Ferhan
Bayır
Kaynak:
https://www.aydinlik.com.tr/
Yazarların eserlerinde geleceğe dair öngörülerini dile
getirdikleri bölümler, birçok kişi için sanatın en gizemli yanıdır. Özellikle
geleceğe dair karamsar bir öngörünün görece doğrulanması o yazarı, okurların
gözünde kahin statüsüne çıkarır. Eğer bu yazarın keskin ahlaki dili de varsa,
peygamber ilan edilmesi bile mümkündür.
Toplumsal hayatın çelişkilerini derinlemesine kavrayan
yazarların önsezileri sanatsal yaratımın en büyüleyici yanıdır. Geleceğin sisli
havasında böylesi bir öngörüde bulunabilmek için yazarın gerçeğin sırlarına
sahip olması gerekir. Yaşadığı çağın gerçekliğini bütün yönleriyle kavrayan
yazar, geleceğin resmini betimleyebilir. Burada bir gizemden ziyade yazarın
gerçeklikle kurduğu tutkulu ilişki söz konusudur. Toplumsal ilişkileri
derinlemesine olduğu kadar tüm genişliğiyle ele alan yazarlar, bu ilişkilerin
dinamiğini gözlemleyerek nereye doğru yöneleceğini hisseder.
Kafka geleceğe dair karamsar öngörüleriyle, önemli ölçüde
haklı çıktığı için, bugün en çok merak edilen ve okunan yazarların başında
gelir. Kafka’nın öngörülerinde gizemden, mistik bir seziden söz edilemez.
Brecht’e göre “Kafka’nın sınırsız kötümserliği herhangi bir trajik kader
duygusundan uzaktır. Kötülük beklentisi bütünüyle ampirik bir temele dayanır”. Prag’ın
kasvetli, karanlık havasında kapitalizmin ve bürokrasinin çarkları arasında
ufalanan insanların acılarını keskin şekilde gözlemleyebildiği için Kafka,
Brecht göre “peygamberce yöne” sahiptir. Her fırsatta Kafka’yı onaylamadığını
söylese de Brecht: “Dava” kitabı için “büyük şehirlerin sonu gelmez, karşı
konulamaz ölçüde büyümesinden duyulan korkuyu; uçsuz bucaksız dolaylı ilişkiler
labirentinin, modern yaşama biçimlerinin insanı içine ittiği bölünmelerin,
karmaşık, karşılıklı bağımlılıkların dışavurumudur” değerlendirmesinde
bulunmuştu.
Bugün, özellikle Soğuk Savaş sonrası, “büyük kahinler”
olarak sunulan edebiyatçıların kimler ve eserlerinin sanatsal anlamı ne olduğu
konusunu tartışmak gerekmektedir. Gerek ülkemizde gerekse dünyada “en çok
satan” George Orwell incelendiğinde genel bir fikir sahibi olunmaktadır.
Orwell’in eserinde Sovyetlere karşı psikolojik savaşa, edebiyat cephesinde
katkı yaptığı birçok eleştirmen tarafından dile getirilmişti. Şüphesiz Orwell’i
“kahin yapan” sosyalizmin çöküşünü müjdelemesi, otoriter bir devletin
kaçınılmaz yıkılışını öngörmesiydi!
Elbette, edebi anlamda Kafka ile Orwell’i kıyaslamak,
Kafka’ya büyük nezaketsizlik olur. Ancak, modern kapitalizmin, insanlığın
özgürlüğünü kuşatacağına dair Kafka’nın öngörüsündeki karamsarlıkla Orwell’in
karamsarlığının, politik olarak taban taban zıt olduğunun altı çizilmelidir.
Bununla birlikte Batı’nın seçkin edebiyat çevreleri
tarafından öne çıkarılan başka yazarlar da bulunmaktadır. Perestroyka ile
kapılarını açan Rusya, aynı zamanda Sovyetler döneminde çekmecelere
“kilitlenmiş yazarların” eserlerini de dünyaya açtı. Bu çevrelerce en çok değer
verilen ve büyük “peygamberler” olarak kutsanan, sansürlenen Sovyet
yazarlarıdır.
Eserlerindeki eleştirel yaklaşımlar, 1930’larda Sovyetler’in ileride
nasıl bir toplum olacağına dair derin öngörüler olarak sunulmaktadır.
Sovyetler’in toplumsal çelişkilerini betimleyen sayfalar, Sovyetler’in
çöküşünün habercisi gibi okunmaktadır.
Bu noktada sistemin Orwell ile bu Sovyet yazarlarının yana
yana getirilmesine, Kafka örneğinde olduğu gibi, eleştirel bakılmalıdır.
Öncelikle sansüre uğrayan Sovyet yazarları yekpare bir dünya görüşü ve sanat
anlayışına sahip olmadıkları gibi, sansürü uygulayan bürokrasinin siyasi
içeriği de dönemden döneme farklılık göstermişti. Ne var ki Batılı
eleştirmenler, Stalin döneminde sansürlenen yazarları aynı torbaya koyarak
okurlara sunmaktadır. Bugün Bulgakov, Pasternak, Mandelştam, Ahmatova, Platonov
gibi sanatçıları Stalin'in gazabına uğrayan büyük özgürlük sanatçıları olarak
gösterilmektedir.
Batı bugün de Soğuk Savaş propagandasını bu yazarlar
üzerinden devam ettirirken, toplumsal gerçekçi sanat kriterlerinden yola
çıkarak, bu yazarların eserlerinin değerlendirilmesi zorunluluktur. Bu
zorunluluk bir ideolojik mücadeledir, postmodernizmin sanatı kendi siyasi
amaçları için kullanmasına ve edebiyatın içeriksizleştirilmesine karşı
çıkmaktır.
1990 sonrası Bulgakov’dan sonra en çok okunan yazarların
başında Andrey Platonov gelmektedir. Yakın zamanda Metis tarafında yayımlanan
“Çukur” eseri Platonov’u ve bu tartışmaları irdelemek için fırsat sunmaktadır.
SANSÜRÜN
GÖLGESİNDEKİ YAZAR
Lokomotif makinistin oğlu olan Platonov, 1889’da Voronez
yakınlarında doğar. İç savaşta Kızıl Ordu saflarında savaşır, sonra elektrik
mühendisi olur. 1918 yılından itibaren gazete ve dergilerde makale, deneme ve
şiir yazar. 1927 yılının başlarında “Epifani Kanalları” adlı kısa öyküsü
Gorki’nin dikkatini çeker. Bunun üzerine Platonov, taşra kasabasında bir grup
devrimcinin “absürt bir komünizm” inşa etmesini anlatan “Çevengur” eserini
Gorki’ye yollar. Gorki’nin değerlendirmesini büyük bir heyecanla bekleyen
Platonov’un aldığı cevap bir anlamda bütün yazarlık hayatının trajik bir
öngörüsü gibidir.
Gorki mektubunda “eserinizin sahip olduğu bütün tartışmasız
yüksek niteliklere rağmen, yayımlanacağına inanmıyorum. Buna da sizin anarşik
düşünme tarzınız, anlaşılan ‘ruhunuzun’ bir özelliği olan bu tarz engel olacak.
İsteniz de istemeseniz de, gerçeklik tasvirinizi lirik ve alaycı bir şekilde
yapmışsınız, bu da doğal olarak, bizim sansürümüzün kabul etmeyeceği bir
şeydir. İnsanlara karşı bütün yakınlığınıza rağmen, onları alaycı bir şekilde
renklendirmişsiniz ve okurun karşısında devrimci olmaktan çok ‘eksantrik’ ve
‘yarım akıllı’ görünüyorsunuz” değerlendirmesinde bulunur. “Çevengur” Platonov
hayattayken yayımlanmadı, yazıldıktan 60 yıl sonra basıldı.
Ümitsizliğe kapılmayan Platonov, 1931 yılında “Kızıl Yeni”
dergisine “Yarar” isimli kısa öyküsünü yollamıştı. Bu dergiyi yakından takip eden
Stalin, öyküyü okur ve derginin kenarına şu notu düşer: “Bu Rusça değil, saçma
sapan bir dil”. Kırsaldaki Kolhoz uygulamasını ironik bir dille eleştiren bu
öykü, Stalin’in eleştirisiyle birlikte Platonov’a edebiyat çevresinden de sert
eleştiriler gelmişti. Bir anlamda Şoholov’un dostluğu sayesinde bu süreci
atlatır.
Kenara itilmesine rağmen, bazı sanatçıların aksine 2. Dünya
Savaşı sırasında savaşın kazanılacağına inanır ve pasif bir tavır almaz.
Stalin’e yakın, yazar Vasili Grossman tarafından askeri gazete “Krasnaya
Zvezda”ya savaş muhabiri olarak önerilmesiyle Platonov’un öyküleri düzenli
şekilde yayımlanmaya başlamıştı. Ancak savaş sonrası Platonov’un eserleri yine
eleştirilerin hedefi olur ve kaleme aldığı eserler yavaş yavaş geri çevrilir.
‘ÇUKUR’DA
BULANIKLAŞAN GERÇEKLİK
Sovyet kuşağı yazarlarını değerlendirirken göz önünde
bulundurulması gereken iki önemli nokta bulunmaktadır. İlki bu yazarlar,
olağanüstü koşullarda yetişmişti. 1. Dünya Savaşı yıkımı sonrası Ekim Devrimi’nin
gerçekleşmesi, Devrim sonrası başlayan Rusya’yı tüketen iç savaşın ardından
yaşanan keskin toplumsal değişimler ve 2. Dünya Savaşı... Varlık ve yokluk
arasında sıkışan bu yazarların yaşadıkları iç çelişkiler toplumsal çelişkilerle
karmaşık biçimde iç içe girmiştir. Diğer bir nokta ise bu yazarların sanatsal
yaklaşımlarını ve edebi yaratımlarını, yüzyıllık Rus edebiyatı geleneği
bağlamında ele alınmasıdır.
Platonov “Çukur” eserinde, iç savaş sonrası Sovyetler’deki
köklü ekonomik ve sosyal dönüşümlerin uygulanma çabası anlatılır. Neredeyse
maddi ve insani olarak tükenmiş bir toplumun sosyalizm temelinde modernleşme
sancıları tüm boyutlarıyla incelenmeye çalışılmıştır. Özellikle sanayileşme
atılımı içinde yer alan işçiler ve kırsaldaki kollektifleştirme uygulamaları
karşısında köylülerin tavrı eleştirel bir bakışla okura sunulur.
Ne var ki “Çukur”un modernist dili bu keskin çelişkilerin
berrak biçimde betimlenmesini engeller. Üslup gerçekliğin bulanıklaşmasına
neden olur. Özellikle köydeki gotik sahnelerin ironik üslupla betimlenmesi
anlatılan dramın yoğunluğunu hafiflettiği gibi, yazarın politik bakışını da
okur açısından bulanıklaştırır. Platonov’un çağdaşı bazı yazarlar onun dilini,
Joyce ve Kafka’nın devamı olarak görmekteydi. Toplumsal sorunların sunuluşu ve
bu sorunların içinde karakterin yaratımına bakıldığında kısmen böyle bir
benzerlik gözlemlenir.
Kitap, fabrikada iş sırasında düşüncelere dalmaktan çalışamayan
Voşov’un amaçsız ve hedefsiz şekilde Rusya’nın herhangi bir köşesinde
dolaşmasıyla başlar. Voşov’un eser boyunca aradığı bir soru vardır: hayatın
anlamı nedir? Voşov’un varoluş sorunlarına, hayatın anlamına dair sorularına,
Voşov ile karşılaşan diğer karakterler de eşlik eder. Romanda kişisel
varoluşsal sorgulamalarda bulunmayan neredeyse kimse yoktur. Roman sanki tüm
dünyaya meydan okuyarak yeni bir toplum kurmak için mücadele eden Sovyetler’de
değil, çarlık baskısı altına ümitsizce çırpınan Rusya’da geçmektedir. Yazarın
betimlediği güneşli yaz günleri bile karanlık ve şiddetli kış geceleri gibidir.
Bununla birlikte Platonov’u modern Avrupa edebiyatındaki
varoluşunu arayan yazarlarından ayıran nokta, Voşov’un varoluş sorununu,
toplumsal uyuma ve mutluluğa doğrudan bağlamasıdır. Sürekli “ortak yaşam planı
üzerine” düşünen Voşov, hayatın özünü anlayan ve bir amaç için yaşayan
insanları aramaktadır. Bir gün yolu, bütün proletaryanın birlikte yaşayacağı,
ortak büyük bir konut yapımı için çukur kazan işçilerle kesişir. Voşov işçilere
baktığında “hayatın anlamını biliyor olmalarına karşın- ki bu edebi mutluluğa
eşdeğerdi- çehreleri somurtkan ve zayıftı, yaşam huzuru yerine bitkinlik
duyuyorlardı” gözleminde bulunur. İşçilerin mutsuzluğuna rağmen Voşov onların
yanında kalır, hayatın anlamını öğrenmeyi ümit eder.
Voşov da ortak konut içinde çukurda çalışmaya başlar, bu
karşılıklı etkileşim karakterlerdeki değişimi ve gitgellerin ortaya çıkmasına
yol açar. Voşov, hayatta bir amacı ve hedefi olan Çiklin, Safronov gibi
işçilerin sağlamlığından güç alır, ancak kendisinin şüpheci sorgulamaları ve
karamsarlığı bu işçilerin bile ideolojik dengesini sarsar. Ne var ki
Platonov’un romandaki karakterlerin yüzeysel şekilde çizilmesi, karakterlerin
ruhsal dünyalarının derinlikten yoksun olmasından dolayı, yazar okuru götürmek
istediği noktaya çekemez. İnandıkları soylu amaç için durmaksızın çalışan
işçilerin, hiç sorgulamadan yaşamalarının absürtlüğünü Voşov ile göstermek
isterken, bu “tehlikeli sorular” yazarın işçilere sonradan kondurduğu gölgeler
gibi durmaktadır. Zaten eserde özgün ve canlı kanlı bir karaktere dokunmak çok
zordur, karakterin en belirgin özellikleri tuhaf kişilikleridir.
‘ÇUKUR’DAKİ
YÜZYILLIK TARTIŞMA
Platonov’un eserindeki edebi biçim ayrı bir yazı konusudur.
Bu eserde asıl irdelenmesi gereken Platonov’un bu ortak konut projesini nasıl
ele aldığıdır.
Batı Avrupa’nın görece gerisinde kalmış ülkelerin
yazarlarının modernleşmeyle yüzleşmelerine gerçeklik kadar seraplar, rüyalar, fanteziler
de eşlik etmiştir. Batılı yazarlar bir olgu olarak modernizmin çelişkileriyle
mücadele ederken, özelikle Rus yazarlar, modernleşmeyi bir amaç veya reddedilen
bir olasılık olarak değerlendirdi. Bundan dolayı Batılı gerçekçi yazarın
modernizm eleştirisinden çok daha derin bir eleştiri Rus edebiyatında bulunur.
“Çukur” eserinin politik ve edebi bağlamını doğru şekilde
değerlendirebilmek için Dostoyevski ile Çernişevski arasındaki modernleşme
tartışmasının incelenmesi gerekmektedir. Çünkü Platonov, Sovyet modernleşmesini
bu tartışmaya referans yaparak irdelemiştir yani geçmişe dönerek politik ve
edebi çizgisini ortaya koymuştur. Bu anlamda Platonov’dan geleceğe dair
peygamberce öngörüler bekleyenler hayal kırıklığına uğrayacaktır. “Çukur”da,
Sovyetler’in kaderine dair derin sezinden ziyade, Dostoyevski ve
Çernişevski’nin modernleşme öngörülerini tartışılır.
Rusya’nın nasıl ve hangi temelde modernleşeceğine dair
yüzyıl sürecek bu tartışma, Çernişevski’nin kaleme aldığı “Nasıl Yapmalı”
eseriyle başlamıştı. 1840 kuşağı Rus aydının en çok etkilendiği akımların
başında Ütopik Sosyalizm gelmekteydi. Saint Simon başta olmak üzere Ütopik
Sosyalistlerin bilime ve sanata önce rol biçtiği büyük toplumsal projeler,
sınırsız coğrafyasıyla binyıllık geri kalmışlığını aşmak için en ideal fikirler
olarak benimsenmişti. Özellikle Fourier’in kapitalizme görece alternatif şehir
planları ve falanjist evler denen işçilerin oturması için planlanan büyük toplu
konutlar, Rus aydınını en çok heyecanlandıran fikirlerdi. 1863 yılında
Çernişevski hapishanede bu eserini yayımlayamaya başlar, kitapta yer alan “Vera
Pavlovna’nın Dördüncü Düşü” kısımda Fourier’in falanjist evlerinden yola
çıkarak yeni toplumsal ilişkilerin hakim olduğu yeni yaşam mekânları tasvir
edilir.
Geleceğe dair şehir ütopyasının anlatıldığı bu bölümde
Çernişevski, 1859 yılında Londra gezisi sırasında gördüğü ve çok etkilendiği
Kristal Saray, geleceğin imgesi olarak sunulur. Demir ve camdan yapılan bu
devasa ve zarif yapı, çağdaşları için yeni ve sarsıcıydı. Çernişevski de bu
mimarinin çizgilerini yarını müjdelediğini düşünerek kucakladı. Kristal
Saraylar’dan oluşan bir gelecek betimlenir “Nasıl Yapmalı” eserinde; devasa
yapılar birbirinden iki, üç mil uzaklıkta, otlak ve çayırlarla, bahçe ve
korularla ayrılmıştı. Her bina içinde atölyeleri, ortak yemek ve eğlence
mekânları bulunan, alüminyum mobilyalar, taşınır duvarla tüm ihtiyaçlar
kollektifleştirilmiştir. İleri teknolojiye uygun tarım ve sanayinin yapıldığı
bu rasyonel yapılar, her türlü tatmini sağlayan, hiçbir bireysel ve toplumsal
çatışmanın olmadığı yeryüzündeki bir cennettir. Asıl can alıcı nokta
Çernişevski, feodalizmden sosyalizme geçerek, kapitalist şehirlerin aşılmasını
amaçlamasıdır. Bu yeni dünyada şehirlerin sayısı gittikçe azalmış, insanlığın
geri bir dönemini simgeleyen, turistlik amaçlarla gezilen yerler olmuştur.
Çernişevski’nin ütopyası modern kentleri dışlayan bir modernleşmedir.
“Nasıl Yapmalı”
yayımlanırken Dostoyevski’ de hapishane sonrası ilk kez Avrupa seyahatine
çıkmıştı. Avrupa’nın ihtişamlı şehirlerini ziyaret eden Dostoyevski de
Londra’da Kristal Sarayı görür. İlk izlenimi ürperti ve dehşet olur, saray
Dostoyevski’yi korkunçluğuyla etkiler. Avrupa’da gördüğü her şeyden tiksinen
Dostoyevski, Kristal Saray’ı görmesiyle birlikte koşarak Rusya’ya geri döner.
Rusya dönüşü sonrası “Yaz İzlenimleri Üzerine Kış Notları” eserini yayımlamaya
başlamış ve Avrupa uygarlığına sert eleştirilerini ironik bir dille
sıralamıştı. Çernişevski’nin bu eseri Kristal Sarayı geleceğin bir imgesi
olarak sunması, öfkesi burnunda Dostoyevski’yi harekete geçirir. Daha önemlisi,
14 yıl önce Petraşevski grubunda Fourier’in ütopyalarını tartışan Dostoyevski,
bu hayallerin bedelini Sibirya’da ağır biçimde ödemişti. 14 yıl sonra Fourier
ile karşılaşması, eski fikirlerini geride bırakan Dostoyevski için trajik
olmuştu. Artık geçmişiyle gerçek bir muhasebe yapması kaçınılmadı.
Dostoyevski öncelikle Çernişevski’nin eserine bir eleştiri
yazısı kaleme almak istemiş fakat sonra bu esere karşı bir edebiyat eseriyle
cevap vermeyi daha doğru bulmuştu. Böylece “Yeraltından Notlar” romanı hayat
bulur. Bu iki eser, iki ayrı dünya, iki ayrı ahlaki ve politik çizgide bulunur.
İki eserin geleceğe dair öngörüleri kendisinden sonra gelen kuşağı derinden
etkilemişti. Çernişevski, Lenin gibi devrimci liderlerin düşsel dünyasında
izler bırakırken; Dostoyevski’nin yeraltı adamı ise, büyük ve sarsıcı
modernleşme uygulamaları karşısında tavır alanların sözcüklerini dile
getirmişti.
SOVYET
MODERNLEŞMESİNE ‘YERALTINDAN NOTLAR’
Platonov, bu yüzyıllık tartışmada Sovyet modernleşmesini
Çernişevski’nin ütopyasının gerçekleşmesi olarak görüp, kendisi yeraltı
adamının eleştirel ve ironik dilini benimsemiştir. Gorki’nin alaycı ve lirik
bulduğu Platonov’un üslubu bir anlamda yeraltı adamının üslubundan ilham
almıştı.
“Çukur”da yapılması planlanan konutların başında Pruşevski
isimli genç bir mühendis bulunmaktadır. Platonov genç mühendisin iç sesini
okura duyurur: “insanların hala avlulu çitli usulle yaşamayı sürdürdüğü eski
şehrin yerine tek bir ortak proleter evi kurma fikrini bulmuştu; bir yıl sonra
tüm yerli proletarya küçük mülkiyet şehrinden çıkıp yerine anıtsal eve
yerleşecekti. On ya da yirmi yıl sonra başka bir mühendis dünyanın ortasında
yeryüzünün tüm emekçilerinin edebi saadete erişeceği bir kule inşa edecekti.
Pruşevski şimdide, dünyanın orta yerine dikilecek, sanata ve amaca uygun statik
mekanik eseri gözünün önüne getirebilirdi ama bu ovanın ortasına kuracağı ortak
evde yaşayacakların ruhunu çözemez, hele ki geleceğin kulesine yerleşeceklerin
nasıl kimseler olacağını hayal dahi edemezdi. O gün geldiğinde gençliğin bedeni
nasıl görülecek, kalp hangi heyecan verici güçle çarpmaya, akıl düşünmeye
başlayacaktı?...İnsanların yalnızca kötü hava yüzünden içinde yaşayacakları boş
binalar dikmekten korkuyordu”.
Mühendis Pruşevski’nin ruhsal
durumundaki çelişkileri, geleceğin yapısını hayal edebilirken hayatın anlamını
kavrayamaması olarak sunulur. Mühendis hayatı kavranamaz olduğunu hissetmesi ve
sürekli intihar etmeyi düşünmesi, sevgi ve mutluluktan yoksunluk haliyle
betimlenmesiyle; Dostoyevski’nin her türlü çelişkinin sonlanacağını savunan
Çernişevski’ye yaptığı itirazın haklı olduğunu göstermek ister Platonov.
Dostoyevski’nin “Yeraltından Notlar” eserindeki: “Kristal Saray’da acı çekmek
ise bütünüyle yakışıksız kaçar, çünkü acı çekmek kuşku demektir, olumsuzlama
demektir. İçinizde kuşku uyandıracaksa o zaman bu ne biçim bir Kristal Saray
olur dersiniz?” sözleri “Çukur”da yankılanır. Platonov, sürekli kendisinden
kuşku eden ve acı çeken mühendis imgesiyle sosyalizm idealinin kırılganlığını
göstermek ister. Öncü Pruşevski bu anlamda amaçsız Voşov’un ruh ikizidir.
Kuşkuları onları yan yana getirir.
Diğer bir noktaysa, Platonov’un mühendisin ruhsal
muhasebesini yaparken, Pruşevski’nin yapacağı bu binada kendisinin yaşamayı
düşünmemesidir zaten sürekli ölümünü planlamaktadır. Yine yeraltı adamının
ideal yapılar, ütopyalar tasarlayan kişilerin çelişkilerini anlattığı pasaj
akla gelmektedir: “insan yaratmayı, yollar inşa etmeyi sever, tartışma götürmez
bu. Ama...içgüdüsüyle hedefine erişmekten ve yapıyı tamamlamaktan korkuyor
olmasın sakın? Nasıl bilebilir ki, belki de o yapıyı sadece uzaktan seviyordur;
yakınına gitmeden, belki de sadece inşa etmeyi seviyor ve içinde yaşamak
istemiyor”. Pruşevski’nin intiharı düşünmesi belki de bu korkudandır bilemeyiz
ama, şehrin diğer ucunda yükselen yeni bir yapı gördüğünde heyecanlanması ancak
binanın yakına dahi gitmemesi, yeraltı adamını doğrular ister gibidir.
Dostoyevski’ye göre ,Çernişevski’nin betimlediği, acıların
ve kuşkuların geride kaldığı ideal yerler ancak kusursuz bir hapishane ütopyası
olabilirdi. Kristal Saray imgesi o kadar kusursuz ve mutlaktır ki insanlar ona
“dil çıkarmaya dahi cesaret” edemez. Bireysel özerklik ve özgür irade böylesi
bir ütopyada anlamını yitirir, bu Dostoyevski için ölüm demektir.İşçi konutları
için kazılan çukurdan çıkan “fantastik” ve “absürt” tabut imgeleriyle Platonov
yine Dostoyevski’nin itirazlarını tekrarlamıştır.
Emperyalizme karşı, tükenmiş kaynaklarıyla toplumsal
ilerlemeyi sürdürmeyi ve sosyalizmi yaşatmayı olağanüstü bir kararlılıkla
uygulayan Sovyetler için, yeraltı adamının suretinin yüzeye çıkmasına izin
verilmemişti. Milyonlarca insan yokluk içinde yeni bir uygarlık kurma
mücadelesi verirken, insanlar Dostoyevski’nin ruhsal çelişkileri irdeleyen
eserlerine yönelmemişti. Sovyetler’de Dostoyevski’ye doğrudan uygulanan bir
sansür yoktu, basit bir şekilde insanların yaşadığı gerçeklikte Dostoyevski’ye
yer yoktu. 1950’lerin ortalarına kadar bu durum değişmedi sonrasında Rusya’da
Dostoyevski’ye olan ilgi yeniden artmaya başladı.
Kendi içine dönen, sürekli varlığını ve hayattaki amacını
sorgulayan, toplumsal sorunları yeraltı adamının “yıkıcı” üslubuyla betimleyen
Platonov’un eserlerinin göz ardı edilmesinde, sansürle birlikte bu dinamiklere
de bakmak gerekir. Platonov gibi Sovyet modernleşmesini eleştiren yazarlar, Rus
edebiyatı tarihi bağlamında okunduğunda, eleştirilerinde Sovyetler’in
geleceğine dair keskin öngörülerden ziyade geçmiş tartışmaların gündeme getirildiği
görülür. Platonov eserlerinde toplumsal sorunları geçmişe bakarak incelemiştir.
Yeni bir dünya kurma kavgası verilirken, toplumsal çelişkileri geleceğe bakarak
aşmak yerine yeraltı adamının “kehanetlerinin” doğruluğunu araştırdığı için
Platonov’un büyük öngörülere sahip yazarlarla birlikte anılması doğru değildir.
Ortada bir peygamber varsa bu Dostoyevski’dir, Platonov ise bu “kutsal sözleri
“ tekrarlayan bir havaridir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder