Samih
Güven
Kaynak:
https://samihguven.blogspot.com/
Lev Nikolayeviç Tolstoy kont unvanına sahipti. Soylu bir
ailenin varisi olarak büyük toprakları vardı. Savaş ve Barış ile Anna ve
Karenina adlı romanlarından sonra dünya çapında üne kavuşmuştu. Yabancılar
ondan övgüyle söz ediyordu. Onu seven karısı, çocukları vardı. Sağlıklı
hissediyordu. Ama ellilerinde bir bunalımın içinde bulmuştu kendini.
Tolstoy bu bunalım ortasında cesurca bir soru sordu: Kimim
ben, bu sonsuzluk içerisinde nasıl bir yer işgal ediyorum?
Bir bilge gibi hayatın anlamını arıyordu. Bunun için kendi
akıl süreci yanında belli başlı bütün yazarların, düşünürlerin fikirlerini
inceledi. Ulaşamayacağı kimse yoktu. Herkesle konuştu. Fikirlerini aldı.
Tartıştı. Pozitif bilimlere, felsefeye başvurdu. Hz. Süleyman'ı, Buda’yı,
Sokrates’i, Kant’ı, Schopenhauer’u, Sakya-Muni’yi ve daha nicelerini inceledi.
Sonunda şu kanıya varmıştı: Hayatın hiçbir anlamı yoktu, hayat sadece dertten
ibaretti.
Kendi hayatını, geçmişini, çevresini, her şeyi
sorguluyordu. Etrafında gördüğü şeyler şunlardı: hırs, tahakküm, çıkarcılık,
şöhret arayışı, kibir, hiddet, intikam hırsı. Revaçtaydı bunlar ve bir zamanlar
kendi de bunun içindeydi. Ahlaken iyi olma arzusunu ifade etmeye kalktığında
küçümseme ve alayla karşılaştığını söylüyordu.
Evet ünlüydü, üretiyordu ama başarılarının er veya geç
unutulacağını ve hayatta olmayacağını düşünüyordu. O halde bütün bu
çaba niye, diye soruyordu. Sonunda şuna gelmişti Tolstoy: Hayat anlamsızdı ve
insanların ulaşacağı tek kesin bilgi de buydu. Peki böylesine ağır bir
gerçeklikle insanlık nasıl başa çıkabiliyordu?
İnsanlar içinde bulundukları bu korkunç durumdan kurtulmak
için dört yol bulmuşlardı Tolstoy’a göre: Birincisi bilgisizlik yoluydu.
Hayatın bela ve saçmalık olduğunu bilmemek ve kavramamaktı bu yol. İkinci yol
epikürcü çıkış yoluydu. Buna göre ise insan hayatın mutsuzluğunu bilse de
sunduğu nimetleri tatmaya ve yaşamın zevkini sürmeye devam ediyordu. Üçüncü
çıkış yolu ise güç ve enerjinin çıkış yoluydu. İnsan hayatın dert ve saçmalık
olduğunu anlayınca onu yok etmeliydi. Dördüncü çıkış yolu ise zayıflık yoluydu.
Burada ise insan hayatın dert ve saçmalık olduğunu kavradığı halde onu
sürdürmeye son veremiyordu, hem de bundan bir şey çıkmayacağını bile
bile.
Peki Tolstoy neyi itiraf ediyordu? Öncelikle kendi
hayatını, geçmişinde yaptığı hataları, ait olduğu soylular ve yazarlar
dünyasındaki anlayışı itiraf etti önce. Sonra insanlığın bu sonsuzluk
karşısındaki çaresizliğini. Kendi acizliğini ve arayışını samimiyetle ortaya
koydu.
Tolstoy sormaya devam ediyordu: Yeryüzünde var olmuş ve var
olan milyarlarca insanın acaba hayata verdikleri anlam neydi? En sonunda şuna
varıyordu: Akıl yoluyla elde edilen bilgi hayatın anlamını vermiyordu. Bu
yüzden akla dayandırılmamış bir bilgi gerekiyordu ve bu da inançtı.
İnsan yaşıyorsa bir şeylere inandığı için yaşıyordu. Tolstoy tıpkı
Dostoyevski'nin Karamazov Kardeşler’de gündeme getirdiği gibi Tanrı arayışının
düşünceyle değil duygu ile alakalı olduğu sonucuna varmıştı.
Tolstoy rahatlamışa benziyordu. Bütün dinleri incelemeye
koyulmuştu. Ama gördükleri pek de mutlu etmiyordu onu. Dinlerin şekli
uygulamalarına ciddi soru işaretleri koymuştu. Birçok din adamının ve dini
gündeme getiren kişilerin ömür el verdiği sürece yaşamak ve ellerinin ulaştığı
şeyi almak derdinde olduğunu görmüştü. Bu dünyadan biraz soğumuştu. Dini
dünyevi amaçları için kullananlara şaşırıyordu. Sonunda sade ve yoksul insanlar
arasına karışmıştı.
Kutsama merasimlerini, bazı duaları, kurban kesme gibi
ibadetleri ve bazı diğer uygulamaları inanç dışında görüyor ve şüphe duyuyordu.
Ama inanç dışında yıkımdan başka bir şey bulamadığı için tekrar inanca
yöneliyordu. Sonunda ruhunda bu durumu hazmetmesine yardım edecek bir duygu
bulduğunu düşünmüştü: Bu da alçakgönüllülüktü.
Dinlerin ve dini yaklaşımların birbirlerine söylediği, “Sen
yalan içinde yaşıyorsun, ben hakikat” iddiasının bir insanın ötekine
söyleyebileceği en acımasız söz olacağını düşünüyor ve bundan son derece
rahatsız oluyordu.
Bir soru daha sormuştu: Acaba ileri bir anlayış seviyesine
ulaşınca mezhepler ve dinler arasındaki farklar kaybolur muydu? Bu farklar
neden vardı ve kimin işine yarıyordu?
Neticede Tolstoy “İtiraflar”ında Ernest J. Simmons’un
söylediği gibi, kendini samimiyetle ve yüksek düzeyde bir sanatsallıkla dışa
vurmuştu. Ellili yaşlarında içinde olduğu hayat ve bunun anlamına ilişkin
önemli bir ifşaatta bulunmuştu. Tolstoy'un aslında bütün hayatı bir arayış
içerisinde geçmişti. Belki de dedikleri gibi onun hayatına hakim olan şey
bulmaktan çok aramaktı.
Çehov Gorki’ye yazdığı mektupta Tolstoy’un ölümden
korktuğunu söylemişti. Belki öyleydi belki değildi ama Tolstoy insanlık adına
soylu bir girişimde bulunmuş, güçlü sorular sormuştu. Hiçbir kurum, kişi,
makam, mevki gözetmeden ve korkmadan yapmıştı bunu. Bu sonsuzluk içinde bir
insanın acizliği ve cesareti vardı onda. Aklıyla, vicdanıyla, duygularıyla
sormuştu sorularını.
Tolstoy bir ara günlüğüne şunları yazmıştı: “Ölürken hayatı
hala eskisi gibi Tanrıya doğru ilerleyiş, sevgi artışı olarak görüp görmediğimin
sorulmasını isterim. Eğer konuşmaya gücüm olmazsa ve yanıt evet ise gözlerimi
kapatacağım. Eğer yanıt hayır ise yukarı bakacağım.” Ama ölümü anında kimse ona
bu soruyu sormamıştı.
Tolstoy 82 yaşında evden ayrılıp bir trene bindi. Bu son
arayışı sonunda ağır şekilde zatürre olmuştu. İstasyon şefinin evinde hayata
veda ederken hangi düşünceler içindeydi bilinmez tabi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder