Semih
Gümüş
Kaynak:
https://oggito.com/
Sonunda onu, romanlarının kişilerinden çıkarak yirminci
yüzyılın varoluşçuluğunun ve modernist edebiyatın habercilerinden görenler
olmuşsa, bunun da sağlam nedenleri var.
Dostoyevski üstüne ne çok yazıldığını bilmek için
yazılanları görmek gerekmez. Yüz elli yıldan beri hakkında en çok konuşulan,
düşünülen, yazılan yazarlar arasında belki de ilk sırada geliyor Dostoyevski.
Bunda, onu dünya edebiyatının en büyük yazarları arasında görenlerin sayısının
çokluğu yanında, yazdıkları üstüne genel bir onay bulunmamasının da payı
var. Dostoyevski’yi Okumak* kitabının yazarı Victor Terras kendi
eleştirisini öncelikle Dostoyevski üstüne yapılmış okumalar üstüne kuruyor ki,
birbiriyle çatışan okumalar arasında yolunu bulmak, o yolun daha sıkı
örülmesine de kendiliğinden neden oluyor. Sözgelimi Dostoyevski’nin en büyük
yapıtının hangisi olduğuna ilişkin düşünceler birbirinden hep farklı olmuş, bu
düzeyde nitelikli çözümlemeler yapılmış ve bugünkü okumalar Suç ve
Ceza’yı öne çıkarırken geçmişte daha çok Karamazov Kardeşler ile Ecinniler’in
önemsendiği söylenebilir mi? Belki ya da bana öyle geliyor.
Bana kalırsa Dostoyevski’nin en önemli özelliği,
çağdaşlarıyla birlikte roman sanatının büyük klasiklerini yazmasına karşın,
döneminin tek egemen anlayışı olan büyük gerçekçilikle tanımlanması
–sınırlandırılması– olanaksız bir roman anlayışı yaratmış olması. Victor Terras
da Dostoyevski’nin romanlarının gerçeği ne kadar yansıttığının çok
tartışıldığını belirtiyor. Dostoyevski’nin, döneminin büyük gerçekçilik
anlayışının hep aradığı tipikleri yaratmak yerine, gerçeği çarpıttığı, sıradan
olanı aradığı, bu arada sıra dışı olanı öne çıkardığı, fantastikten ve gizemden
yararlandığı elbette belirtilebilir. Sonunda büyük toplumsal durumların
taşıdığı büyük dramatik gerçeklikler çokça anlatılmıştır, en çok da yanı
başındaki Gogol, Tolstoy ve Turgenyev tarafından. Oysa Dostoyevski, Rus
toplumunun kıyıda kalmış en tuhaf kişiliklerinin dramatiğini, toplumun en
olumsuz kişiliklerini, kaybedenleri, sapkınlıkları anlatırken döneminin
yazarlarından ayrılır. Sonunda onu, romanlarının kişilerinden çıkarak yirminci
yüzyılın varoluşçuluğunun ve modernist edebiyatın habercilerinden görenler
olmuşsa, bunun da sağlam nedenleri var.
O günlerden bugüne sayısız eleştirmen, apayrı yönlerini öne
çıkararak Dostoyevski’yi kutsadı – bu arada özellikle on dokuzuncu yüzyıl
içinde onu olumsuzlayan pek çok eleştirmen de olduğu gibi. Dostoyevski’nin asıl
değeri Rusya’da ölümünden sonra anlaşılmıştı, aradan bir yüzyıl geçtikten sonra
dünyada da Dostoyevski yeniden keşfedilen, en önemli yazar sayılmaya başladı.
Victor Terras’ın şu saptamaları Dostoyevski konusunun kuşatılmasının
olanaksızlığını, ondan çıkarılacak sonuçların neredeyse sonsuz çeşitliliğini
gösteriyor:
“Bakhtin’e göre Dostoyevski’nin sanatı tabiatı gereği
‘romansal’dır, romandan ‘açık bir biçim’ olarak sonuna kadar faydalanır. Yine
de, karşı yapısalcı eleştirmenler, Dostoyevski’nin büyük eserlerinde
tanınabilen bir düzene dayanarak, güzelce bütünleşmiş, dolayısıyla ‘kapalı’ bir
yapıyı savunageldiler. Gerek lehte gerekse aleyhte taraflı okuyucular bu düzeni
hep tanımışlardır. Önde gelen muhafazakârlardan K.P. Pobedonostsev,
Dostoyevski’nin eserlerini çarın ailesine önermekte tereddüt etmedi. Radikal
Saltıkov-Şçedrin, Hıristiyanlık altmetnini dinden hiç mi hiç
bahsedilmeyen Yeraltından Notlar’da bile tanıdı. Yakınlarda, Yuri M.
Lotman’ın Tartu yapısalcı okulunun takipçilerinden Peeter Torop, Suç ve
Ceza’daki çok sayıda ayrıntının, ölüm ve dirilişle, özellikle de Laarus’un
diriltilmesiyle ilgili Hıristiyan simgeleri olarak pekâlâ okunabileceğine
işaret ederek, kitapta ayrıntılı ve bütünleşmiş ‘Hıristiyan-merkezli’ bir
alt-konu olduğunu ikna edici bir şekilde gösterdi.”
Roman sanatının aslında ne olduğuna ve ne anlattığına
ilişkin düşünceler, romancıların kendilerini konumladıkları yere göre
farklılaşır elbette. Değil mi ki romanın asıl sorunu insandır, insandan çıkıp
gene insana dönen bir anlatı sanatının günümüzde insanın dış hallerini değil de
iç dünyasını asıl sorunu seçeceği de kuşkusuzdur. Yaşar Kemal, bazı
romanlarından daha farklı bir coşkuyla söz eder ve onların öncelikle insan
psikolojisini irdelediğini belirtirdi. Yaşar Kemal’in romanlarını bu düzeyde
okumak, onları bambaşka gözlerle görmeyi sağlar. Sözgelimi Kimsecik üçlemesini yalnızca
hikâyesine bakarak okumak, bu üç büyük romanın bir cinayet hikâyesi ekseninde
kalmasına neden olabilir, dolayısıyla hak ettiği gibi okunmamış olur. Oysa
söz konusu cinayeti romanın başında ortaya çıkan bir izlek olarak görüp asıl
sorunun çocuk Mustafa’nın psikolojisi olduğunu anlamak, yazınsal anlamı öne
çıkaran okumadır. Mustafa’nın korkusu, bir çocuğun dünyasından çıkarak korkunun
evrensel doğasına gönderir bizi. Yaşar Kemal’i büyük romancı yapan etmendir bu
yaratım biçimi.
Dostoyevski’yi çağdaşı büyük romancılardan ayıran en önemli
özellik de bu olsa gerek. Romanın insanlık durumlarının ardındaki psikolojik
gerçekliği deşen, anlayan, anlatan bir yazınsal gerçeklik sunması gerektiğini
en iyi anlayan klasik yapıtlar, herhalde önce Dostoyevski’nin
romanlarıdır.
Victor Terras, “Bazı eleştirmenler, Dostoyeski’nin
romanlarında yiyecek, içecek, giyim, kır ya da kent manzarası gibi dünyevi
ayrıntıların eksik olduğunu söylediler” derken önemli bir saptama yapıyor.
Klasik gerçekçiliğin anlatım biçiminin hele o zamanlar için epeyce dışında
kalan bir yaratım biçimini seçip, anlattığı gerçekliği dışsal betimlemelerden
değil de insanın kişiliğinden ve ruhsal dünyasından çıkarmayı seçmiş olması,
onu yirminci yüzyılın modernistlerine yaklaştırır.
Victor Terras’ın, “Dostoyevski İngilizceye çevrilirken ne
kaybediyor?” sorusuna aradığı karşılıkları da sıra dışı bir eleştirel yaklaşım
olarak okuyabiliriz.
Psikolojinin romanın taşıdığı anlam buradadır. Ne
anlatılıyorsa, onu, dünyevi belirtilerin ötesinde, insanın iç dünyasına ve
ruhsal değişimine bağlanarak anlatmak, apayrı bir yazınsal gerçekliğe karşılık
gelir. Döneminin öbür tam gerçekçilerine göre, Dostoyevski gerçeğin belirtisel,
simgesel karşılıklarını yaratmıştır. Onun romanlarında hikâye, geleneksel
biçimde kurgulanmak yerine, insanların psikolojileri tarafından
yönlendirilir. Karamazov Kardeşler, Suç ve Ceza, Ecinniler ve Yeraltından
Notlar, geriye dönüp baktığımızda, hep kişilerinin psikolojik sapkınlıkları ve
ruh durumlarını eksene alarak okunmuşur.
Vyaçeslav İvanov’un Dostoyevski’yi “Rus Shakespeare’i”
olarak nitelediğini aktarıyor Terras. “İvanov’a göre, Dostoyevski trajik bir
dünya görüşünün rehberliğinde bazı trajik zıtıkları zıt hareketlerle ifade
ediyor.” Bu saptama Dostoyevski’yi çağının büyük tragedya yazarı konumuna
çıkarır ki, günümüzün okuma biçimleri içinde de Dostoyevski’yi böyle bir okuma
biçimine daha yatkın değil miyiz.
Victor Terras’ın, “Dostoyevski İngilizceye çevrilirken ne
kaybediyor?” sorusuna aradığı karşılıkları da sıra dışı bir eleştirel yaklaşım
olarak okuyabiliriz. Değil mi ki şiirin çevrilemezliği gerçek bir tartışmadır,
bazı düzyazı metinler için de aynı tartışma yapılabilir. Düzyazıda ses ve ritim
çoğu kez rastlantısal sayılır. Oysa sözgelimi Karamazov Kardeşler’in
şiiri, Dostoyevski’nin çok sesli dilinin ve anlatım biçiminin yetkin bir örneği
olarak okunabilir. Öte yandan, metin içinde gizlenmiş alt-metinler, sözgelimi
yinelemeler, simgesel karşılıklar ve pek çok İncil sözü ve Puşkin,
Gogol, Turgenyev, Herzen, Saltıkov, Nekrasov gibi yazarlardan edebiyat
alıntıları, bunları anlayacak yetkinlikte okuma biçimlerini de zorunlu tutuyor.
Gelin görün ki, Karamazov Kardeşler’i başka dillerde
okuyan okurların romanın kaynak kültürüne yabancı oluşu, ister istemez
indirgeyici, eksiltici bir okuma alanı yaratıyor. Öte yandan, romanın eğitimli
kişileriyle eğitimsiz kişilerinin özel dilleri arasında Dostoyevski’nin
yarattığı farklılıkları gözeten çeviriler okuyor muyuz? Victor Terras’ın
kitabının bu son bölümünü okuduktan sonra Türkçeye yapılan çevirilerin gözden
geçirilmesi gerekir mi, nitelikli Dostoyevski çevirmenlerinin bunun üstünde
duracağını sanıyorum.
*Victor
Terras, Dostoyevski'yi Okumak, Çeviren: Işıl Özbek Arslan, Kırmızı Kedi,
2017, 224 s.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder