Ferhan
Bayır
Kaynak:
https://www.aydinlik.com.tr/
Rusya’nın uçsuz bucaksız
stepleri arasında, insanların ismini dahi bilmediği bir taşra kasabasında
sıvaları dökülmüş, etrafını yaban otlarının sardığı, insanı tehdit ediyormuş
gibi gökyüzüne yönelen bahçe çitlerindeki çiviler... İnsanın ruhunu kuşatan
karamsarlığın en karanlık tonu, bu binanın hapishane olduğu izlemini verirken
bahçe kapısından içeri girip binaya doğru ilerleyince buranın hastane olduğu
ancak basamakları tırmanırken fark edilir.
Kapıyı aralayıp içeriye adım
atıldığı an, insanları askerlikten emekli, yaşlı bekçi Nikita karşılamaktadır.
Step havasının sert iklimi, Nikita’nın yüzündeki derin ve keskin çizgilerde
kendisini belli etmektedir. “Nikita, bu dünyadaki düzeni her şeyden çok seven
ve bundan ötürü de dayak atma gerekliliğine inanan saf, iyi niyetli, işine
bağlı, kıt görüşlü insanlardandır. Yüze, göğse, sırta, nereye denk gelirse oraya
vurur ve bunu yapmazsa düzenin sağlanamayacağına inanır”. Heybetli ve tehditkâr
bu bekçiyi geçip koridoru doğru yönelince, yerdeki çürümüş döşeklere, eskimiş
sabahlıklara, parçalanmış mavi gömleklere dikkatlice bakınca, burasının hastane
olmadığı hissedilir.
Koridorun hemen sonundaki
geniş odaya tedirgin şekilde hızlıca bakınca, iç taraftan takılı demir
parmaklıklar, yere vidalanmış yataklarını üzerinde mavi renkli hastane
sabahlıkları ve başlarında eski usul takkeleriyle oturan insanların varlığından
burasının akıl hastanesi olduğu anlaşılır. Tahtakurusu ve amonyak kokusuna
lahana çorbası kokusunun karıştığı bu izbe yer, içinde beş akıl hastasının
yaşadığı Altıncı Koğuş'tur.
Çehov “Altıncı Koğuş”
öyküsünde bir taşra kabasındaki akıl hastanesi çevresinde gelişen trajik
olayları her zamanki basit ve yalın üslupla anlattığı bu eser, Rus edebiyatının
“en kasvetli” örnekleri arasında yerini almıştır. Sibirya’da sürgün döneminde,
ayakları zincirlerle bağlanmış mahkûmların hayatını anlatan Dostoyevski’nin
eserlerinde bile “Altıncı Koğuş”daki kadar kasvetli bir hava yoktur.
Hayatlarında hiç şiddete başvurmamış beş tane delinin hikayesini, insanın
kanını donduran Sibirya’nın soğuğunda en adi suçları işlemiş mahkûmların
hikayesi kadar çarpıcı yapan nedir?
SİBİRYA’NIN
ÖLÜMSÜZ MAHKÛMLARI
“Her
türlü zorbalığın toplum tarafından makul ve yerinde bir gereklilik olarak
karşılandığı, beraat kararı gibi her türlü merhamet göstergesinin toplumda tatminsizlik
ve intikam duyguları uyandırdığı bir dünyada adaleti düşlemek gülünç değil mi?”
Çehov
Oyunları ve öyküleriyle
Rusya’nın en başarılı yazarları arasında ismi anılmaya başlayan Çehov, yeni
eseri için farklı, çok daha tutkulu konular arayışına girer. Moskova-Petersburg
edebiyat dünyasındaki kıskanç ve tek düzey ilişkilerden de sıkılmıştır.
Kendisine hem zihinsel hem de bedensel olarak bu sıkışmışlıktan çıkaracak yeni
çalışmalar arayışındayken Çehov, kardeşi Mişel’in ceza hukuku derslerinde
tuttuğu notları tesadüfen okuyunca kafasında bir soru canlanır “karar
verilinceye kadar bütün dikkatimiz katilin üstünde toplanıyor, ama hapishaneye
gönderilir gönderilmez tümden unutuveriyoruz onu. Peki hapishanelerde neler
oluyor?”. Bu soru Çehov’un peşini bırakmaz ve Sibirya’ya gitme kararı alır.
Çehov’un ciddi sağlık
sorunları vardı, Sibirya’nın derinliklerine yapacağı bu yolculuğa ailesi ve
yakın arkadaşları şiddetle karşı çıkmalarına rağmen, Çehov’u ikna edemezler.
Nisan 1890’da, Çar hükümetinin en tehlikeli suçluları kürek cezasına
gönderdiği, Japonya’nın 800 kilometre kuzeyinde bulunan Okhotsk Denizi’ndeki
Salahin adasına doğru yola çıkar. Üç ay süren zorlu yolculuk sonrası sefaletin
ve pisliğin içinde kaderlerine terk edilmiş insanların yaşadığı bu yere ulaşır.
Doktor olarak tıbba olan
borcunu hapishanedeki mahkûmların tedavisiyle ilgilenip ve buradaki sağlık
koşullarına dikkat çekerek ödemek isteyen Çehov, yüzlerce mahkumla konuşur, her
gün on sekiz saati bulan yoğun bir çalışma yürütür, detaylı ve titiz bir
şekilde notlar alır. Mahkûmların anlattıklarıyla birlikte hapishanedeki
koşullar ve hapishanenin dışındaki gündelik hayata dair çarpıcı gözlemlerini
kaleme alır. Hapishanelerde insanı ayakta tutacak hiç bir manevi şey gözlemleyemez
Çehov, “Cezaevleri büyük kumarhane olmuşlar, koloniler ve askeri birlikler de
onların şubeleri.” Hapishanede dışındaki yaşam ise çok daha kötüdür. Salahin’de
kürek mahkumu kadınlar ve erkek mahkûmlarıyla birlikte buraya gelen eşleri de
bulunmaktadır: “ Hepsi de yaşamak için fahişelik yapıyor. Zindancılar, en genç
ve alımlıları kendilerine ayırıyor, öbürlerini de hükümlülere bırakıyorlardı.
Genç kızların, anneleri tarafından zengin kolonlara ya da gözetimcilere
satılması gündelik işlerdendi... ne yaşlılık ne çirkinlik fahişeliğe engel
oluyordu ne de en had derecedeki frengi. Aleksandrovski sokaklarında on altı
yaşında bir kıza rastladım. Dediklerine göre fahişeliğe dokuz yaşında
başlamış”.
Çehov, insanın ayağındaki
zemini sarsan böyle yüzlerce çarpıcı gözlemi “Sahalin Adası” eserinde yayımlar.
Sibirya’nın karanlıklarında tarif edilemez sefalete terk edilmiş bu insanların
dramını Çehov o kadar yalın ve soğukkanlı şekilde kaleme almıştır ki, eseri
yayımlanmadan önce inceleyen çarlık sansür heyeti bu öyküleri bir edebiyat
eseri olarak değil, bilimsel makale olarak tanımlayıp kayda düşer.
Eser yayımladığı zaman büyük
ses getirir. En sıradan ayrıntılar bile büyük tartışma konusu olur. Eserin
dilindeki nesnellikten dolayı, okurlar betimlenen sahnelerin kurgu olma
ihtimalini bile düşünmez. Kitabın her satırı, Rus toplumunu kendi acımasız ve
soğuk gerçeğiyle yüzleşmeye zorlar. Özellik hapishanedeki mahkumlara uygulanan
bedensel ceza sahneleri Kışlık Sarayı’ndaki yöneticileri bile şaşkına
uğratmıştır:
“İnfaz memuru bir tarafta
durur ve kırbaçla böyle bir vurur ki, kamçı bütün vücuda yayılır. Her beş
kırbaçtan sonra öbür tarafa geçer ve mahkuma yarım dakika dinlenme süresi
verir. İlk beş ya da on kırbaçtan sonra daha önceki dayaklar yüzünden yaralarla
kaplı olan bedeni mavileşir, morarır ve her darbede derisi açılır. Çığlık ve
bağrışların arasında ‘Zatıaliniz! Zatıaliniz! Merhamet!’ kelimeleri duyulur.
Sonra yirmi ya da otuz darbeden sonra sarhoş adam ya da sayıklayan biri gibi
şikâyet etmeye başlar ‘Zavallı ben, zavallı ben, beni öldürüyorsunuz...Beni
neden cezalandırıyorsunuz?’. Ardından boynun o garip gerilişi, kusma sesi.
Sanki cezanın başlamasından bu yana bir sonsuzluk geçmiş gibi. Gardiyan
bağırmaya devam eder, ‘Kırk iki! Kırk uç!” Doksana daha çok var”
Rus kamuoyu, Sibirya’daki
insanların gerçeklerinin çok az farkındaydı. Ne var ki bütün olumsuz imgeye
rağmen insanların zihninde Sibirya deyince “Suç ve Ceza” romanın son
sahnesindeki günahlarını kabul etmiş, manevi olarak yükselmiş Raskolnikov ile
saf iyiliği ve fedakârlığıyla Sonya’nın ilişkisi canlanmaktaydı. Çehov,
insanların zihnindeki bu romantik imgeleri yıkmakla kalmadı betimlediği çarpıcı
sahnelerle Rusya’da önce kadınlar sonra da erkekler için fiziksel cezanın
kaldırılmasında çok önemli rol oynadı.
TAŞRANIN
SOĞUK GERÇEKLİĞİ
“Kasabada
yaşamak boğucu ve sıkıcıdır; yüksek ideallerden yoksun olan toplum zorbalıkla,
kaba bir sefalet ve iki yüzlülükle çeşitlendirilmiş cansız, anlamsız bir yaşam
sürmektedir.
Çehov
“Sahalin Adası” eseri dikkat
çektiği toplumsal sorunlarla kamuoyunda ses getirse de eleştirmenler bu eserin
edebi değerini pek beğenmemişlerdir. Kimilerine göre Çehov, Dostoyevski’ye
özenmişti ve kürek mahkûmları üzerinde prim yapmıştı. Daha nesnel yorum yapan
eleştirmenlerse, Dostoyevski’nin “Ölüler Evinden Notlar” eseriyle
kıyaslandığında bu öykülerin zayıflığının altını çizmişti. Şüphesiz ayağında
prangalarla Sibirya’ya siyasi tutuklu olarak gidip mahkumlarla aynı korkunç
hapishane koşullarını paylaşan Dostoyevski’nin eserindeki derinlik ve güçlü
manevi arayış, Çehov’un bu eserinde gözlemlenemez. Çehov, bir yazar ve doktor
sorumluluğuyla dışarıdan gelip, yaptığı gözlemleri betimlerken; Dostoyevski ise
doğrudan yaşadığı kendi trajedisini, rutubet ve pislik kokan, soğuk ve karanlık
koğuşta, damarlarında dolaşan kan gibi canlı ve sıcak bir dille betimlemişti.
Oysa Çehov, insanın akıl dışı,
yıkıcı, karanlık yönünü derinlikli şekilde ele aldığı, Dostoyevski ile
ölçülebilecek hatta yer yer onu aşan önemli bir öykü kaleme almıştır. “Altıncı
Koğuş” öyküsünde, bir akıl hastası ile doktor arasında geçen olaylar anlatılır.
Bu eserin en çok göze çapan özelliği, yetmiş sayfaya sığdırılan fikirlerin
yoğunluğu ve gücüdür.
Dostoyevski’nin, Tolstoy’un belki yedi yüz sayfada
tartışacakları fikirleri Çehov basit ve kısa bir biçimde yapmıştır. Dostoyevski
ve Tolstoy, büyük ve sayısız mekanlar içinde onlarca karakterle birbirine
örülen adeta çok sesli senfonilerle insanın özüne dair sorunları ele alır.
Çehov ise, tiyatro oyunlarındaki gibi, olayları bir koğuşta ve birkaç
karakterin arasında yoğunlaştırarak eşsiz bir oda müziğiyle şeklinde öyküsünü
anlatır.
Rusya’nın terk edilmiş bu
kasabasına yirmi yıl önce genç bir doktor olarak gelen Andrey Yefimiç,
kendisini yoksulluk ve pisliğe terk edilmiş hastanede bulur. Alet ve ilaçların
yetersizliği, her gün kilometrelerce uzaktan gelen yüzlerce köylü hasta, az
sayıda sağlık çalışanı gibi sorunların yanında hastanedeki yolsuzluklar, adam
kayırmalar, dedikodular mesleğine yeni başlayan doktorun yüzleşmesi gereken
sorunlardır. Andrey Yefimiç ilk zamanlar özveriyle kendisini mesleğine adar ne var
ki zamanla bu sorunların altında yavaş yavaş ezilir. Güçlü ve savaşçı bir
karakteri bulunmayan doktor Yefimiç, önündeki yakıcı sorunlarla nasıl çözüm
üreteceğini bilemez: “Andrey Yefimiç akla ve doğruluğa aşırı değer verirdi,
ancak etrafında akıl ve dürüstlükle dolu bir hayatı var edebilmesi için yeteri
kadar güçlü bir karaktere ve inanca sahip değildi. Emir buyurmayı, yasak
koymayı, mecbur bırakmayı kesinlikle bilmezdi”. Zaten 1860’larda ilahiyat
okumak isterken babasının zorlamasıyla doktor olmuştu.
Tıbbı ve ilerlemeyi
benimsemekle birlikte Yefimiç, yoksunluğun neden olduğu sefalet içinde acı
çeken insanların soğuk gerçekliğiyle yüzleşecek ne tutkulu inançları ne de
köklü fikirleri vardır. Derinlikli fikirlerden, sarsılmaz ideallerden yoksun
bir insan Rusya’nın, adı dahi unutulmuş kasabaları gibi, karanlık stepleri
içinde kaybolur. Kasabanın insanın ruhunu boğan tek düze yaşamı, hastanedeki
kangren olmuş sorunlar içinde Andrey Yefimiç, ahlaki pusulasını kaybedeler.
İnsan doğasının en korkunç yanı yaşadığı gerçeklikle yüzleşmediği zaman, kendi
benliğini korumak için karamsar ve yıkıcı metafiziksel argümanlar
üretebilmesidir. Bir gün hastaneden eve döndüğünde çalışma masasında otururken
Yefimiç hayatının ve mesleğinin muhasebesini yapar. Her gün kırktan fazla
hastayı muayene etmek büyük bir aldatmacadır, hastaların tedavilerine gereken
özeni gösteremediği gibi, yıllar içerisinde kasabada ne hastalanma ne de ölüm
oranlarında bir azalma söz konusudur. Bu gerçeklik karşısında Yefimiç bir adım
geri çekilir, yenilgisinin rasyonelleştirmeye başlar: “Doktorun düşüncesine
göre yapılacak en mantıklı şey hastaları salıvermek, hastaneyi de
kapatmaktı...bunu yapmanın kimseye faydası dokunmazdı. Sonuçta maddi ya da
manevi bir pisliği bir yerden kovsanız da başka bir yere sıçrayacaktır.
Pisliğin kendiliğinden yok olmasını beklemek gerekir”.
Yefimiç, sorunlar karşısında
çaresizliğin, eylemsizliğin felsefesini yaparak benliğini ayakta tutmaya
çalışır. Bilimin ve aklın ilkelerine dayanan doktor, mesleğinin ahlaki
temellerini kendi elleriyle aşındırmaya başlar: “...eğer ölüm herkes için
olağan ve meşru bir sondan ibaretse insanların ölmelerine engel olmak niye? Bir
tüccarın ya da memurun fazladan beş, on yıl yaşamasının kime ne faydası var?”
Mesleğine bu denli yabancılaşan doktor, kayıtsızlığını bütün hümanist idealleri
reddecek şekilde, yıkıcı noktalara taşır: “Eğer insanoğlu acılarını haplarla ve
damlalarla hafifletebileceğini öğrenirse, bugüne kadar onları hem her türlü
kötülükten koruyan hem de onlara mutluluk bahşeden dini ve felsefeyi tümüyle
terk edebilir”. Hayatın acımasız, trajik gerçekleri karşısında teselli olmak
için sıradan insanlara dini öğretileri, kendisi için de nihilist felsefeyi
uygun bulur Andrey Yefimiç.
Bu andan itibaren doktor,
mutlak bir kayıtsızlık içinde yaşamaya başlar. Hayattaki tek gayesi akşam evine
geldiği zaman tarih ve felsefe üzerine kitaplar okumaktır. Ne bir tiyatronun ne
bir operanın olduğun kasabada, keyifli okumalarının dışında, eski bir soylu
olan fakat yoksun düştüğü için postanede çalışan Mihail Averyaniç ile akşamları
evde oturup bira içerler. Yefimiç neredeyse her akşam bu kasabada yaşamanın ne
derece sıkıcı olduğundan yakınır. Elbette Rus aydınları da Yefimiç’in
eleştirilerinden kaçamaz: “Aydın kesim bile bayağılıktan öteye geçemiyor; gelişme
seviyeleri, sizi temin ederim ki, aşağı tabakadan üstün değil”. Mihal ise hep
aynı cevabı verir :“Eskiden ne gözü kara liberaller vardı”.
NİHİLİZMDEN
DELİLİĞE
“Zindan
gardiyansız olmaz, birini tasarladınız mı ötekini de tasarlamak zorundasınız”
Balzac
“İnsan
kendi sağduyusuna, komşusunu kilit altında vurarak ikna olmaz”
Dostoyevski
Mesleğini amaçsız, hayatı
anlamsız bulan Yefimiç, hastaneye nadiren uğramaya başlar. Nihilizmin
derinliklerinden kısık sesle ara sıra vicdanı seslendiği zaman Yefimiç, ciddi
bir entelektüel olarak vicdanına gerekli cevabı verir: “Zararlı bir işe hizmet
ediyorum ve aldattığım insanlar için aylık alıyorum. Namuslu değilim, ama ben
tek başıma bir hiçim, kaçınılmaz olan sosyal kötülüğün küçük bir parçasıyım
sadece... Demek ki namuslu olmamanın suçlusu ben değilim. İki yüzyıl sonra
doğsaydım bambaşka bir insan olabilirdim.” Nihilizmi kadercilikle ayakta tutar,
kadercilik ise onu her geçen gün etrafına karşı daha çok duyarsızlaştırır,
topluma yabancılaştığı ölçüde bencilleşir. Yirmi yıl boyunca hastanedeki bütün
ahlaksızları görmezden gelir, Nikita’nın hastaları dövmesini umursamaz, etrafı
şiddet ve cehaletle çevriliyken Yefimiç, evinde kitapları arasında kendine
“yüksek ve soylu” fikirler dünyası kurar.
Ne var ki hayatın sert
dalgaları Yefimç’in kumdan dünyasını yerle bir eder. Yefimiç, rutin hastane
gezintisi sırasında gözü Altıncı Koğuş’a takılır, yıllarca bu koğuşa
uğramadığını fark eder. Doktor sorumluluğundan ziyade can sıkıntından
kurtulmak, bir değişiklik yapmak için koğuşa girer. Beş akıl hastasının
durumunu, koğuşun içini merakla gözlemlerken Ivan Dmitriç’i tanır.
Ivan Dmitriç, soylu ve
eğitimli bir aileden gelen, üniversite eğitimi almış, iyi bir mevkide maliyede
çalışan bürokrattır. Dmitriç’in mutlu hayatı, bir gün işe giderken polislerin
kelepçeleyip götürdükleri suçluyla sokakta karşılaşmasıyla alt üst olur. Bu
dramatik anın etkisinden kurtulamaz, koşarak eve gelir, odasına kapanır, işe
gitmez ve bütün gece ışıkları söndürüp koltukta oturur. Her an polislerin gelip
kendisini de tutuklayacakları korkusundan bir türlü kurtulamaz. Bir suç
işlemediğini bilmektedir, hapse atılmasına bir neden de yoktur, fakat biri
iftira atar ve umursamaz bir yargıç olayın iç yüzünü araştırmadan onu
Sibirya’ya gönderebilir. Daha da kötüsü iş yerinde onu çekemeyen amiri ya da iş
arkadaşı evraklarla oynanıp zimmetine para geçirdiğini söyleyebilir. Buna
benzer endişelerle Dmitriç’in korkuları gittikçe şiddetlenir, devletin
kurumlarına güvenmez, topluma olan inancını yitirir. Çehov adım adım bir
insanın yozlaşmış bir toplumda nasıl delirebileceğini sarsıcı şekilde gösterir,
daha korkunç olan böylesi toplumsal ilişkiler içinde insanın delirebilmesinin
normalliğidir.
Yakınları Dmitriç’in akli dengesini
yitirdiğini düşündükleri zaman doktor Yefimiç’i çağırırlar, fakat Yefimiç
delirmiş birisi için yapılacak bir şey olmadığını söyler, tedavi bile etmeden
evine döner. Yıllar sonraki bu trajik karşılaşmayı komik yapansa Yefimiç’in
kayıtsızlığıdır. Dmitriç, dışarıda binlerce hasta ve suçlu varken neden
kendisinin buraya kapatıldığını sorduğunda Yefimiç “konunun ahlaki yönle ya da
mantıkla alakası yok. Her şey tesadüften ibaret...Benim doktor olmamda, sizin
akıl hastası olmanızda ne ahlak ne de mantık arayabiliriz. Bu sadece boş bir
tesadüften ibaret” diyerek cevap verir. Akıl hastası bile kapatılmasına
rasyonel nedenler ararken doktor, nihilizmin “güvenli sularında” tesadüflerden
ve hayatın mantıksızlığından dem vurur. Ahlaki kayıtsızlık doktoru, toplumsal
adaletsizliği ve eşitsizliği kaderci biçimde savunmaya kadar götürür: “Sizin
durumunuzda yapılacak en iyi şey buradan kaçmaktır. Maalesef bunun kimseye bir
faydası dokunmaz...Toplum kendini suçlulardan, ruh hastalarından ve genel
olarak rahatsız insanlardan korumak istediği zaman baş edilmez olur...Burada
bulunmanız gerektiğine dair düşüncelerle kendinizi yatıştırmanız gerekiyor.
Hapishaneler ve tımarhaneler var olduğu sürece içinde birilerinin oturması
gerekir. Siz değilse ben, ben değilse başka üçüncü biri girecektir buralara”.
Nihilizmine rağmen doktorun geleceğe dair iyimser beklentileri de vardır:
“Hapishanelerin ve tımarhanelerin...uzak bir gelecekte yok olacağı zamanı
bekleyin. Elbette o gün er ya da geç gelecektir.” O güzel günleri beklerken, elbette
hiçbir şey yapmadan, insan okumalı, düşünmeli, yüksek fikirlerle ruhunu
yüceltmelidir. Hayatın anlamlı tek amacı buysa, insanın nerede ve nasıl
yaşayacağının ne önemi vardır, tımarhane, ev, üniversite, hapishane hepsi
birdir. Bir deliyi bile şaşkına çevirir bu düşünceler, Dmitriç ateşli biçimde
soluk almadan, doktorun fikirlerinin bayağılığını yüzüne vurur.
Doktor serinkanlılığını bozmaz
“hayatı idrak etmeye çabalayan özgür ve derin düşünce, saçma dünyevi kaygıları
tamamıyla hor görme, işte bu...Diyojen de bir fıçının içinde yaşıyordu, ancak
dünyadaki bütün krallardan daha mutluydu”. Deli ise, “sizin Diyojen ahmaktı da
ondan...Ben hayatı seviyorum hem de tutkuyla seviyorum...Doya doya, delicesine
yaşamak istiyorum ben...Hayata karışmayı, dünya telaşına kapılmayı öyle çok
istiyorum ki...Gidin de bu öğretiyi sıcak, turunç kokan Yunanistan’da yayın.
Söyledikleriniz bu iklime uygun değil” diyerek cevap verir. Çehov, Rusya’nın
toplumsal sorunlarına soyut, hayattan kopuk reçeteler sunan Batıcı, liberal
aydınların trajik açmazlarını, bir deli tarafından eleştirerek duruma komik bir
ton katar. Bir deli bile Batı tipi aydına göre hayata daha çok bağlıdır.
İnsan insanla var olur.
İnsanın insana duyduğu açlık bastırılamaz bir ihtiyaçtır. Hiçbir yüksek felsefe
bu somut isteğin yerini tutamaz. Kitapları arasında yalnız ve durağan bir hayat
yaşayan doktor da böyle bir açlık çekmektedir, rüyalarında zeki insanlarla
konuştuğunu görür. Dmitriç ile sohbetinin ardından, yıllar sonra keyifle
tartışabileceği birisini bulduğunu düşünür, büyük bir iştahla her gün yeni
arkadaşını ziyaret etmeye başlar. Bu ateşli ve yoğun tartışmaların zihinsel ve
manevi olarak zayıf adamı ne derece yorduğunu pek önemsemeden, aç bir kurt gibi
kafeste onu bekleyen deliyi ziyaret eder.
Bir sohbet sırasında Dmitriç
katlanılamaz acılar çektiğinden bahseder, sonuçta karşısındaki bir doktordur.
Yefimiç ise Marcus Aurelis’un acı üzerine söylemlerini anlatmaya başlar, irade
gücüyle düşüncelerin değiştirilebileceğini ve böylece acı fikrinin
kaybolacağını söyler. Bu komik sahnelerle Çehov, okura kimin daha deli olduğunu
sorgulatır. Doktorun saçma spekülasyonlarına Dmitriç bile tahammül edemez,
keskin eleştirilerini sıralamaya başlar, sahne dramatikleşir: “Tek bildiğim,
Tanrı’nın beni sıcak kandan ve sinirden yarattığıdır...Acıya karşı bağırarak,
gözyaşlarıyla cevap veririm. Yapılan alçaklıklara öfkeyle, iğrençliklere ise
tiksinti duyarak tepki gösteririm. Bana göre bu hayatın ta kendisidir. Bir
canlı ne kadar basitse o kadar az duyarlıdır ve uyarılara karşı daha zayıf
karşılık verir. Ne kadar gelişmişse, gerçekliğe karşı daha fazla duyarlıdır ve
daha enerjik biçimde tepki verir. Bunu nasıl bilmezsiniz? Doktorsunuz ama böyle
temel şeylerden haberiniz yok!” sözleriyle karşı çıkan Dmitriç doktorun araya
girmesine izin vermez: “Sözcülüğünü yaptığınız stoacılar muazzam insanlardı,
ama öğretileri daha iki bin yıl önce donmuş, bir damla ileriye gidememişti.
Pratik ve geçerli olmadığı için ilerleyemezdi de...insanların büyük çoğunluğu
bu öğretiyi anlayamamıştı bile. Zenginliğe, hayatın sağladığı rahatlıklara
kayıtsızlığı, acıyı ve ölümü küçümsemeyi vaaz eden bu öğreti, büyük çoğunluk
için anlaşılmazdı...Acıyı küçümsemek onlar için hayatı küçümsemek anlamına
geliyordu...Hayatın yükü altında ezilebilir, ondan nefret edebilirsiniz, ama
onu küçümseyemezsiniz.”
BAZAROV’DAN
ÇEHOV’A NİHİLİZM
Çehov’un “Altıncı Koğuş”
öyküsünü önemli kılan, kayıtsızlık içinde hareketsizce gündelik, yakıcı
sorunlara sırt çevirip yüksek fikirler, güzel sözlerle nihilizmini perdeleyen
Rus aydın sınıfını eleştirmesidir. Eserin önemi bu eleştirilerle sınırlı
değildir. Rus edebiyatına eşsiz derinlik veren özgünlük Çehov’un eserinde de
gözlemlenir. Neredeyse dört kuşak boyunca her edebiyatçı eserleriyle ya
kendinden önceki ya da çağdaşı başka bir yazarın eserine cevap verir. Aşılması
zor kitapların arkasında yüzyıllık tartışma ve polemikler bulunmaktadır. Her
bir eser başka bir esere göndermelerle doludur, bu yüzden fikirler sürekli ve
canlı bir şekilde edebiyat üretimini besler. Bu kültürel iklim yazarların
toplumsal sorunlara cevap arayan tartışmanın dışında eserler kaleme almasına
izin vermez.
Çehov bu öyküsünde başta
Dostoyevski ve Tolstoy olmak üzere birçok edebiyatçıyla tartışır. Baskıcı ve
yozlaşmış bir toplumda insanın delirme durumu ve bunun politik arka planı
Gogol’un “Bir Delinin Hatıra Defterinden” eserinde ele alınan bir konudur.
Çehov da bu geleneği devam ettirir.
Çehov’un en çok etkilendiği ve
bir o kadar eleştirdiği Tolstoy’a yönelik eleştirileri de önemlidir. Tolstoy’un
“kötülüğe karşı direnme” anlayışına kitapta Nikita’nın şiddetini sessizce
kabullenen akıl hastası köylü imgesiyle gönderme yapılır: “...Burada korkunç
olan şey onun dövülmesi değil – buna alışmak mümkündü- bu aptal hayvanın dayak
yerken sesini çıkarmaması, karşılık vermemesi, gözünü bile kırpmaması, sadece
ağır bir fıçı gibi sağa sola sallanmasıydı”. Çehov bu noktada hayatın
acımasızlığına karşılık vermeyi öneren Dmitriç’in fikirlerini öne sürerek,
kötülüğe ve şiddete pasif tavır almayı eleştirir.
Hapishane ve delilik konuları
Çehov’dan önce, insanın özgürleşme isteğinin ne kadar derin ve güçlü olduğunu
irdelemek için seçilmekteydi. Aristokrat kökenli ilerici, aydınlanmış yazar,
köylülerin özgürlük sorunlarını bu temalarla politikleştirmişti. Gorki ve Çehov
gibi alt sınıftan gelen yeni yazarlarla birlikte bu hapishane ve delilik
temaları, fikirsel soruşturmalardan sıyrılarak doğrudan bedenin özgürleşmesi
sorununa kaydı. Çehov’un dedesi özgürlüğünü sonradan kazanmış toprak kölesiydi,
Gorki’nin çocukluğu ise ayaktakımı arasında geçmişti. İki yazar da küçük yaştan
itibaren fiziksel şiddete maruz kalmışlardı. Dayakla terbiye edilmek istenen bu
iki yazar için fiziksel şiddetin son bulması en yakıcı sorunlarıydı. Bundan
dolayı Çehov, Tolstoy’un bu soyut ahlaki öğretisine tahammül edemez. Yefimiç’in
acılarla ilgili soyut iddialarına Dmitriç: “Bütün ömrünüz boyunca kimse size
parmağını değdirmedi, sizi korkutmadı, dövmedi; bir öküz kadar sağlıklısınız...
Yirmi yıldan fazla süredir ısınması, aydınlatması, hizmetçisi olan bedava bir
lojmanda oturuyorsunuz. İşinize geldiği kadar çalışma hakkına sahipsiniz.
Yaratılıştan tembel ve gevşek bir insansınız...Kısacası siz hayatı görmediniz,
onu zerrece tanımıyorsunuz. Gerçeklikle tanışıklığınız ise yalnızca teoriden ibaret...bütün
bunlar Rus tembellerine özgü bir felsefedir...Hem hiç çalışma, hem vicdanın
rahat olsun, hem de kendini bilgin say. Ne ala felsefe! Hayır efendim bu ne
felsefe ne düşünüş tarzı, ne de bakış açısı genişliğidir; aksine bu tembellik
Hint fakirliği ve uyku sersemliğidir” sözleriyle cevap verir.
Diğer bir nokta
Dostoyevski’nin aşağılanmış, kişiliği baskılanmış bireyin ne koşulda olursa
olsun, tek seçenek akıl dışı çözüm de olsa, benliğini korumak için harekete
geçeceğine dair fikirleridir. “Yeraltından Notlar”ın ana karakterinden Ivan
Karamazov’a, Raskolnikov’dan “Cinler” romanının karakterine kadar, kendini var
etme, saygı görme isteyen bundan dolayı cinayet işleyip, intihar bile edecek
kadar yıkıcı ve yaratıcı bu potansiyel döne döne işlenir. Çehov, Dostoyevski’ye
de itiraz eder. Dmitriç, doktorun hayatı küçümseyen kayıtsızlığı karşısında
“aptalın, küstahın biri mevkii ve rütbesini kullanarak sizi alenen
aşağılasa...öğüt vermenin ne demek olduğunu anlardınız” der. Ne var ki
anlamakla bunu bilicinde olmak bambaşka şeylerdir.
Yefimiç’in Altıncı Koğuş’a
yaptığı ziyaretler sıklaştıkça hastanede çalışanlar durumu garipsemeye başlar
ve bir deliyle saatlerce sohbet eden doktorun da delirmeye başladığı tüm
kasabanın dedikodu konusu olur. Bunun üzerine belediye başkanı ve yöneticiler
diğer doktorların eşliğinde Yefimiç’i küçük düşürecek şekilde sorgular ve
emekli olmasını ister. Yefimiç hayatta ilk kez aşağılandığını hisseder, ne var
ki deli olmadığını söyleyecek iradeyi kendisinde bulunamaz. Öykünün belki de en
çarpıcı sahnesi, Altıncı Koğuş’a kapatılan Yefimiç’in, yıllardır görmezden
geldiği Nikita’nın acımasız yumruklarına hedef olduğunda dahi karşı
koymamasıdır. Kendi sonun hazırlayanın, topluma karşı kayıtsızlığı ve vicdanını
körelten nihilizm olduğu bilincine varsa da, Dostoyevski’nin beklediği manevi sıçrama
gerçekleşmez.
Avrupa’daki anlamından farklı
olarak nihilizm kavramını Rus edebiyatında ilk kez Turgenyev “Babalar ve
Oğullar” romanında kullanmıştı. Genç ve tutkulu doktor Bazarov, 1860 kuşağının
radikal demokratik fikirlerini savunurken, çarlık Rusya’nın bütün köhnemiş
geleneklerini yadsımak anlamında, kendisini nihilist olarak tanımlamıştı.
Ancak, Halka Doğru Hareketi’nin yenilgisiyle ideallerini kaybetmeye ve ahlaki
çözülmeye başlayan Rus aydının dönüşümüne, nihilizmin anlamındaki değişim eşlik
eder. Bazarov’dan Yefimiç’e nihilizm, devrimci yıkıcılıktan insanın delirmesine
neden olan bencilliğe doğru kayar.
Elbette Çehov, Rus aydının
durumunu sadece Yefimiç olumsuz karakteriyle örneklendirmez. Yefimiç’lerin
karşısına “Vanya Dayı” oyunundaki Doktor Astrov karakterini koyar. Bütün
yenilgilerine rağmen, bireysel ahlaki sorumluluğundan kaçmadan, tek başına
ağaçlar diker, ormanları korur. Binlerce kilometre uzaktaki hastalarını tedavi
etmek için fırtınada bile yola çıkar. Bilime ve ilerlemeye inanır, köylüler
cahildir ama değişebilirler. Yaptığı fedakârlıklar bugün bir anlamı yokmuş gibi
gözükse de o, gelecek için çekilen acıların, gösterilen özverilerin bir anlamı
olacağına inanır. Bazarov gibi yüksek sesle ve dikkat çekici şekilde yapmaz
eylemlerini Astrov. Omuzlarındaki yorgunluğa rağmen kendinden emin, sessiz ve
kederli biçimde mücadele eder, Çehov’un kendisi gibi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder