de ana-babamızın baskısından kurtulmamız delicesine sevinmemize yetti. Anton orada da Nikolay’ın yakasını bırakmadı, hep silindiriyle alay etti. Talihsiz silindirin sonu burada gelecekmiş meğer. Nikolay ırmakta yıkanırken bile şapkasından ayrılmıyordu. Hep birlikte ırmağa girdiğimiz bir sırada Anton arkadan gizlice yaklaşarak Nikolay’ın başından silindiri suya düşürdü. Silindir bir süre ırmağın akıntısında yüzdü, sonra boğulan bir adam gibi su yutarak derinlere gömüldü gitti.

O yıl Anton Pavloviç yakalandığı bir hastalıktan ötürü az kalsın tahtalıköyü boyluyordu. Evimizde birkaç yıl pansiyon kalmış, ticaret mahkemesinde çalışan Gavriyil Parfentyeviç adında küçük bir memur vardı. Adam gündüzleri görevini yürütür, akşamları da kulüpte büyük paralarla kumar oynardı. Bu işi öylesine ilerletti ki, birkaç yıl sonra altına bir araba çekti, çiftlik aldı, bir sürü para-pul edindi. Kumardan zengin olmuş bu talihli kişinin İvan Parfentyeviç adında bir kardeşi vardı. Adamda para şinanay. Ancak onun da talih yüzüne güldü; Fedosya Vasilyevna adında varlıklı bir dulla evlenerek Taganrog yakınlarındaki büyük bir çiftliğe kondu. Anton Çehov yapıtlarında Fedosya Vasilyevna’ya birkaç kez yer vermiştir, “İvanov” adlı piyesindeki Ziyuziyuşka frenküzümü reçeline düşkünlüğüyle bu kadının uzantısıdır. İşte bu İvan Parfentyeviç bir gün Anton Pavloviç’i çiftliğine çağırır. Ağabeyim oraya giderken yolda terler, sıcağa dayanamayıp ırmağın soğuk suyuna girer. Giriş o giriş, şiddetli bir peritonite yakalanır. Aradan 20 yıl geçtikten sonra bir gün İvan Parfentyeviç’e teyzem Marfa İvanovna’nın evinde rastladığımda bana şunları anlattı:

“Baktım, Antoşa çok kötü hastalanmış. Elim ayağıma dolaştı, ne yapacağımı bilmiyorum. Yakınlarda, Yahudilerin işlettiği bir han vardı. Geceyi geçirmesi için hemen oraya kaldırdım.”

Antoşa’yı eve getirdiklerinde hastalıktan ayakta duracak halde değildi. Zayıflayıp çöken solgun yüzü gözlerimin önünden hiç gitmez. Hastaya bakması için çağırdıkları gimnaziya doktoru Şrempf, Alman şivesiyle her sözünden sonra;

“Bak Antoşa, eğer sağlığına kavuşmak istiyorsan şöyle yap, böyle yap…” diye öğütler yağdırmıştı.

Telaşlanan annem bir yandan tavada keten tohumundan lapa hazırlıyor, bir yandan da Antoşa’nın içmesi için badem ezip suyunu çıkarıyordu. Bense Aleksandr I. Yontusu’nun (heykelinin) karşısındaki Melher’in eczanesine koşuyordum ikide birde. Ağabeyime aldığım hapların hepsinin üstünde “Covin, Paris” yazısı vardı. Anton Pavloviç doktor çıktıktan sonra bu hapların bir işe yaramadığını, hapı çıkaranın reklamı için piyasaya sürüldüğünü söyledi.

Atlattığı hastalığın Anton Pavloviç üzerinde derin izleri kaldı. Ağabeyim, geçirdiği bu ilk ciddi hastalıktan ötürü öğrencilik yıllarında şiddetli basur ağrılarının başladığını söylerdi.

İvan Parfentyeviç’in onu götürdüğü yolcu hanı ise ünlü yazarımızın “Bozkır” adlı uzun öyküsüne konu olmuştur. Orada karşılaştığı sevimli Yahudiler Moisey Moiseyeviç, karısı ve kardeşi Solomon biçiminde “Bozkır”da yeniden canlandılar.

Yukarıda da belirttiğim gibi, Çehov ailesi 1876’da Taganrog’dan Moskova’ya göçmüştür. Anton Pavloviç gimnaziyanın 6., 7., 8. sınıflarını bitirmek için Taganrog’da kaldığından orada geçen yaşamını bilemeyeceğim. Bu üç yıl içerisinde bir kere yılbaşını geçirmek üzere yanımıza gelmiş, sonra gene Taganrog’a dönmüştü. Bildiğim kadarıyla Anton Pavloviç üç yaz dinlencesini üç ayrı yerde geçirmiş. Bunlardan biri yukarıda anılan İvan Parfentyeviç’in çiftliği. Orada kaldığı sıralar, “Bozkır” öyküsünde dayısıyla birlikte büyük tüccar Varlamov’a yün satmaya giden Yegoruşka gibi, İvan Parfentyeviç’le yün satmak amacıyla bozkırda dolaşmış durmuş.

İkinci kaldığı yer, zengin dulun kocasının yeğeni Petya Kravtskov’un ailesinin yanı, üçüncüsü ise okuldan arkadaşı olup sonradan doktor çıkarak Moskova-Kursk demiryolu hattında doktorluk yapan V.İ. Zembulatov’un ailesinin yanıydı.

Taganrog’taki ev kendimizindi. Babam burasını Kniyajaya’da yaşayan dedemizin armağan ettiği, çevresi bomboş bir arsaya yapmış. Evin kurulmasına elde avuçta ne varsa hepsi harcandığı için, eksik kalan 500 ruble de kentin yardım sandığından ödünç alınmış. Borç senedine kefil olarak, bu sandıkta çalışan Kostenko adında biri imza atıyor. Babam uzun süre senedi ödeyemeyince parayı karşılama yükümlülüğü kefil Kostenko’ya düşüyor, o da borcu ödeyip ticaret mahkemesinde karşı dava açıyor. O zamanlar borcunu ödeyemeyenleri zindana tıkarlarmış. Ne yapsın babam? Kaçmaktan başka çıkar yol yok. Kaçacak, ama nereye? O sıralar büyük ağabeylerim Aleksandr ile Nikolay, Moskova’da okumaktalar. Böylece bize Moskova yolları açılıyor. Çehov ailesinin oraya göçmesinin nedeni bu borç senedidir işte.

Ödenmeyen senedin davası ticaret mahkemesinde sürüyor. Aile dostumuz Gavriyil Parfentyeviç ise orada memur. Dosya incelemeden geçiyor ve koskoca ev, herhangi bir satış işlemi filan yapılmadan, 500 rubleyi cebinden çıkarıp veren Gavriyil Parfentyeviç’e bir kapik fazla ödetilmeksizin devrediliveriyor. Evimiz başkasının eline geçince annem çok üzülüyor, çünkü Taganrog’la son bağımız da bir daha kurulamamacasına böyle kopmuştur. Devir işlerinin yapıldığı sıralar Antoşa baba evinde kalmaktadır, ev yeni sahibinin eline geçerken içindeki delikanlıyla birlikte geçer. Gavriyil Parfentyeviç’in kardeşi İvan’ın, yukarıda belirtildiği gibi Petya Kravtsov adında bir yeğeni vardır. Çocuk, Donetsk bölgesinde Kazak asıllı bir toprak ağasının oğludur, askeri liseye girmeye hazırlanmaktadır. Doğup büyüdüğü baba evinde kalmak, bir de karnını doyurmak karşılığında bu çocuğa ders çalıştırmak işi Antoşa’ya düşer. Zamanla çocuğu sever, yakın arkadaş olurlar. Yaz dinlencesi başladığında Petya yeni arkadaşını babasının çiftliğine çağırır, birlikte giderler. Anton Pavloviç sonra bana, Amerikan tarzı bu ilkel çiftlikte geçirdiği günleri anlata anlata bitirememişti. Tüfek atmayı, kara avcılığının tüm güzeliklerini, gem tanımaz atlara binip caka satmayı hep orada öğrenmiş. Çiftlikte çok azgın köpekler varmış, geceleri bir şey için avluya çıkmak gerektiğinde ev sahiplerinden birini uyandırırmış. Kümes hayvanları kendi başlarına öylesine başıboş üreyip çoğalmışlar ki, geceleri canlarının çektiği yerde tünerlermiş. Eğer yemeğe tavuk pişirmek isterlerse bunları tüfekle vurmak gerekiyormuş. İlk taşkömürü çıkarma ve demiryolu döşeme furyası o bölgede başlamıştır. Anton Pavloviç’in yapıtlarında yankısını bulan; maden ocaklarından yukarıya kömür çıkaran teknelerin bağlarından kopup aşağı yuvarlanması (“Vişne Bahçesi”), ovada demiryolu setlerinin yükselmesi (“Ateşler/Işıklar”), katardan ayrılan bir yük vagonunun kendi başına yürümesi (“Korkular”) büyük yazarın burada gözlemlediği olaylardan kaynaklanır. Anton Pavloviç doktor ve yazar olduktan sonra Petya’yı unutmamış; resimli dergilerin ek olarak verdiği, taşbasması resimlerden arkadaşına bol bol göndermişti. Petya bir gün ağabeyime gönderdiği teşekkür mektubunda, değerli tabloların kopyaları olan bu taşbasması renkli resimleri ana-babasının nitelik bakımından değil de nicelik bakımından değerlendirdiklerini yazmıştı. Ağabeyim ne denli çok resim gönderirse o denli çok seviniyorlarmış ihtiyarlar.

Anton Pavloviç okul arkadaşı V.İ. Zembulatov’un ailesinin yanına gene bir yaz dinlencesine gitmiştir.[3] Öğrencilik günlerinde herkese bir ad taktığı gibi bu tombul arkadaşına da Makar derdi. V.İ. Zembulatov okuyup saygıdeğer bir doktor olduktan sonra da aynı ad onunla yaşadı gitti. Okulda Yunanca dersinde öğretmeni “mutlu” sözcüğünün Yunanca karşılığını sorunca çocukcağız “mâkar” diyeceği yerde (Rusça’daki erkek adına benzerliği dolayısıyla yanlış vurguyla) “makâr” deyivermiş. Vay, sen misin böyle söyleyen? O andan sonra Antoşa arkadaşını yeniden vaftiz ediyor.[4] Yalnız gimnaziya süresince olsa gene iyi, üniversitede de öyle, tüm yaşam boyunca da… Yazgımızın Anton ağabeyimle bizi üç yıl birbirimizden ayırmış olmasından ötürü her zaman üzüntü duymuşumdur, bu üç yıl onun özel yaşamıyla ilgili büyük bir bilgi boşluğu bıraktı bende. Gene o günlerden kalma bir olay daha var. Bunu bana A.S. Suvorin anlattı. Anton Pavloviç artık dünyada yoktu o zamanlar. Suvorin’e de kendisi anlatmış. Antoşa daha öğrenciyken bir kuyunun başında dikilmiş, sudaki yansımasını seyrediyormuş. O sırada on dört-on beş yaşlarında bir kız arkadan su almak için yaklaşmış. Kızın güzelliği geleceğin yazarını öylesine büyülemiş ki, onu kucaklayarak öpmeye başlamış. Sonra yan yana durmuşlar, sessizce suya bakmayı sürdürmüşler. İkisi de kuyunun başından gitmek istemiyorlarmış, kız su almaya geldiğini çoktan unutmuş… Kadınla erkeğin ilk bakışta birbirine vurulmaları, karşılıklı sevgi akımı üzerinde konuştukları bir sırada büyük yazarımız anlatmış bu olayı Suvorin’e.

Anton Pavloviç üniversiteye girmek amacıyla 1879’da Moskova’ya geldi ve bir daha da Taganrog’a dönmedi. O zamanlar çok yoksul bir yaşantımız vardı. Graçi semtinde, Nikolay Kilisesi’ne ait bir evin bodrumunda oturuyorduk. Üniversiteye girdikten sonra Anton Pavloviç yazlık nedir, dinlencelerde kentin dışına çıkmak nedir bilmedi. Yalnızca gördüğü yerler, sonraları Karmakarışık Öyküler’de bir güzel alaya aldığı Bogorodski, Sokolniki gibi Moskova yakınlarındaki yazlık ev tutulan köylerdi. Yazın bunaltıcı sıcağında Moskova’da canının pek sıkılmadığını sanıyorum. Çünkü yeni yeni arkadaşlar edinmiş, yazın (edebiyat) çevresine girmiş, gazetelerle, dergilerle ilişki kurmuş, yayın organlarının yönetim yerlerinde aranan kişi olmuştu. Ağabeyim Nikolay ile ikisinin Taganrog’a gitmeleri, orada teyzem Marfa İvanovna’nın erkek kardeşinin (İ. İ. Lobod) düğününe katılmaları, hatta güveyin sağdıcı olmaları o yılların bir kışına rastlar. Düğünde öylesine çılgınca eğlenmişler ki, iyice kafayı bulunca tıpası açılmamış birkaç şişe şampanyayı kaptıkları gibi pencereden dışarı fırlatmışlar. Teyzem sonra bana anlatmıştı. Bahar gelip de karlar eridiğinde şişeleri bahçede sapasağlam bulmuşlar, ağabeylerimi anarak şereflerine içmişler. Bu gezinin anısı olarak büyük bir kâğıda Nikolay’ın çizdiği bir karikatür kaldı. Alt yazısını “Antoşa Çehonte” diye imzalayan Anton Pavloviç sonra bunu Zritel (İzleyici) dergisinde bastırmıştır. Alt yazının başlığı sanıyorum şöyleydi: “Evlenme Mevsimi”. Yazı ise şu sözlerle sürüp gidiyor: “Bay sağdıçlar, kör şeytanlar, durun! Mariya Vlasovna kendinden geçti…”

1880 yılında ağabeyim İvan Pavloviç kilise okullarına öğretmen olmak için sınava girip kazandıktan sonra Moskova iline bağlı Voskresensk Kasabası’na atandı. Kasabanın bir kilometre dışında Novıy Yerusalim (Yeni Kudüs) adında ünlü bir manastır vardı, burası Filistin’deki Kudüs Kilisesi’ne tıpatıp benzetilerek yapılmıştı. Kasabanın bu manastıra bağlı tek okulunun tek öğretmeniydi ağabeyim İvan. Okulun koruyuculuğunu üzerine alan, tanınmış kumaş sanayicisi Tsurikov hiçbir masrafı esirgemediği için öğretmen lojmanı diye geniş bir yer yaptırmıştı. Dayalı döşeli bu geniş ev bekâr bir öğretmene bol bol yeterdi. Moskova’da yoksul bir bodrum katına tıkılıp kalan Çehovlar için bulunmaz bir fırsat çıkmıştı. Yazın Mişa (Mihail) ile Maşa’nın (Mariya) sınavları bitip okullar kapanınca annem Yevgeniya Yakovlevna ikisini kaptığı gibi yaylağa götürdü,[5] yeni ders yılı başlayıncaya değin Voskresensk’ten dönmedi. Kasabada o zamanlar Albay Mayevski’nin komuta ettiği bir topçu bataryası vardı (“Üç Kız Kardeş”). Voskresensk’e gelir gelmez İvan Pavloviç’i evine çağıran Mayevski, onun, kızları Anya ile Sonya’ya ders vermesini istedi. Bunların, Alyoşa adında küçük bir erkek kardeşleri daha vardı (“Çocuklar”). Mayevski ailesi gibi kasabaya kendi havasını veren ikinci bir aile bulunuyordu Voskresenk’te: Çiftçi birlikleri kurulması tasarısını ilk ortaya atan ünlü P.D. Golohvatsov ile yazdığı bir piyes Moskova’da Malıy Teatr’da (Küçük Tiyatro) oynayan karısı Olga Andreyevna çifti. Bataryada görevli Üsteğmen Y.P. Yegorov, Çehov kardeşlerle yakından tanışarak Anton Pavloviç’in “Zolotaya Kosa” (Altın Tırpan) öyküsünde yerini almıştır. Üsteğmen Y.P. Yegorov ordudan ayrıldıktan sonra Nijegorod’da çiftçi birliği başkanı olmuş, 1892’de oraya giden Anton Pavloviç’le birlikte kıtlıkla savaşım kampanyasına katılarak köylüye beygir sağlanması konusunda çalışmıştır.

Anton Pavloviç üniversite yıllarında yazları Voskresenk’e birçok kez gidip gelmiştir. Orada ilk elde pek çok tanıdık edindiği biliniyor. Geniş siperlikli şapkası, siyah peleriniyle her gezide yer alır; akşamları büyük gruplar halinde dolaşırlardı. Küçüklerin önde cıvıl cıvıl gülüşerek koşuştukları bu akşam gezintilerinde büyükler günün konuları üstünde ciddi konuşmalara dalarlardı.

Anton Pavloviç 1881’den başlayarak, o zamanlar çiftçiler birliği doktoru olarak ün yapan P.A. Arhangelski’nin yönettiği, Voskresensk’ten 2 kilometre uzaklıktaki Çikinsk Çiftçiler Birliği Hastanesi’nde hastalara bakmaya başlamıştır. P.A. Arhangelski herkesle kolayca anlaşan bir kişiydi, tıbbiyede okuyan gençler çevresinden eksik olmazlardı. Sonradan her biri kendi alanında üne erişen doktorlardan V.N. Sirotinin, D.S. Tauber, M.P. Yakovlev ile Anton Pavloviç bu hastanede tanıştılar. Gündüzleri çok çalışıp yorulan tıp öğrencileri akşamları tek başına yaşayan Dr. Arhangelski’nin evinde toplanırlar, liberal görüşler ileri sürmekten çekinmezler, edebiyat üzerinde, bilimsel konularda tartışmalara girerlerdi. Saltıkov-Sçedrin gençlerin taparcasına sevdiği bir yazardı, onu dillerinden düşürmezlerdi. Turgenyev de çok okunan yazarlardan biriydi.

1884’te tıp fakültesi bitince Anton Pavloviç, Çikinsk Hastanesi’ne doktor olarak geldi. “Kaçak”, “Ameliyat” vb. öykülerinin konuları buradan alınmıştır. Voskresensk kasabası posta müdürü Andrey Yegoriç’le tanışması sonucu “Rütbe Yükseltme Sınavı” adlı öyküsünü yazar.

Mihail Pavloviç Çehov

[1] Yaş sırasına göre kardeşlerin adları: Aleksandr, Nikolay, Anton, İvan, Mihail, Mariya.
[2] Ekmek, meyve ve sebzenin suda bekletilmesinden elde edilen ekşimsi bir içecek – ç.n.
[3] Zembulatovlar Taganrog yakınlarında Kotlomino adında bir çiftlikte oturuyorlardı.
[4] Vaftiz etmek burada “ad takma” anlamında – ç.n.
[5] Yazla birlikte kırlara otlamaya götürülen kuzulara, oğlaklara benzetiliyor – ç.n.

22 Aralık 2019 Pazar

Memurun Ölümü



Anton Çehov

Çeviren: Mehmet Özgül



Güzel bir akşam vaktiydi. Yazı işlerinde memurluk yapan İvan Dimitriç Çerviakov tiyatroda önden ikinci sıradaki bir koltuğa oturmuş, dürbünle “Kornevil' in Çanları” adlı oyunu izliyordu. Adamın oturuşuna bakılırsa mutluluğun doruklarında olmalıydı. Derken, birdenbire... Öykülerde sık sık rastlanır “derken, birdenbire,” sözüne. Yazarların hakkı var, yaşam beklenmedik şeylerle öylesine dopdolu ki!.. İşte sevimli Çerviakov’un suratı böyle birdenbire buruştu, gözleri kaydı, soluğu daraldı. Dürbününü gözünden indirdi, öne eğildi ve hapşu!!! Aksırmak hiçbir yerde, hiçbir kimseye yasaklanmamıştır. Köylüler de aksırır, emniyet müdürleri de, hatta müsteşarlar da. Yeryüzünde aksırmayan insan yok gibidir. Çerviakov hiç utanmadı, mendiliyle ağzını, burnunu sildi; kibar bir insan olduğu için, birilerini rahatsız edip etmediğini anlamak amacıyla çevresine bakındı. İşte o zaman utanılacak bir durum olduğu ortaya çıktı. Tam önünde, birinci sırada oturan yaşlı bir zat başının dazlağını, boynunu mendiliyle çabuk çabuk siliyor, bir yandan da homurdanıyordu. Çerviakov, Ulaştırma Bakanlığı’nda görevli sivil paşalardan Brizjalov' u tanımakta gecikmedi. “Tüh, adamın üstünü kirlettim! Benim amirim değil ama ne fark eder? Bu yaptığım çok ayıp, kendisinden özür dilemeliyim.” diye düşündü. Birkaç kez hafifçe öksürdü, gövdesini biraz ileri verdi, paşanın kulağına eğilerek; 

– Bağışlayın, beyefendi! diye fısıldadı. İstemeyerek oldu, üzerinize aksırdım. 

– Zararı yok, zararı yok... 

– Affınıza sığınıyorum, efendim, hoş görün bu hareketimi. Ben... ben, böyle olmasını istemezdim. 

– Oturunuz, lütfen! Rahat bırakın da piyesi izleyelim. 

Çerviakov utandı, alık alık sırıttı, sahneye bakmaya başladı. Temsili tüm dikkatiyle izliyor ama artık zevk almıyordu. İçini bir kurt kemirmeye başlamıştı. Perde arasında Brizjalov’un yanına sokuldu, yanından şöyle bir yürüdü, çekingenliğini yenerek; 

– Efendimiz, üstünüzü... şey... Bağışlayın! Oysa ben... böyle olmasını istemezdim... 

Paşa öfkelendi, alt dudağını gevelemeye başladı. 

– Yeter artık siz de! Ben onu çoktan unuttum, oysa siz... 

Çerviakov paşaya kuşkuyla bakarak, “Unutmuş! Ama gözleri sinsi sinsi parlıyor, benimle konuşmak bile istemiyor! Aksırmanın çok doğal bir şey olduğunu söylemeliydim ona. Yoksa kasten tükürdüğümü sanabilir. Şimdi değilse bile sonradan böyle gelir aklına. Oysa hiç istemeden oldu.” diye düşündü. Çerviakov eve gelir gelmez, yaptığı kabalığı karısına anlattı. Ancak karısı, görünüşe bakılırsa, bu işe gereken önemi vermedi. Başlangıçta biraz korktuysa da paşanın başka bir bakanlıktan olduğunu öğrenince pek umursamadı. 

– Gene de gidip özür dilesen iyi olur, dedi. Toplum yaşamında nasıl davranılacağını bilmediğini sanabilir. 

– Ben de bunun için çabaladım durdum. Ondan birkaç kez özür diledim ama o çok tuhaf davrandı, beni yatıştıracak tek söz söylemedi. Hoş, konuşacak pek vakti yoktu ya... 

Ertesi sabah Çerviakov güzelce tıraş oldu, yeni üniformasını giydi, Brizjalov’u makamında görmeye gitti. Kabul odasına girince orada toplanan birçok dilek sahibini dinleyen Brizjalov’la karşılaştı. Paşa önce gelenlerle konuşuyor, onların isteklerini dinliyordu. Sıra Çerviakov’a gelince paşa gözlerini ona çevirdi. 

– Dün gece Arkadi tiyatrosunda... Eğer anımsamak lütfunda bulunursanız, aksırmış ve... istemeden üstünüzü... şey... özür... dilerim, diye konuşmaya başladı. Çerviakov; 

– Gene mi siz? Böylesine bir saçmalık görmedim! dedikten sonra başka bir dilek sahibine döndü. 

– Siz ne istiyorsunuz? 

Çerviakov sarardı, “Benimle konuşmak istemiyor, çok kızdığı belli. Ama yakasına bırakmayacağım, durumumu anlatmalıyım.” diye düşündü. Paşa son dilek sahibiyle konuşmasını bitirip odasına yöneldiği sırada arkasından yürüdü. 

– Beyefendi hazretleri! Zatınızı rahatsız etmek cüretinde bulunuyorsam, bu, yalnızca içimdeki pişmanlık duygusundan ileri geliyor. Siz de biliyorsunuz ki, efendim, isteyerek yapmadım. Paşanın suratı ağlamaklı bir duruma girdi, adam elini salladı. 

– Beyim, siz benimle alay mı ediyorsunuz? 

Bunları söyledikten sonra kapının arkasında kayboldu. Çerviakov eve giderken şöyle düşünüyordu: “Ne alay etmesi? Niçin alay edecekmişim? Koskoca paşa olmuş ama anlamak istemiyor. Bu duruma göre ben de bir daha bu gösteriş budalası adamdan özür dilemeye gelmem. Canı cehenneme! Kendisine mektup yazarım, olur biter. Yüzünü şeytan görsün!” Evine giderken düşündükleri böyleydi. Gelgelelim paşaya bir türlü mektup yazamadı, daha doğrusu iki sözü bir araya getirip istediklerini anlatamadı. Bunun üzerine ertesi gün gene yollara düştü. Paşa soran bakışlarını yüzüne dikince Çerviakov; 

– Efendimiz, dün buyurduğunuz gibi kesinlikle sizinle alay etmek gibi bir niyetim yoktu, diye mırıldandı. Aksırırken üstünüzü berbat ettiğim için özür dilemeye gelmiştim. Sizinle alay etmek ne haddime? Bizler de alay etmeye kalkarsak, efendime söyleyeyim, artık insanlar arasında saygı kalır mı? 

Suratı mosmor kesilip zangır zangır titreyen paşa; 

– Defol! diye bağırdı. 

Korkudan Çerviakov' un beti benzi atmıştı. Ancak; 

– Ne? Ne dediniz? diye fısıldayabildi. 

Paşa ayaklarını yere vurarak; 

– Yıkıl karşımdan! diye gürledi. 

Çerviakov’un karnının içinden sanki bir şeyler koptu. Gözleri bir şey görmeksizin, kulakları hiçbir ses işitmeksizin geri geri dış kapıya doğru gitti, sokağa çıktı, yürüdü... Kurulmuş bir makine gibi evine gelince üniformasını bile çıkarmaksızın kanepenin üzerine uzandı ve oracıkta can verdi.


Piyango Bileti




Anton Çehov
Çeviren: Haden Öz




Ailesiyle birlikte yıllık bin iki yüz rublelik gelirle geçinen ve yazgısından gayet hoşnut orta sınıftan İvan Dimitriç, akşam yemeğinden sonra kanepeye kurulmuş, gazetesini okuyordu.
“Bugün gazeteye bakmayı unuttum” dedi karısı masayı silerken. “Çekiliş listesinin olup olmadığına baksana.”
“Evet burada” dedi İvan Dimitriç. “Ama tarihi geçmedi mi?”
“Yoo, salı günü almıştım.”
“Numarayı söyle.”
“9,499 seri, numara 26.”
“Peki. 9,499 ve 26’ya bakacağız.”
İvan Dimitriç şansına güvenmezdi. İlkesel olarak, kazanan numaralar listesine bakmaya razı olmazdı ama şimdi yapacak başka bir şeyi olmadığı ve gazete de gözlerinin önünde olduğundan parmağıyla numara sütunlarını taradı ve ansızın, şüpheciliği ile alay edermiş gibi yukarıdan henüz ikinci satıra gelmişti ki 9,499’u gördü. Gözlerine inanamayarak, bilet numarasına dahi bakmadan gazeteyi aceleyle dizlerinin üzerine bıraktı ve adeta soğuk bir duş almış gibi karın boşluğunda hoş bir ürperti hissetti; heyecan verici, müthiş ve tatlı bir ürperti.
Sesi yankılanarak “Masha 9,499 tuttu.” dedi.
Karısı onun afallamış ve paniğe kapılmış yüzüne bakınca şaka yapmadığını anladı.
“9,499 mu?” diye sordu beti benzi atarak ve katlamış olduğu masa örtüsü elinden masanın üzerine düştü.
“Evet, evet… Gerçekten seri numarası tuttu!”
“Peki ya bilet numarası?”
“Aa evet! Bilet numarası da burada. Ama… Bekle! Hayır, demek istiyorum. Her neyse! Seri numarası tuttu! Yani, anlıyorsun işte…”
İvan Dimitriç, bir bebeğe parlak bir nesne gösterildiğinde yüzünde oluşan geniş, anlamsız gülümseme gibi bir gülüş attı karısına. Karısı da gülümsedi. İvan Dimitriç’in yalnızca seri numarasını söyleyip kazanan biletin numarasına bakmaya çalışmamış olması kocası gibi onun da hoşuna gitmişti ve bilet numarasına bakmaya çalışmadı. Kişinin olası servet umuduyla kendine azap çektirmesi, boş umutlara kapılması ne tatlı, ne heyecan vericidir!
“Bizim biletimiz” dedi İvan Dimitriç, uzun bir sessizlikten sonra. “Yani kazanmış olma ihtimalimiz var. Sadece bir ihtimal. İşte burada!”
“Ee? Baksana şimdi!”
“Biraz bekle. Hüsrana uğramak için çok vaktimiz olacak. Yukarıdan ikinci satır, yani ödül yetmiş beş bin. Para değil güç, sermaye! Bir dakika içinde listeye bakacağım ve işte 26. Peki sonra? Ya gerçekten kazanmışsak.”
Karı koca gülmeye başladılar ve sonra sessizlik oldu. Gözlerini birbirlerine diktiler. Kazanma ihtimali onları şaşkına çevirmişti. Konuşmamışlardı, hayal etmemişlerdi. Her ikisinin yetmiş beş bine neden ihtiyaçları vardı, ne satın alacaklardı, nereye gideceklerdi? Yalnızca 9,499 ve 75,000 sayılarını düşünebiliyorlar, kafalarında rakamları canlandırıyorlar ama her nasılsa artık çok yakın olan mutluluğun kendisini düşünemiyorlardı.
Gazeteyi elinde tutan İvan Dimitriç, odayı birkaç defa dolaştı. İlk etkiden kurtulduktan sonra biraz olsun hayal kurmaya başladı.
“Eğer kazanırsak” dedi, “vay canına, yepyeni bir hayatımız olacak, büyük bir dönüşüm! Bilet senin ama eğer benim olsaydı, öncelikle yirmi beş binine, elbette, gayrimenkul alırdım. On bin acil masraflar, yeni mobilya… seyahat… borçlar vesaire için. Kalan kırk bini bankaya koyar faizini alırdım.”
“Evet bir gayrimenkul iyi olurdu” dedi karısı, oturmuş, ellerini dizlerine koymuştu. Tula veya Oryol’de bir yerlerde. Öncelikle yazlık bir villaya ihtiyacımız yok. Ama öte yandan gelir getirirdi.”
İvan Dimitriç’in hayalindeki resimler kalabalıklaşmaya başladı. Her biri bir öncekinden daha zarif ve şiirsel. Bütün bu resimlerde kendini semiz, huzurlu, sağlıklı görüyordu. Sıcak bastı. Burada, buz gibi bir yaz çorbasını içtikten sonra, bir nehrin kıyısında yakıcı kumlar üzerinde sırt üstü uzanmış ya da bir limon ağacının altında bahçede. Hava sıcak. Küçük kızı ve oğlu yanında emekliyor, kumu kazıyorlar veya çimenler üzerinde uğurböceklerini yakalıyorlar. Tatlı tatlı kestiriyor, hiçbir şeyi düşünmeden, bugün, yarın, sonraki gün ofise gitmesine gerek olmadığını bilerek veya çayırlara uzanmaktan yorulmuş, mantar toplamaya gidiyor, ağla balık tutan köylüleri izliyor. Güneş battığında bir kalıp sabun ve havlu alıp sallana sallana, kıyafetlerini acele etmeden çıkardığı, çıplak göğsünü elleriyle ovduğu banyoya gidiyor ve suya giriyor ve suda renksiz sabun dairelerinin yanında küçük balıklar sağa sola yüzüyor. Banyodan sonra çay ve kurabiye. Akşam komşularla bir yürüyüş veya kağıt oyunu.
“Evet bir gayrimenkul almak iyi olurdu” dedi karısı. O da hayal kuruyordu, düşünceleriyle büyülendiği yüzünden açıkça okunuyordu.
İvan Dimitriç kendini St Martin’in yazında, yağmurlu, soğuk bir sonbahar akşamında hayal etti. O mevsimde bahçede daha uzun yürüyüşlere çıkması gerekirdi ve böylece nehrin kıyısında iyice üşümüş olurdu ve sonra büyük bir bardak votka içer, salamura salatalık ve tuzlanmış mantar yer, ardından bir kadeh daha içer. Çocuklar mutfağın bahçesinden koşarak gelir, taze toprak kokan turp ve havuç getirirdi. Ondan sonra kanepenin üzerine gerinerek uzanır, resimli bir derginin sayfalarını acele etmeksizin çevirir veya yüzünü onunla örter ve yeleğinin düğmelerini açmadan pineklerdi öylece.
St Martin’in yazını bulutlu ve kasvetli bir hava izler. Gece gündüz yağar, yapraksız ağaçlar ağlar, rüzgar nemli ve soğuktur. Köpekler, atlar, kümes hayvanları ıslak, durgun ve neşesizdirler. Yürüyecek yer yoktur, insan günlerce dışarı çıkamaz, umutsuzca gri pencereden dışarı bakarak volta atmak zorunda kalır. Durum kasvetlidir.
İvan Dimitriç durdu ve karısına baktı.
“Yurtdışına gitmem gerek Masha, biliyorsun,” dedi.
Ve sonbaharın sonlarında yurtdışında bir yerlere, Güney Fransa’ya, İtalya’ya ve Hindistan’a gitmenin ne güzel olabileceğini düşünmeye başladı.
“Ben de kesinlikle yurtdışına gitmeliyim” dedi karısı. “Ama önce bilet numarasına bak!”
“Bekle, bekle!…”
Odada gezindi ve düşünmeye devam etti. Peki ya karısı gerçekten yurtdışına giderse, diye düşündü. Yalnız veya aydın bir toplulukla, anı yaşayan kaygısız kadınlarla seyahat etmek keyifli ama en ufak şeyde can sıkan, iç çeken, çocuklarından başka bir şey konuşmayan ve düşünemeyenlerle değil. İvan Dimitriç karısını çantalar, sepetler, paketlerle trende hayal etti. Bir şeylere iç çekiyor, trenin başını ağrıttığından, çok para harcamış olduğundan şikayet ediyordu. İstasyonlarda sürekli olarak tereyağı, ekmek ve sıcak su için koşmak zorunda olacağını… Çok pahalıya geleceği için akşam yemeğini yememiş olacaktı.
“En ufak şeyi bana çok görecek” diye düşündü, karısına bir bakış atarak. Piyango bileti onun, benim değil! Ayrıca yurtdışına gitmesinin ne yararı var? Orada ne yapmak istiyor? Kendini otele kapatacak ve gözünün önünden ayrılmama izin vermeyecek… Biliyorum!”
Hayatında ilk defa karısının gözle görünür bir şekilde yaşlandığı, üstüne yemek kokusu sindiği gerçeği düştü aklına. Oysa kendisi genç, sağlıklı, dinçti ve yeniden evlenebilirdi de.
“Elbette bunların hepsi saçma” diye düşündü; “Ama… neden yurtdışına gitmesi gerekiyor? Yurtdışına gidip ne yapacak? Ama elbette gidecek… Bunu kafamda kurabilirim. Gerçekte, onun için hepsi bir, ister Napoli olsun ister Klin. Sadece benim yolumu kapayacak. Ona bağlı olmam gerekecek. Sıradan bir kadın gibi, parayı alır almaz nasıl da kasaya koyup kilitleyeceğini hayal edebilirim. Akrabalarına göz kulak olacak ve en ufak bir şeyi bana çok görecek.”
İvan Dimitriç, karısının akrabalarını düşündü. Bütün o sefil kardeşler, teyzeler, halalar, amcalar, dayılar kazanan bileti duyar duymaz sürüne sürüne gelecekler, dilenciler gibi zırıldayacaklar. Yalaka, ikiyüzlü, yağcı gülümsemeleriyle yaltaklanırlar. Sefil, iğrenç insanlar! Eğer bir şey verirsen daha fazlasını isterler, bir şey vermezsen küfrederler, iftira atarlar ve kötü talihin olsun diye beddua ederler.
İvan Dimitriç kendi akrabalarını anımsadı ve geçmişte bir yakınlık hissetmeden baktığı yüzleri şimdi onda tiksinti ve nefret uyandırıyordu.
“Sürüngen gibiler” diye düşündü.
Karısının yüzü de onda tiksinti ve nefret uyandırıyordu. Ona karşı kalbinde şiddetli bir öfke yükseldi ve kötü niyetle şöyle düşündü:
“Paraya dair hiçbir şey bilmez, bu yüzden cimri. Eğer kazanırsa bana yüz ruble verir ve gerisini bir kasaya koyup kilitler.”
İvan Dimitriç, karısına baktı. Şimdi yüzünde gülümseme yoktu, nefret vardı. Karısı da ona baktı, nefret ve öfkeyle. Onun da kendi hayalleri, kendi planları ve kendi fikirleri vardı. Kocasının hayallerinin ne olduğunu eksiksiz bir şekilde anlamıştı. Kimin ilk önce kendi kazancını çekip almaya çalışacağını biliyordu.
Gözlerinde “Başkalarının parasıyla hayal kurmak çok hoş!” ifadesi vardı. “Hele bir dene!”
Kocası, karısının bakışını anladı ve nefret göğsünde yeniden kımıldamaya başladı. Karısının sinirini bozmak için hızlı bir bakış attı. Gazetenin dördüncü sayfasına nispet yaparak baktı ve muzaffer bir edayla, yüksek sesle okudu:
“9,499 seri, numara 46, 26 değil!”
Nefret ve umut, her ikisi aynı anda yok oldu. İvan Dimitriç ve karısına ansızın odaları karanlık, küçük, alçak tavanlı; yedikleri akşam yemeğinin de karınlarını doldurmak dışında onları memnun etmediği ve akşamın uzun, sıkıcı olduğu görünmüştü.
“Bu lanet olası da ne böyle?” dedi İvan Dimitriç, aksileşmeye başladı. İnsan nereye basıyorsa kağıt parçası, ekmek kırıntısı, kabuk! Odalar hiç süpürülmüyor! İnsanı dışarı çıkmaya zorluyor. Lanet olsun! Tanrım ruhumu al! Gidip ilk kavak ağacına asacağım kendimi!”

Çevirenin Notu: Nuray Önoğlu, Onur Çalı ve Onur Yaşar’a çeviriyi okuyup eleştiri ve önerilerde bulundukları için, çeviriye katkı yaptıkları için müteşekkirim. Öykünün Türkçe çevirisi olup olmadığını kendi Çehov arşivlerinden kontrol eden Kadir Işık ve Onur Çalı’ya ayrıca teşekkür ederim. Anlayacağın sevgili okur, biz bu öykünün Türkçe çevirisine rastlayamadık.