Moskova

Moskova

10 Eylül 2023 Pazar

Çehov’u Yazdığı Öykülerden Tanımak

 


Bob Blaisdell

Kaynak: https://oggito.com/  

 

 

Anton Çehov’un 1886-1887 yılları arasında yazdığı öyküler yaşam hikâyesinin neredeyse tamamını yansıtıyor. Bu öyküleri okurken kendinizi Çehov’un arkadaş çevresine yakın hissediyorsunuz.

 

1886 yılında, Moskova’da yaşayan yirmi altı yaşında bir doktor öykülerden, mizah yazılarından ve makalelerden oluşan bir külliyat yayımladı. Bu yüz on iki parçalık külliyata 1887 yılında altmış dört öykü daha eklendi. Genç yazar kendisini bile hayrete düşüren öyle bir üne kavuştu ki, başkalarının yanı sıra Lev Tolstoy ve Nikolay Leskov gibi devlerin takdirini de kazandı.

Bu arada haftanın altı günü, günde üç saat ailesinin evindeki muayenesinde hasta kabul ediyor ve aynı zamanda ev ziyaretleri yapıyordu. Ailesiyle yaşamaya ve küçük kardeşlerine destek olmaya devam etti. 1886 kışında evlenmek üzere nişanlansa da nişan bozuldu. Parlak eleştirileri ve karşısındakini hayale sürüklemeyen gerçekçi fikirleriyle etrafındaki öbür yazarlara yol gösterdi.  Editörlerle, arkadaşlarıyla ve kendisinden yaşça büyük erkek kardeşleriyle yaptığı samimi, keyifli, hayat dolu yazışmalarını hiç aksatmadan sürdürdü. Yazmak onu yoruyordu ama yazarken –ister mektuplarla içini döksün ister yazdığı öykülerle hem kendini hem de etrafını eğlendirsin– bilinciyle haya gücü birlikte akıyor, duyuları tamamen açılıyordu. Yirmi dört yaşında tüberküloza ve sonrasında başkaca hastalıklara yakalanmıştı. 1887 baharında Güney’e, büyüdüğü Taganrog’a doğru uzun bir seyahate çıktı. Yolculuk esnasında bile yazmaya devam etmişti.

Öykülerinde kendisini pek çok karakterle özdeşleştirdi: doktorlar, hastalar, oyuncular, şoförler, yazarlar, sanatçılar, çocuklar, kadınlar, erkekler, sarhoşlar, dindarlar, Moskovalılar, Petersburglular, sürgünler, kasabalılar, yargıçlar, soruşturma memurları, dolandırıcılar, aşıklar, ebeler, iş sahipleri ve hayvanlar. Kasvetli ve depresif 1887 yazının bitiminden hemen sonra iki hafta içinde dört perdelik bir oyun yazdı. Bu iki yıllık sürede yapmış olduğu sanatsal çalışmalarını, Rusya’nın en ünlü çocuk öykülerinden biri olan Kaştanka ile ve zaman içerisinde meşhur bir novella haline gelen uzun bir metnin (Step) başlangıç kısmını yazarak tamamladı.

Çehov’u dünyanın gündemine getiren ve onu orada tutan şey, hayal gücüydü. Biyografilerinin de odağında yer alan hayal gücü, yazmaya devam ettiği süre boyunca inanılmaz bir gelişme gösterdi ve nihayetinde gerçek yaşam, hayal gücünün etrafındaki bir çerçeve haline geldi. 1888 yılından itibaren verdiği eserlerin sayısı azalsa da yazma hızındaki yavaşlama ancak büyük bir yazarın gurur duyacağı türdendi. Zaman içerisinde doktorluk görevlerine daha az vakit ayırmaya başladı ve 1904 yılında, Rusya’nın Tolstoy’dan sonraki en ünlü yazarı olarak öldü.

Petersburg gazeteleri ve dergileri için kaleme aldığı öykü ve mizah yazılarından hem güncel konuları göz önünde bulundurması gerekiyordu hem de belli bir teslim tarihine bağlı kalması. Anton Çehov’un biyografisini yazarken beni asıl şaşırtan, bu yıllarda yazdığı yüz yetmiş sekiz parçalık külliyatın kronolojik olarak ona gelen ve onun yazdığı mektuplardaki olaylarla paralellik arz etmesi oldu. Öyküleri, herkese bariz bir biçimde mesafeli olan bu adamın psikolojik ve duygusal ruh hallerini yansıtan birer günlük haline gelmişti. Örneğin ona bir hayli sıkıntı veren nişanlılık döneminin ortasında yazdığı bütün öykülerde çiftler kavga ediyor, bir sahneden ötekine hınçla girip çıkıyorlardı. 

Çehov, doktorluk mesleğini sürdürürken aşırı bir iş yükü altına girdiğinde öykülerindeki doktor karakterler de benzer sıkıntılara maruz kaldılar. Çehov, yetenekli ancak alkolik erkek kardeşleriyle otoriter babasını öykü karakterlerine dönüştürdü ancak bunu yaparken tanıdığı insanlarla ilgili detaylara müdahale edip bunları kurgusal olanlarla değiştirdi: karşı cins, daha genç ya da daha yaşlı, farklı bir meslek, farklı bir yer, farklı bir aile gibi. Parlak zekâlı kardeşleri, detaylardaki onca farklılığa rağmen kendilerini öykülerde tanıyabildiler. Babasının, yani serfleri ‘köle gibi çalıştıran’ bir serfin serf oğlu olarak doğan babasının ise Çehov’un öykülerindeki acımasız ve absürt babalarla kendisi arasındaki benzerlikleri fark etmediği söylenir.

Sırf Anna Karenina’yı orijinal dilinden okuyabilmek için yaşıma bakmadan Rusça öğrenmeye çalışırken Çehov’un düzinelerce öyküsünü okudum. Hatta bunlardan bazıları, biz Rusça öğrenenler için hazırlamış, teferruatlı açıklamalar içeren kitaplardı. Çehov’un on üç ciltlik külliyatının tamamını İngilizce çevirilerden zaten okumuştum ama çevirmen Constance Garnett’ın bu öyküleri kronolojik olarak sırlamadığını ya fark etmemiştim ya da umursamamıştım. Garnett öyküleri adeta bir çiçekçinin buket aranjmanı gibi farklı şekillerde bir araya getirmişti – bazen temalarına göre, bazen yazıldıkları zaman aralığına ya da uzunluklarına ve niteliklerine göre.

Fakat Rusça orijinallerini okurken en sevdiğim öykülerin büyük bir kısmının 1886 ve 1887 yıllarında yazıldığını fark ettim. Elbette Çehov’un geç dönem öykülerinden de hoşuma gidenler vardı ama sayıları pek fazla değildi. Peki bu 1886 ve 1887 yıllarını benden başka fark eden var mıydı? Olmaz mı hiç… Çehov hakkında yazılan ve seksenli yılların başından itibaren en az birkaç kez okuduğum ancak sonrasında tamamen aklımdan çıkan bir kitapta şöyle bir değerlendirme vardı: 1886 ve 1887 yılları Rus edebiyatına, hem biçimsel olarak hem de ele aldığı konular itibariyle özgün, hem de sıkışık formuna rağmen az sözle çok şey anlatan özlülüğüyle benzerine az rastlanır türde bir öykü dalgası getirdi.

Çehov’un Rus edebiyatının merkezinde olduğu bu iki yılı kendime çalışma alanı olarak belirledim çünkü böylelikle gerek kendimde gerekse okurda etraflı bir çalışma olduğunu illüzyonu yaratabildim. Zira çok sayıda iyi biyografiye rağmen Çehov’un değindiğim tarzda kapsamlı bir biyografisi yok. Tıpkı Garnett’in öykü derlemeleri gibi bu biyografiler de Çehov’u sadece tek bir yönüyle ele alıyor. Elbette tamamından faydalandım ancak bana asıl yol gösteren 1886 ve 1887 yıllarındaki mektuplar oldu. Tamamını Rusça orijinallerinden okudum fakat bazı alıntılarda İngilizce çevirilerinden faydalandım. Çehov’un başını kaldıracak zamanı yoktu. Dolayısıyla bu mucizevi iki yılda neler olup bittiğini öğrenmemiz ancak onu, Alice’inki gibi her şeyi tersine çeviren bir aynanın içinde yakalamakla mümkün.

Keşke öykülerini, hatta birini bile gerçekten nasıl yazdığını bilebilseydik. Gerçi Çehov’u, hayal gücünün dikte ettiği satırları yazarken izleyebilsek, hatta dar defter sayfalarında hızla gidip gelen sağ elini takip edebilseydik bile onun iki ya da üç saat içinde bir öyküyü tamamlayabilen aşırı odaklanmış zihniyle hızını takdir etmekten öte ne yapabilirdik?

Muhtemelen David Hockney’nin resimlerini iPad’de izlemek gibi bir şey olurdu: çizgiler, şekiller, renkler, tonlar, boyutlar… ve işte, etrafında ağaçların sıralandığı güzel bir yol – ekran bize altmış saniye içerisinde Hockney’nin gözlerindeki telaşı ve parmaklarındaki kararlığı göstermiştir. Çehov’un annesi Evgeniya onu şöyle tasvir ediyor: “Henüz üniversitedeydi. Sabahları masada oturur, çayını yudumlar ve düşünürdü. Böyle zamanlarda ara sıra doğrudan insanın gözlerinin içine bakardı ama o an hiçbir şey görmediğini bilirdim. Hemen sonra cebinden bir defter çıkarır, hızlı hızlı yazmaya başlar, ardından yine düşünmeye koyulurdu.”

En azından onu zihnimizde, böyle bir bakış açısıyla tasavvur edebiliriz. Öyküleri, herhangi büyük bir ressamın manzaraları ve portreleri kadar kişiseldir. David Hockney, resmettiği ağaçlar ya da arkadaşlar değildir. Yine de eserlerinden yola çıkarak onun dünyayı nasıl gördüğünü anlamaya çalışıyor, hatta onun hakkında kendi görme biçimlerimiz hakkında bildiğimizin çok daha fazlasını biliyoruz. Keşke bizler de yaratımına odaklanmış dâhiler olsaydık, o zaman Hockney ve Çehov kıymet verilecek şeyleri takdir etme konusunda bize yardımcı olabilirdi. Çehov’un yazmış olduğu binlerce sayfadan biliyoruz ki, en büyük sınavını kendi insanlığını bütünüyle duyumsamak için kendini özgür bırakırken verdi. Ve onun durumunda bu, zekayla nüktenin kombinasyonu, zayıf olanla savunmasız olana karşı derin bir sempati anlamına geliyordu.

Doğanın aristokrat yazarlara bahşettiğini, daha az ayrıcalıklı olanlar gençlikleriyle ödemek zorundadır. Şimdi genç bir adam hakkında bir öykü yazmayı deneyin.

Genç bir adam hakkında bir öykü yazmaya çalışın. Ve bir serfin, eski bir bakkalın oğlu olan, kilise korosuna üye, okullu, üniversiteli, makam karşısında saygı duymak üzere yetiştirilmiş, rahiplerin elini öpen, başkalarının fikirlerine tapan, önüne konan her ekmek parçası için şükreden, sık sık kırbaç yiyen, öğretmen olmasına rağmen galoşsuz dolaşan, huzur bozan, hayvanlara işkence eden, zengin akrabaların evlerinde akşam yemeklerinin tadını çıkaran, kendi önemsizliğini ikrar edebilmek uğruna insanların karşısında ve hatta Tanrı’nın huzurunda iki yüzlü davranan bu genç adamın kendi içindeki köleyi damla damla sıkarak nasıl dışarıya çıkardığını ve bir sabah uyandığından artık damarlarında dolaşan kanın bir köleye değil de gerçek bir insana ait olduğunu nasıl fark ettiğini anlatın.

“İçindeki köleyi damla damla dışarıya çıkaran,” bu korku içindeki “genç adam” elbette Çehov’un kendisiydi. Zamanında en yakın arkadaşına yazdığı bu satırlar onun şimdiye kadar kendisine dair söylediği en şahsi sözlerdi. Ama ne yazık ki, kendi hikâyesini asla yazmadı. Anı yazarı erkek kardeşleri ve bazı vazifeşinas biyografi yazarları bunu yapmaya çalışsa da hiçbiri başarılı olamadı. Naçizane önerim, Çehov’u kendi yazdığı öykülerden tanımak.

 

Bob Blaisdell, 2022

Çeviren: Fulya Kılınçarslan

Bob Blaisdell’in “How Chekhov Made Sense of His Surroundings Through Writing Short Stories” isimli yazısından kısaltılarak çevrilmiştir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder