Moskova

Moskova

10 Eylül 2023 Pazar

Tolstoy Aşka Düşman mıydı?

 


Ron Rosenbaum

Kaynak: https://oggito.com/  

 

Tolstoy’un Anna Karenina ya da Savaş ve Barış gibi hacimli romanlarına aşina olan okurlar için oldukça farklı, acı verici ve sarsıcı.

 

Rusya ormanlarının derinliklerinde, gözlerden ırak bir mağarada münzevi hayatı yaşayan ve yedi yıldır hiç kimseyle konuşmayan Sergius günün birinde dünyevi zevkleri olan bir kadınla karşılaşır ve kadının ayartmalarına direnmekte öylesine güçlük çeker ki, kendini zapt edebilmek için –Tolstoy’un bize söylediği kadarıyla– eline bir balta alarak kendi parmağını “ikinci eklemin hemen altından” kesip koparır.

Bu sırada kendisine çağdaş Tolstoy novellalarından birinde yer bulan zengin toprak sahibi Evgeny, “kara gözlü” hizmetçi kızın simasına olan saplantısından kurtulamaz ve çareyi tabancasına sarılmakta bulur: ya gözleriyle onu büyüleyen kızı öldürecektir ya da kendi beynine sapladığı kurşun sayesinde “onurunu” kurtaracak. Ve bambaşka bir yerde, üçüncü novellanın buzla örtülü steplerinde seyahat eden yolcular kendilerini bir anda karısını süvari kılıcıyla doğradıktan sonra yakalanan ama deliliği dolayısıyla serbest bırakılan Pozdnyshev’in önünde bulur.

Peki bu üç sahne arasındaki ortak nokta ne? Serge Baba, Şeytan ve Kreutzer Sonatı; sırasıyla cinayet, delilik ve kendi kendine zarar vermeyi konu alan ve Tolstoy’un yaşamının son otuz yılında kaleme aldığı üç novellanın da merkezinde, yazarın aşk, cinsellik ve üremeye karşı geliştirdiği nefret dolu mizacının sebebiyet verdiği derin bir karanlık ve ona eşlik eden tartışmalı bir iddia var: insan ırkının nesli bir an evvel tükenmeli – onu cinselliğe sevk eden aşktan feragat edip hayvan gibi üremeyi bırakırsa pekâlâ kendi kendini yok edebilir. 

Tolstoy’un Anna Karenina ya da Savaş ve Barış gibi hacimli romanlarına aşina olan okurlar için oldukça farklı, acı verici ve sarsıcı. Fakat yine de In Defense of Love (Aşkı Savunurken) isimli bir kitapta ona niçin yer verildiğini merak ettiyseniz Tolstoy’u bir de aşka düşman bir figür olarak tasavvur edin çünkü Tolstoy’un karısı Sofia’nın Kreutzer Sonatı’na cevaben yazmış olduğu Whose Fault (Hata Kimde?) yıllar sonra yayımlandığında Tolstoy’un kadınlara olan yaklaşımı bende başka bir algıya yol açtı.

Sofia Tolstaya’nın novellası hem Lev Tolstoy’un Kreutzer Sonatı’nda çizmiş olduğu cinsellik, aşk, evlilik ve üreme karşıtı tavra ışık tuttu hem de Tolstoy’un azizlere öykünen bilgeliğini, herhangi bir eleştirel bakış olmaksızın yüceltme eğiliminde olan kültür dünyasına esaslı bir eleştiri metni sundu. Lev Tolstoy’un aşka ve evliliğe olan düşmanlığını kurmaca üzerinden de olsa üstü örtülü bir biçimde tasvir eden roman hiç yayımlanmadı ve tercüme edilmedi. Sofia’nın anlatısının yüz yıl süreyle Moskova Devlet Kütüphanesi’nin koleksiyonlarında saklı kalmasının sebebiyse bu büyük yazarın “öteki” Tolstoy’un, yani Tolstoy’un karısının gözünden tanınmasını istemeyen Tolstoy hanedanının ısrarıydı.

Sofia’nın Kreutzer Sonatı’na cevap olarak yazdığı ve kendi ifadesiyle Tolstoy’a ayna tutan bu roman,  bir bakıma kocasına doğrultulmuş bir silah. Hedefindeyse kocasının insan ırkının yok oluşuna duyduğu özlem ve aşka karşı geliştirmiş olduğu düşmanlık var. Oysa edebiyat dünyası, Tolstoy’un geç dönem eserlerindeki bu insan düşmanlığını genellikle görmezden gelme eğilimindedir. Ama Sofia’nın romanının akademisyen Michael R. Katz tarafından İngilizceye çevrilerek 2014 yılında (Yale University Press tarafından The Kreutzer Sonata Variations isimli bir antoloji içerisinde) yayımlanmasıyla birlikte farklı bakış açıları da oluşmaya başladı.

Serge Baba, Şeytan ve Kreutzer Sonatı’ndaki karanlık ve kasvetli tasavvurlara böylesi yeni bir bakış açısıyla yaklaşmaksa kutsallık ve bilgelik söz konusu olduğunda dünya çapında emsalsiz bir üne sahip olan Tolstoy’u bir anda tanınmış bir dahi ve bilgi olma mertebesinden indirip hani neredeyse tam aksi bir kişilik haline getirdi. Fakat yine de, Tolstoy’u sadece Rus romantizminin dehası ve bilgesi olarak değil, bütünüyle tanımamız gerektiğine inanıyorum. Sofia Tolstaya’nın romanı belki de en çok bu açıdan önemli çünkü aşka bir düşman olarak değil, bir olasılık olarak yaklaşıyor ve her şeye rağmen aşkı savunuyor. Ancak buradaki savunma, Tolstoy’un hayvani bir etkileşime indirgediği türden bir cinselliğe değil, erosa ilişkin. Bu da bende o karanlık üçlemenin derinliklerine inme ve Tolstoy’un öfkesinin kökenine yeniden bakma isteği uyandırdı – Tolstoy’u aşka düşman eden şey neydi?

Akademisyenler, Tolstoy’un bu üç eserinden hangisinin önce hangisinin sonra yazıldığını net olarak belirtmeseler de bana kalırsa Serge Baba’dan itibaren giderek artan bir kötü niyet söz konusu. Serge Baba’yı Şeytan takip eder ki, iş burada bence çok daha çetrefil çünkü Tolstoy’un bu roman için yazdığı ve hem karısından hem de dünyadan sakladığı çok daha radikal, çok daha ölümcül alternatif bir son daha var. Ve Kreutzer; bizleri deliliğin eşiğine, hatta sınırların ötesine taşıyan roman. Nitekim Tolstoy’un karısını bu hastalıklı öfkeye yanıt vermeye yönelten de Kreutzer, yani yazarın insan ırkının yok oluşuna dair beslediği bu arzu oldu.  

Evet, insan ırkının yok edilmesinden bahsediyoruz. Fakat buradaki usul Hitler’in soykırım için tasarladığı aygıtlardan, bütün o toplama kamplarından ve gaz odalarından farklı. Çok daha pasif ama çok daha etkili bir imha yöntemi. Hayvani nitelikteki cinsel birlikteliklere tamamen son verilmesi ve üremeye yol açma tehlikesini içinde barındıran aşkın lanetlenmesi. Böyle düşündüğümüzde Tolstoy’un ciddi ciddi cinselliğe karşı olduğunu söyleyebiliriz ama bunun sebebi namus ya da ona benzer konular değil, insanlığın yok olması için duyduğu derin istekti.

Günün birinde bunun gerçekleşeceğine inanıyor muydu, şüphelerim var. Ama en azından olması gerektiğine dair bir inancı vardı ve bu inanç bir yanıyla Tolstoy’un rüyasıydı.

Peki ona neler oldu?

Aklını aşk yüzünden mi yitirdi yoksa aşktan nefret ettiği için mi?

İşte bir kez daha şu çetrefil “aşk meselesini” ele alıyoruz. Aslına bakarsanız “aşk düşmanları” ile uğraşmadan evvel bizden beklenen şey, aşkın tanımını yapmamızdır ama sizce böyle bir şey mümkün olabilir mi? Bana kalırsa aşkı çözmek, bilinci çözmekten çok daha zor. Belki de insanın karşısına çıkan en zor şey. Ve bütün zor problemler gibi onun da kalbinde bir qualia, yani “şahsi deneyimin niteliği” meselesi yatıyor.  

Bilinçli olduğumuz sürece bilincin farkındayız öyle değil mi? Demek ki bu, bilinçsiz olma durumundan tamamen farklı bir şey. Şimdi aşkı bilincin bir çeşitliliği, aroması olarak düşünün. Peki bunun size bir faydası oldu mu? Olmaz çünkü insan zihni lezzet ya da koku gibi bazı duyuları ilişkili oldukları nesnelerden soyutladığında onları ifade edemez. Bakın, kırmızı bir elma. Peki kırmızı nedir? Bu da tütsülenmiş sarımsak aromalı bir pirzola. Peki sarımsak aroması nasıl tanımlanır? Bir rengi ya da aromayı tanımlarken yaptığınız tek şey bir isim vermektir. Ama aynı aromanın ya da rengin özünü, size nasıl hissettirdiğini tanımlayamazsınız. Algılarınız size özgüve eşsizdir.

Filozoflar buna qualia meselesi adını veriyor. Qualia, doğası tanımlanmasına bağlı olarak değişen nitelikler için kullanılan Latince bir ifade. Mesela kırmızı dediğimde bu hangi anlamda benim kırmızıdır ama senin mavin değildir? Aşk hangi anlamda aşktır da, seks, eros, şefkat, dostluk ya da bunların bir bileşimi değildir? Yanıt verebiliriz, az çok anlamı da yakalarız ama asla kavrayamayız.  Qualia terimi o yüzden çok hoşuma gidiyor. Öte yandan azimle ama beyhude yere avlanan tüylü bıldırcınları (feathered quail) çağrıştırmıyor değil. Filozoflarsa tıpkı dört nala koşan av köpekleri gibi; iz sürüyor, birinin deneyiminin niteliği ötekinin deneyiminin niteliğine karşılık geliyor mu ya da bunu anlamanın bir yöntemi var mı diye araştırıp duruyorlar. Peki kendi deneyimimizin karşımızdaki başka birinin deneyimiyle tıpa tıp örtüştüğünü nasıl anlarız?

Aşkın bizi nasıl etkilediğini biliyoruz. Özellikle de biten ilişkilerden sonra. Hüzünlü country müziklerinin, en iyi ifadeyle kayba dair bu çağdaş şiirlerin bağımlısı olduğumu söylemiştim. Bana göre country şarkıcıları çağımızın metafizik şairleridir. Mesela Willie Nelson’ın “Melekler yeryüzüne yakın uçuyor,” dizesi, aslında gök ve yer arasındaki birliği işaret eden son derece hüzünlü ve hoş bir metafizik ifadedir.

Peki Tolstoy’un yaşamış olduğu deneyimin böyle bir niteliği (qualia) varsa bu, son üç eserinde gördüğümüz değişimi açıklar mı? Kim bilir. Çünkü qualia matematiğe ya da MRI görüntülerine indirgenemez. Qualia, belli uyaranlara maruz kalındığında MRI makinelerinin beyin taramalarıyla ölçemediği her şeydir. Peki ya MRI voltaj eşdeğerlikleri – kantitatif büyüklük haricinde – temsil ettikleri özgün hisleri tanımlayabilir mi? Ya da Tolstoy’un nasıl hissettiği bir yana, ne kadar derinden hissettiğimizi? Mesela Tolstoy, Kreutzer üçlemesini yazdığı esnada aşk deneyiminin getirdiği niteliksel tözden yoksun muydu yoksa onu kayıp mı etmişti?

Bırakın herhangi bir şeyden aldığımız tadın neye benzediğini, herkesin aynı tadı alıp almadığını bile bilmiyoruz. Tatları tanımlayamadığımız gibi ifade de edemeyiz. Ve bu, felsefenin en kadim meselelerinden biri: Çikolatadan aldığım tadın senin çikolatadan aldığın tatla aynı olduğunu nasıl bilebilirim? Belki senin çikolatanın tadı benim için ahududu gibidir, ya da tam aksi. Baş döndürücü değil mi? Tıpkı aşk gibi.

Nörobilim iki farklı insanda aynı elektron dizilimini paylaşan sinir uçları arasındaki korelasyonu tespit edebilir ancak beyindeki birbirine özdeş iki duyu haritasının kalpte aynı duyguyu uyandırıp uyandırmadığını bize söyleyemez. Bazı laboratuvarlarda yoğunluk ölçeği olabilir ama kalplerde böyle bir ölçek bulunmaz. Acaba herkesin “bizden geriye kalacak olan” şeyi, yani sevgisinin bu yönü herkes için aynı mıdır? Tolstoy’un 1878 ile 1883 yılları arasında geçirmiş olduğu radikal değişimden –belki de bir nevi spiritüel krizdir–   bir şeyler öğrenebilir miyiz?

Çeviren: Fulya Kılınçarslan

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder