Ron
Rosenbaum
Kaynak:
https://oggito.com/
Tolstoy’un Anna
Karenina ya da Savaş ve Barış gibi hacimli romanlarına aşina
olan okurlar için oldukça farklı, acı verici ve sarsıcı.
Rusya ormanlarının derinliklerinde, gözlerden ırak bir
mağarada münzevi hayatı yaşayan ve yedi yıldır hiç kimseyle konuşmayan Sergius
günün birinde dünyevi zevkleri olan bir kadınla karşılaşır ve kadının
ayartmalarına direnmekte öylesine güçlük çeker ki, kendini zapt edebilmek için
–Tolstoy’un bize söylediği kadarıyla– eline bir balta alarak kendi parmağını
“ikinci eklemin hemen altından” kesip koparır.
Bu sırada kendisine çağdaş Tolstoy novellalarından birinde
yer bulan zengin toprak sahibi Evgeny, “kara gözlü” hizmetçi kızın simasına
olan saplantısından kurtulamaz ve çareyi tabancasına sarılmakta bulur: ya
gözleriyle onu büyüleyen kızı öldürecektir ya da kendi beynine sapladığı kurşun
sayesinde “onurunu” kurtaracak. Ve bambaşka bir yerde, üçüncü novellanın buzla
örtülü steplerinde seyahat eden yolcular kendilerini bir anda karısını süvari
kılıcıyla doğradıktan sonra yakalanan ama deliliği dolayısıyla serbest
bırakılan Pozdnyshev’in önünde bulur.
Peki bu üç sahne arasındaki ortak nokta ne? Serge Baba,
Şeytan ve Kreutzer Sonatı; sırasıyla cinayet, delilik ve kendi kendine zarar
vermeyi konu alan ve Tolstoy’un yaşamının son otuz yılında kaleme aldığı üç
novellanın da merkezinde, yazarın aşk, cinsellik ve üremeye karşı geliştirdiği
nefret dolu mizacının sebebiyet verdiği derin bir karanlık ve ona eşlik eden
tartışmalı bir iddia var: insan ırkının nesli bir an evvel tükenmeli – onu
cinselliğe sevk eden aşktan feragat edip hayvan gibi üremeyi bırakırsa pekâlâ
kendi kendini yok edebilir.
Tolstoy’un Anna Karenina ya da Savaş ve
Barış gibi hacimli romanlarına aşina olan okurlar için oldukça farklı, acı
verici ve sarsıcı. Fakat yine de In Defense of Love (Aşkı Savunurken)
isimli bir kitapta ona niçin yer verildiğini merak ettiyseniz Tolstoy’u bir de
aşka düşman bir figür olarak tasavvur edin çünkü Tolstoy’un karısı
Sofia’nın Kreutzer Sonatı’na cevaben yazmış olduğu Whose Fault (Hata
Kimde?) yıllar sonra yayımlandığında Tolstoy’un kadınlara olan yaklaşımı bende
başka bir algıya yol açtı.
Sofia Tolstaya’nın novellası hem Lev Tolstoy’un Kreutzer
Sonatı’nda çizmiş olduğu cinsellik, aşk, evlilik ve üreme karşıtı tavra ışık
tuttu hem de Tolstoy’un azizlere öykünen bilgeliğini, herhangi bir eleştirel
bakış olmaksızın yüceltme eğiliminde olan kültür dünyasına esaslı bir eleştiri
metni sundu. Lev Tolstoy’un aşka ve evliliğe olan düşmanlığını kurmaca
üzerinden de olsa üstü örtülü bir biçimde tasvir eden roman hiç yayımlanmadı ve
tercüme edilmedi. Sofia’nın anlatısının yüz yıl süreyle Moskova Devlet
Kütüphanesi’nin koleksiyonlarında saklı kalmasının sebebiyse bu büyük yazarın
“öteki” Tolstoy’un, yani Tolstoy’un karısının gözünden tanınmasını istemeyen
Tolstoy hanedanının ısrarıydı.
Sofia’nın Kreutzer Sonatı’na cevap olarak yazdığı ve
kendi ifadesiyle Tolstoy’a ayna tutan bu roman, bir bakıma kocasına doğrultulmuş
bir silah. Hedefindeyse kocasının insan ırkının yok oluşuna duyduğu özlem ve
aşka karşı geliştirmiş olduğu düşmanlık var. Oysa edebiyat dünyası, Tolstoy’un
geç dönem eserlerindeki bu insan düşmanlığını genellikle görmezden gelme
eğilimindedir. Ama Sofia’nın romanının akademisyen Michael R. Katz tarafından
İngilizceye çevrilerek 2014 yılında (Yale University Press tarafından The
Kreutzer Sonata Variations isimli bir antoloji içerisinde) yayımlanmasıyla
birlikte farklı bakış açıları da oluşmaya başladı.
Serge Baba, Şeytan ve Kreutzer Sonatı’ndaki karanlık ve
kasvetli tasavvurlara böylesi yeni bir bakış açısıyla yaklaşmaksa kutsallık ve
bilgelik söz konusu olduğunda dünya çapında emsalsiz bir üne sahip olan
Tolstoy’u bir anda tanınmış bir dahi ve bilgi olma mertebesinden indirip hani
neredeyse tam aksi bir kişilik haline getirdi. Fakat yine de, Tolstoy’u sadece
Rus romantizminin dehası ve bilgesi olarak değil, bütünüyle tanımamız
gerektiğine inanıyorum. Sofia Tolstaya’nın romanı belki de en çok bu açıdan
önemli çünkü aşka bir düşman olarak değil, bir olasılık olarak yaklaşıyor ve
her şeye rağmen aşkı savunuyor. Ancak buradaki savunma, Tolstoy’un hayvani bir
etkileşime indirgediği türden bir cinselliğe değil, erosa ilişkin. Bu da bende
o karanlık üçlemenin derinliklerine inme ve Tolstoy’un öfkesinin kökenine
yeniden bakma isteği uyandırdı – Tolstoy’u aşka düşman eden şey neydi?
Akademisyenler, Tolstoy’un bu üç eserinden hangisinin önce
hangisinin sonra yazıldığını net olarak belirtmeseler de bana kalırsa Serge
Baba’dan itibaren giderek artan bir kötü niyet söz konusu. Serge Baba’yı Şeytan
takip eder ki, iş burada bence çok daha çetrefil çünkü Tolstoy’un bu roman için
yazdığı ve hem karısından hem de dünyadan sakladığı çok daha radikal, çok daha
ölümcül alternatif bir son daha var. Ve Kreutzer; bizleri deliliğin eşiğine,
hatta sınırların ötesine taşıyan roman. Nitekim Tolstoy’un karısını bu
hastalıklı öfkeye yanıt vermeye yönelten de Kreutzer, yani yazarın insan
ırkının yok oluşuna dair beslediği bu arzu oldu.
Evet, insan ırkının yok edilmesinden bahsediyoruz. Fakat
buradaki usul Hitler’in soykırım için tasarladığı aygıtlardan, bütün o toplama
kamplarından ve gaz odalarından farklı. Çok daha pasif ama çok daha etkili bir
imha yöntemi. Hayvani nitelikteki cinsel birlikteliklere tamamen son verilmesi
ve üremeye yol açma tehlikesini içinde barındıran aşkın lanetlenmesi. Böyle
düşündüğümüzde Tolstoy’un ciddi ciddi cinselliğe karşı olduğunu söyleyebiliriz
ama bunun sebebi namus ya da ona benzer konular değil, insanlığın yok olması
için duyduğu derin istekti.
Günün birinde bunun gerçekleşeceğine inanıyor muydu,
şüphelerim var. Ama en azından olması gerektiğine dair bir inancı vardı ve bu
inanç bir yanıyla Tolstoy’un rüyasıydı.
Peki ona neler oldu?
Aklını aşk yüzünden mi yitirdi yoksa aşktan nefret ettiği
için mi?
İşte bir kez daha şu çetrefil “aşk meselesini” ele
alıyoruz. Aslına bakarsanız “aşk düşmanları” ile uğraşmadan evvel bizden
beklenen şey, aşkın tanımını yapmamızdır ama sizce böyle bir şey mümkün
olabilir mi? Bana kalırsa aşkı çözmek, bilinci çözmekten çok daha zor. Belki de
insanın karşısına çıkan en zor şey. Ve bütün zor problemler gibi onun da
kalbinde bir qualia, yani “şahsi deneyimin niteliği” meselesi yatıyor.
Bilinçli olduğumuz sürece bilincin farkındayız öyle değil
mi? Demek ki bu, bilinçsiz olma durumundan tamamen farklı bir şey. Şimdi aşkı
bilincin bir çeşitliliği, aroması olarak düşünün. Peki bunun size bir faydası
oldu mu? Olmaz çünkü insan zihni lezzet ya da koku gibi bazı duyuları ilişkili
oldukları nesnelerden soyutladığında onları ifade edemez. Bakın, kırmızı bir
elma. Peki kırmızı nedir? Bu da tütsülenmiş sarımsak aromalı bir pirzola. Peki
sarımsak aroması nasıl tanımlanır? Bir rengi ya da aromayı tanımlarken
yaptığınız tek şey bir isim vermektir. Ama aynı aromanın ya da rengin özünü,
size nasıl hissettirdiğini tanımlayamazsınız. Algılarınız size özgüve eşsizdir.
Filozoflar buna qualia meselesi adını veriyor. Qualia,
doğası tanımlanmasına bağlı olarak değişen nitelikler için kullanılan Latince
bir ifade. Mesela kırmızı dediğimde bu hangi anlamda benim kırmızıdır ama senin
mavin değildir? Aşk hangi anlamda aşktır da, seks, eros, şefkat, dostluk ya da
bunların bir bileşimi değildir? Yanıt verebiliriz, az çok anlamı da yakalarız
ama asla kavrayamayız. Qualia terimi o yüzden çok hoşuma gidiyor. Öte
yandan azimle ama beyhude yere avlanan tüylü bıldırcınları (feathered quail)
çağrıştırmıyor değil. Filozoflarsa tıpkı dört nala koşan av köpekleri gibi; iz
sürüyor, birinin deneyiminin niteliği ötekinin deneyiminin niteliğine karşılık
geliyor mu ya da bunu anlamanın bir yöntemi var mı diye araştırıp duruyorlar.
Peki kendi deneyimimizin karşımızdaki başka birinin deneyimiyle tıpa tıp
örtüştüğünü nasıl anlarız?
Aşkın bizi nasıl etkilediğini biliyoruz. Özellikle de biten
ilişkilerden sonra. Hüzünlü country müziklerinin, en iyi ifadeyle kayba dair bu
çağdaş şiirlerin bağımlısı olduğumu söylemiştim. Bana göre country şarkıcıları
çağımızın metafizik şairleridir. Mesela Willie Nelson’ın “Melekler yeryüzüne
yakın uçuyor,” dizesi, aslında gök ve yer arasındaki birliği işaret eden son
derece hüzünlü ve hoş bir metafizik ifadedir.
Peki Tolstoy’un yaşamış olduğu deneyimin böyle bir niteliği
(qualia) varsa bu, son üç eserinde gördüğümüz değişimi açıklar mı? Kim bilir.
Çünkü qualia matematiğe ya da MRI görüntülerine indirgenemez. Qualia, belli
uyaranlara maruz kalındığında MRI makinelerinin beyin taramalarıyla ölçemediği
her şeydir. Peki ya MRI voltaj eşdeğerlikleri – kantitatif büyüklük haricinde –
temsil ettikleri özgün hisleri tanımlayabilir mi? Ya da Tolstoy’un nasıl
hissettiği bir yana, ne kadar derinden hissettiğimizi? Mesela Tolstoy, Kreutzer
üçlemesini yazdığı esnada aşk deneyiminin getirdiği niteliksel tözden yoksun
muydu yoksa onu kayıp mı etmişti?
Bırakın herhangi bir şeyden aldığımız tadın neye
benzediğini, herkesin aynı tadı alıp almadığını bile bilmiyoruz. Tatları
tanımlayamadığımız gibi ifade de edemeyiz. Ve bu, felsefenin en kadim
meselelerinden biri: Çikolatadan aldığım tadın senin çikolatadan aldığın tatla
aynı olduğunu nasıl bilebilirim? Belki senin çikolatanın tadı benim için
ahududu gibidir, ya da tam aksi. Baş döndürücü değil mi? Tıpkı aşk gibi.
Nörobilim iki farklı insanda aynı elektron dizilimini
paylaşan sinir uçları arasındaki korelasyonu tespit edebilir ancak beyindeki
birbirine özdeş iki duyu haritasının kalpte aynı duyguyu uyandırıp
uyandırmadığını bize söyleyemez. Bazı laboratuvarlarda yoğunluk ölçeği olabilir
ama kalplerde böyle bir ölçek bulunmaz. Acaba herkesin “bizden geriye kalacak
olan” şeyi, yani sevgisinin bu yönü herkes için aynı mıdır? Tolstoy’un 1878 ile
1883 yılları arasında geçirmiş olduğu radikal değişimden –belki de bir nevi
spiritüel krizdir– bir şeyler öğrenebilir miyiz?
Çeviren:
Fulya Kılınçarslan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder