Samih
Güven
Kaynak:
https://samihguven.blogspot.com/
Nazım Hikmet on üç sene hapisliğin ardından aftan
yararlanmış ve evine kavuşmuştu. Fakat önemli sağlık sorunları vardı. Takip
ediliyor ve hayatından ciddi şekilde endişe duyuyordu. Başına gelecekleri
oturup beklemek yerine, kendi ifadesiyle genç bir arkadaşla üstüne yürüdü
ölümün.
17 Haziran 1951 günü bir sürat motoru Tarabya kıyısına
yanaştı. Şairi alan motor bir Pazar gezisindeymiş gibi Üsküdar yönüne gitti
önce. Sonra boğazın uçlarına doğru süzüldü ve sislerin arasında kayboldu.
Motoru kullanan kişi Nazım Hikmet’in kayınbiraderi Refik Erduran idi.
Sessizce ilerliyor, bir Bulgar veya Romen gemisi
arıyorlardı. Sonunda birini gördüler ve yaklaştılar. Nazım bildiği dillerde
bağırmaya başladı: “Ben Türk şairi Nazım Hikmet, gelmek istiyorum!” Gemidekiler
bir süre şaşkınlık yaşadıktan sonra konuyu Köstence’ye, amirleri Bükreş’e
iletti. Nazım endişe ve umut içinde iki saat bekledi motorda. Telefonlar
sistemin en başına, Stalin’e kadar ulaşmıştı. Stalin olur verince şair gemiye
alındı.
29 Haziran 1951 günü Nazım Hikmet Moskova Vnukova
Havaalanına indi. Sovyet Yazarlar Birliği üyeleri çiçeklerle karşılaşmıştı onu.
Nazım coşkulu bir konuşma yaptı burada. İyiye, güzele, kardeşliğe olan özlemini
dile getirdi. Yirmili yaşlarında Moskova’da ilk kez tanık olduğu devrim
heyecanının geldiği noktayı, halkın kazanımlarını bir kez daha yaşamak, kendi
gözleriyle görmek istiyordu.
Vera Tulyakova’nın “Bahtiyar Ol Nazım” adlı kitabında
aktardığına göre bir gün şunları söylemişti Nazım:
"Hapiste sağ kalmamın nedeni, Sovyetler Birliği’nin
varlığı, sosyalizmin kurulmuş olmasıydı. Lenin’in kurduğu enternasyonal
bir devletin faşizmi yenmiş̧ olmasından gurur duyuyordum. Sovyetler Birliği’nin
ilerlediğini, kültürünün geliştiğini ve insanlarının mutlu olduğunu
düşünüyordum hep..."
O içerdeyken Sovyet halkları korkunç bir savaş vermişti.
İkinci Dünya Savaşı ölüm, acı ve yıkım getirmişti. Fakat faşizme karşı elde
edilen, fedakarlık ve mücadele dolu bu büyük zafer yeni bir dönemi de
başlatmıştı. Stalin’in savaştaki rolü nedeniyle gücü artmış, bir tabu haline
gelmiş, bir yandan da baskı ve tahakkümü uç noktalara varmıştı.
Nazım Hikmet ilk kez geldiği 1920’li yıllardaki
gördüklerinden çok farklı bir manzara ile karşılaşmıştı. Parti ve Stalin her
şeyin, herkesin üstündeydi. Sanat ve edebiyatta “sosyalist gerçekçilik”
anlayışı hakimdi. Fakat Nazım’a göre yapılanların ne sosyalizmle ne de
gerçekçilikle ilgisi yoktu. Stalin Polit Büro üyesi Jdanov üzerinden yazarlar
ve sanatçılar üzerinde büyük bir baskı kurmuştu. Ahmatova’nın, Pasternak’ın,
Zoşçenko’nun ve daha nicelerinin hayatlarını kabusa çeviren bu baskıyı Nazım
çok iyi anlamıştı.
Biraz özgün ya da farklı kalmaya
çalışanların yaşadığı baskı yanında büyük bir çoğunluk için Nazım’ın
ifadesiyle Stalin tapınmacılığı gibi bir sonuç çıkmıştı ortaya. Bundan
Stalin’in kendisi kadar makamını, rahatını ve cebini düşününler de sorumluydu
elbette. Fakat Nazım’ın şair yüreği hiçbir şeyin üstünü örtmeye, görmezden
gelmeye razı olmadı.
Nazım Hikmet Moskova’yı, Sovyet halkını çok seviyordu.
Moskova’da çalışmayla, aşkla, yaşam sevinciyle, mücadeleyle dolu, fakat birçok
açıdan da kolay olmayan yıllar geçirdi.
1951 yılında daha yeni geldiği günlerde Yazarlar
Birliği’nin verdiği yemekte, safça Stalin’i görmeye gideceğini, Moskova’da bir
sürü zevksiz heykelini gördüğünü, bu putlaştırmanın en büyük tehlike olduğunu
söyleyeceğini dile getirdiğinde salonu büyük bir sessizlik kaplamıştı.
İtirazlar yükselmişti hemen. Nazım’ın Stalin’den istediği randevu ise iptal
edilmişti.
Nazım Hikmet Stalin hakkında olumlu düşünmeyi
başaramıyordu. Kimileri Nazım’ın eleştirel tutumunu haksız buluyor, olumlu
tarafları görmesini ve sessiz kalması gerektiğini söylüyordu. Nazımsa inandığı
bir düzen için her koşulda mücadele edilmesi gerektiğine inanıyor, sessiz
kalmanın bir şaire, bir aydına yakışmayacağını düşünüyordu.
Nazım Hikmet’e göre sistemin dört önemli sorunu vardı:
Bürokratizm, halktan kopuk elitler, sanat ve edebiyata baskı, lider sultası ve
tapınmacılığı. Kendi ifadesiyle, komşuya evine giren yılanı göstermek
gerekiyordu. Ama korku atmosferi derdini anlatmasına imkan vermiyor, çok yakın
çevresinde görüşlerini dile getiriyor, kimi zaman da eleştiriye maruz
kalıyordu. Nazım bir gün Vera’ya şunları söylemişti:
“İktidar emelleriyle yoldan çıkmak en büyük tehlike.
Özellikle de siyasi iktidarın. Stalin buna en iyi örnek.”
Sovyetler Birliğini 1924 yılından itibaren yöneten Stalin 5
Mart 1953’de aniden ölünce herkes şoka uğramıştı. Vera’nın kitabındaki
anlatımına göre Stalin’in ölümünü öğrenen Nazım’ın tepkisi şöyle olmuştu:
“İlk tepkin korkunç olmuş, donup kalmışsın. Birkaç dakika
konuşamamışsın. Gözlerinde yaşlar belirmiş. Perişan bir halde sormuş Simonov:
“Nasıl yasayacağız bundan sonra? O, bizim yerimize de
düşünüyordu.”
“Ne?!,” diye tekrarlamasını istemişsin sen.
“Bizim için düşünüyordu!”
Ve sen birden gülmeye başlamışsın... Önce yavaş,
sonra şiddeti artan kahkahalarla...”
Nazım Hikmet’in Stalin’in ölümü sonrasında Yazarlar
Birliği’nin isteği üzerine diğer şairler gibi nezaketen yazdığı olumlu ifadeler
içeren iki şiiri bulunuyor. Nazım “Hatırlıyorum” ve “5 Mart 1953” adlı bu
şiirleri komünizme olan sadakatiyle, bir ölünün arkasından duyulacak duygularla
yazmıştı elbette. Nazım Hikmet’in “5 Mart 1953” adlı şiirinin bir bölümü
şu şekilde:
“İlkönce kim kime metin ol kardeşim diyecek,
ilkönce kim kime başsağlığı dileyecek?
Hepimizindi o,
hepimizindir.
Yoldaşlarım,
acınızı duyuyorum,
sizin duyduğunuz gibi tıpkı aynı şiddetle…”
Ancak 1956 yılında Komünist Parti'nin 20. Kongresi'nde
Kruşçef tarafından başlatılan "destalinizasyon" kampanyasına
kadar Stalin konusunun herkes için bir tabu olduğunu hatırda tutmak
gerekiyor. Nazım Hikmet Stalin hakkında gerçek duygularını anlatan şiirini
Kasım 1962’de yazdı ve bu sayfayı da kapattı kanımca:
“Taştandı tunçtandı alçıdandı kağıttandı iki santimden yedi
metreye kadar
Taştan tunçtan alçıdan ve kağıttan çizmeleri dibindeydik
şehrin bütün meydanlarında
Parklarda ağaçlarımızın üstündeydi taştan tunçtan alçıdan
ve kağıttan gölgesi
Taştan tunçtan alçıdan ve kağıttan bıyıkları lokantalarda
içindeydi çorbamızın
Odalarımızda taştan tunçtan alçıdan kağıttan gözleri
önündeydik
Yok oldu bir sabah
Yok oldu çizmesi meydanlardan
Gölgesi ağaçlarımızın üstünden
Çorbamızdan bıyığı
Odalarımızdan gözleri
ve kalktı göğsümüzden baskısı binlerce ton taşın tuncun
alçının ve kağıdın.”
Neticede Stalin konusu Rus tarihi açısından da karmaşık bir
konu. Onun liderliğinde faşizmin yenilgiye uğratıldığına kuşku yok. Yalnız
“ama”sı var işin. Daha önce Stalin’in Rusya’da neden popüler olduğunu anlatmaya
çalıştığım yazının sonunda şu paragrafa yer vermiştim:
“Stalin konusu uzun, karmaşık ve belki de o dönemi yaşayan
insanların daha iyi değerlendirebileceği bir konu gibi görünüyor. Komünizmi
yıpratmak için karalandığını ileri sürenler, ülkeyi korumak için böyle
davrandığını düşünenler, o olmasaydı II. Dünya Savaşı kazanılamazdı diyenler, o
kendisi için hiçbir şey istemedi ve hatta esir oğlunu feda etti diye düşününler
olduğu gibi, onu yüzbinlerin ölümünden, acılardan ve yaratıcılığın
yok edilmesinden sorumlu tutanlar da var. Takdir okuyucunun…”
Nazım Hikmet ise konuya hem gönülden bağlı olduğu
komünizmin başarısı açısından hem de bütün Sovyet şairlerin ve yazarların
vicdanı olarak yaklaşmıştı kanımca.
Nazım Hikmet hiçbir zaman kimsenin karşısında eğilip
bükülecek, sözünü sakınacak, vicdanını susturacak bir adam olmadı. Büyük bir
şair olduğu kadar Türk gençlerinin hayatını çok iyi öğrenmesi gereken yürekli
bir aydındı o.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder