Bob
Blaisdell
Kaynak:
https://oggito.com/
Anton
Çehov’un 1886-1887 yılları arasında yazdığı öyküler yaşam hikâyesinin neredeyse
tamamını yansıtıyor. Bu öyküleri okurken kendinizi Çehov’un arkadaş çevresine
yakın hissediyorsunuz.
1886 yılında, Moskova’da yaşayan yirmi altı yaşında bir
doktor öykülerden, mizah yazılarından ve makalelerden oluşan bir külliyat
yayımladı. Bu yüz on iki parçalık külliyata 1887 yılında altmış dört öykü daha
eklendi. Genç yazar kendisini bile hayrete düşüren öyle bir üne kavuştu ki,
başkalarının yanı sıra Lev Tolstoy ve Nikolay Leskov gibi devlerin takdirini de
kazandı.
Bu arada haftanın altı günü, günde üç saat ailesinin
evindeki muayenesinde hasta kabul ediyor ve aynı zamanda ev ziyaretleri
yapıyordu. Ailesiyle yaşamaya ve küçük kardeşlerine destek olmaya devam etti.
1886 kışında evlenmek üzere nişanlansa da nişan bozuldu. Parlak eleştirileri ve
karşısındakini hayale sürüklemeyen gerçekçi fikirleriyle etrafındaki öbür
yazarlara yol gösterdi. Editörlerle, arkadaşlarıyla ve kendisinden yaşça
büyük erkek kardeşleriyle yaptığı samimi, keyifli, hayat dolu yazışmalarını hiç
aksatmadan sürdürdü. Yazmak onu yoruyordu ama yazarken –ister mektuplarla içini
döksün ister yazdığı öykülerle hem kendini hem de etrafını eğlendirsin–
bilinciyle haya gücü birlikte akıyor, duyuları tamamen açılıyordu. Yirmi dört
yaşında tüberküloza ve sonrasında başkaca hastalıklara yakalanmıştı. 1887
baharında Güney’e, büyüdüğü Taganrog’a doğru uzun bir seyahate çıktı. Yolculuk
esnasında bile yazmaya devam etmişti.
Öykülerinde kendisini pek çok karakterle özdeşleştirdi:
doktorlar, hastalar, oyuncular, şoförler, yazarlar, sanatçılar, çocuklar,
kadınlar, erkekler, sarhoşlar, dindarlar, Moskovalılar, Petersburglular,
sürgünler, kasabalılar, yargıçlar, soruşturma memurları, dolandırıcılar,
aşıklar, ebeler, iş sahipleri ve hayvanlar. Kasvetli ve depresif 1887 yazının
bitiminden hemen sonra iki hafta içinde dört perdelik bir oyun yazdı. Bu iki
yıllık sürede yapmış olduğu sanatsal çalışmalarını, Rusya’nın en ünlü çocuk
öykülerinden biri olan Kaştanka ile ve zaman içerisinde meşhur bir novella
haline gelen uzun bir metnin (Step) başlangıç kısmını yazarak tamamladı.
Çehov’u dünyanın gündemine getiren ve onu orada tutan şey,
hayal gücüydü. Biyografilerinin de odağında yer alan hayal gücü, yazmaya devam
ettiği süre boyunca inanılmaz bir gelişme gösterdi ve nihayetinde gerçek yaşam,
hayal gücünün etrafındaki bir çerçeve haline geldi. 1888 yılından itibaren
verdiği eserlerin sayısı azalsa da yazma hızındaki yavaşlama ancak büyük bir
yazarın gurur duyacağı türdendi. Zaman içerisinde doktorluk görevlerine daha az
vakit ayırmaya başladı ve 1904 yılında, Rusya’nın Tolstoy’dan sonraki en ünlü
yazarı olarak öldü.
Petersburg gazeteleri ve dergileri için kaleme aldığı öykü
ve mizah yazılarından hem güncel konuları göz önünde bulundurması gerekiyordu
hem de belli bir teslim tarihine bağlı kalması. Anton Çehov’un biyografisini
yazarken beni asıl şaşırtan, bu yıllarda yazdığı yüz yetmiş sekiz parçalık
külliyatın kronolojik olarak ona gelen ve onun yazdığı mektuplardaki olaylarla
paralellik arz etmesi oldu. Öyküleri, herkese bariz bir biçimde mesafeli olan
bu adamın psikolojik ve duygusal ruh hallerini yansıtan birer günlük haline
gelmişti. Örneğin ona bir hayli sıkıntı veren nişanlılık döneminin ortasında
yazdığı bütün öykülerde çiftler kavga ediyor, bir sahneden ötekine hınçla girip
çıkıyorlardı.
Çehov, doktorluk mesleğini sürdürürken aşırı bir iş yükü
altına girdiğinde öykülerindeki doktor karakterler de benzer sıkıntılara maruz
kaldılar. Çehov, yetenekli ancak alkolik erkek kardeşleriyle otoriter babasını
öykü karakterlerine dönüştürdü ancak bunu yaparken tanıdığı insanlarla ilgili
detaylara müdahale edip bunları kurgusal olanlarla değiştirdi: karşı cins, daha
genç ya da daha yaşlı, farklı bir meslek, farklı bir yer, farklı bir aile gibi.
Parlak zekâlı kardeşleri, detaylardaki onca farklılığa rağmen kendilerini
öykülerde tanıyabildiler. Babasının, yani serfleri ‘köle gibi çalıştıran’ bir
serfin serf oğlu olarak doğan babasının ise Çehov’un öykülerindeki acımasız ve
absürt babalarla kendisi arasındaki benzerlikleri fark etmediği söylenir.
Sırf Anna Karenina’yı orijinal dilinden okuyabilmek
için yaşıma bakmadan Rusça öğrenmeye çalışırken Çehov’un düzinelerce öyküsünü
okudum. Hatta bunlardan bazıları, biz Rusça öğrenenler için hazırlamış,
teferruatlı açıklamalar içeren kitaplardı. Çehov’un on üç ciltlik külliyatının
tamamını İngilizce çevirilerden zaten okumuştum ama çevirmen Constance
Garnett’ın bu öyküleri kronolojik olarak sırlamadığını ya fark etmemiştim ya da
umursamamıştım. Garnett öyküleri adeta bir çiçekçinin buket aranjmanı gibi
farklı şekillerde bir araya getirmişti – bazen temalarına göre, bazen
yazıldıkları zaman aralığına ya da uzunluklarına ve niteliklerine göre.
Fakat Rusça orijinallerini okurken en sevdiğim öykülerin
büyük bir kısmının 1886 ve 1887 yıllarında yazıldığını fark ettim. Elbette
Çehov’un geç dönem öykülerinden de hoşuma gidenler vardı ama sayıları pek fazla
değildi. Peki bu 1886 ve 1887 yıllarını benden başka fark eden var mıydı? Olmaz
mı hiç… Çehov hakkında yazılan ve seksenli yılların başından itibaren en az
birkaç kez okuduğum ancak sonrasında tamamen aklımdan çıkan bir kitapta şöyle
bir değerlendirme vardı: 1886 ve 1887 yılları Rus edebiyatına, hem biçimsel
olarak hem de ele aldığı konular itibariyle özgün, hem de sıkışık formuna
rağmen az sözle çok şey anlatan özlülüğüyle benzerine az rastlanır türde bir
öykü dalgası getirdi.
Çehov’un Rus edebiyatının merkezinde olduğu bu iki yılı
kendime çalışma alanı olarak belirledim çünkü böylelikle gerek kendimde gerekse
okurda etraflı bir çalışma olduğunu illüzyonu yaratabildim. Zira çok sayıda iyi
biyografiye rağmen Çehov’un değindiğim tarzda kapsamlı bir biyografisi yok.
Tıpkı Garnett’in öykü derlemeleri gibi bu biyografiler de Çehov’u sadece tek
bir yönüyle ele alıyor. Elbette tamamından faydalandım ancak bana asıl yol
gösteren 1886 ve 1887 yıllarındaki mektuplar oldu. Tamamını Rusça
orijinallerinden okudum fakat bazı alıntılarda İngilizce çevirilerinden
faydalandım. Çehov’un başını kaldıracak zamanı yoktu. Dolayısıyla bu mucizevi
iki yılda neler olup bittiğini öğrenmemiz ancak onu, Alice’inki gibi her şeyi
tersine çeviren bir aynanın içinde yakalamakla mümkün.
Keşke öykülerini, hatta birini bile gerçekten nasıl
yazdığını bilebilseydik. Gerçi Çehov’u, hayal gücünün dikte ettiği satırları
yazarken izleyebilsek, hatta dar defter sayfalarında hızla gidip gelen sağ
elini takip edebilseydik bile onun iki ya da üç saat içinde bir öyküyü
tamamlayabilen aşırı odaklanmış zihniyle hızını takdir etmekten öte ne
yapabilirdik?
Muhtemelen David Hockney’nin resimlerini iPad’de izlemek
gibi bir şey olurdu: çizgiler, şekiller, renkler, tonlar, boyutlar… ve işte,
etrafında ağaçların sıralandığı güzel bir yol – ekran bize altmış saniye
içerisinde Hockney’nin gözlerindeki telaşı ve parmaklarındaki kararlığı
göstermiştir. Çehov’un annesi Evgeniya onu şöyle tasvir ediyor: “Henüz
üniversitedeydi. Sabahları masada oturur, çayını yudumlar ve düşünürdü. Böyle
zamanlarda ara sıra doğrudan insanın gözlerinin içine bakardı ama o an hiçbir
şey görmediğini bilirdim. Hemen sonra cebinden bir defter çıkarır, hızlı hızlı
yazmaya başlar, ardından yine düşünmeye koyulurdu.”
En azından onu zihnimizde, böyle bir bakış açısıyla
tasavvur edebiliriz. Öyküleri, herhangi büyük bir ressamın manzaraları ve
portreleri kadar kişiseldir. David Hockney, resmettiği ağaçlar ya da arkadaşlar
değildir. Yine de eserlerinden yola çıkarak onun dünyayı nasıl gördüğünü
anlamaya çalışıyor, hatta onun hakkında kendi görme biçimlerimiz hakkında
bildiğimizin çok daha fazlasını biliyoruz. Keşke bizler de yaratımına
odaklanmış dâhiler olsaydık, o zaman Hockney ve Çehov kıymet verilecek şeyleri
takdir etme konusunda bize yardımcı olabilirdi. Çehov’un yazmış olduğu binlerce
sayfadan biliyoruz ki, en büyük sınavını kendi insanlığını bütünüyle duyumsamak
için kendini özgür bırakırken verdi. Ve onun durumunda bu, zekayla nüktenin
kombinasyonu, zayıf olanla savunmasız olana karşı derin bir sempati anlamına
geliyordu.
Doğanın aristokrat yazarlara bahşettiğini, daha az
ayrıcalıklı olanlar gençlikleriyle ödemek zorundadır. Şimdi genç bir adam
hakkında bir öykü yazmayı deneyin.
Genç bir adam hakkında bir öykü yazmaya çalışın. Ve bir
serfin, eski bir bakkalın oğlu olan, kilise korosuna üye, okullu, üniversiteli,
makam karşısında saygı duymak üzere yetiştirilmiş, rahiplerin elini öpen,
başkalarının fikirlerine tapan, önüne konan her ekmek parçası için şükreden,
sık sık kırbaç yiyen, öğretmen olmasına rağmen galoşsuz dolaşan, huzur bozan,
hayvanlara işkence eden, zengin akrabaların evlerinde akşam yemeklerinin tadını
çıkaran, kendi önemsizliğini ikrar edebilmek uğruna insanların karşısında ve
hatta Tanrı’nın huzurunda iki yüzlü davranan bu genç adamın kendi içindeki
köleyi damla damla sıkarak nasıl dışarıya çıkardığını ve bir sabah uyandığından
artık damarlarında dolaşan kanın bir köleye değil de gerçek bir insana ait
olduğunu nasıl fark ettiğini anlatın.
“İçindeki köleyi damla damla dışarıya çıkaran,” bu korku
içindeki “genç adam” elbette Çehov’un kendisiydi. Zamanında en yakın arkadaşına
yazdığı bu satırlar onun şimdiye kadar kendisine dair söylediği en şahsi
sözlerdi. Ama ne yazık ki, kendi hikâyesini asla yazmadı. Anı yazarı erkek
kardeşleri ve bazı vazifeşinas biyografi yazarları bunu yapmaya çalışsa da
hiçbiri başarılı olamadı. Naçizane önerim, Çehov’u kendi yazdığı öykülerden
tanımak.
Bob
Blaisdell, 2022
Çeviren:
Fulya Kılınçarslan
Bob
Blaisdell’in “How Chekhov Made Sense of His Surroundings Through Writing Short
Stories” isimli yazısından kısaltılarak çevrilmiştir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder