M. Hakkı Yazıcı
Kaynak: http://www.turkrus.com/
Uyanıp, gözlerimi açtığımda
gece boyunca gördüğüm kabuslardan kurtulmanın mutluluğu sardı içimi.
Evde değildim, peki ama
neredeydim?
Yattığım yerden doğruldum.
Biraz uyku sersemliğim geçince
hatırladım.
Gece muhabbetin ucunu
kaçırınca İbrahim, “Şu geç saatte eve gitmenin alemi yok. Bu divana kıvrıl yat,
uyu; sabah gidersin,” demişti.
***
İbrahim, çoktan kalkmış
mutfakta bir anne şevkatiyle kahvaltı hazırlıyordu.
Ocağın üzerindeki çaydanlık
buharını salmaya başlamıştı bile. Küçük bir kapta haşlanan iki yumurta
birbirine çarparak sanki dans ediyorlardı.
“Yahu, zahmet etmeseydin. Benim
hemen gitmem lazım; yapılacak işlerim var,” dedim.
“Biraz zor gidersin,” diye
güldü.
Farkında değildik, gece
Moskova’da sokağa çıkma yasağı uygulaması ilan edilmişti.
Özel çalışma izni olmak,
market ya da eczaneye gitmek, köpeğini gezdirmek gibi istisnai durumlar hariç
sokağa çıkma yasağı vardı.
Kabuslarımı hatırladım.
Ne kadar gayret etsek de
ekonomik sorunlar, koronavirüs konularının dışına bir türlü çıkamadan bol bol
konuşmuştuk İbrahim’le.
Bunları konuşup güzel rüyalar
görmek mümkün değildi.
Virüse yakalanıp ölen insan
sayısı, belirlenen vak'a sayısı, hastalığın ne kadar yayılıp, yayılmayacağını
konusunda tahmin yürüten uzmanların görüşleri…
Şu ülkede böyle, bu ülkede şöyle…
Yakasını krizlerden bir türlü
kurtaramayan kapitalizm virüs belasını nasıl atlatacak? Bu da merak
konularından.
Ne olacak? Bu sıkıntılar ne
zaman bitecek?
Hayattaki en kötü duygu
belirsizlik duygusu olmalı.
Uzun süre evde kalma insanların
psikolojisini çok kötü etkiliyor. Umutsuzluk diz boyu.
Dönüp dönüp aynı şeyleri
düşünüyorum. Küresel kriz, ekonomik sorunlar ve şimdi de koronavirüs salgını…
Birbirinin peşi sıra peydahlanan dertler. İnsanın “Ulan, delikanlıysanız tek
tek gelin! “ diye haykırası geliyor.
Daha üç hafta önce önlemlerin
bu kadar ciddi olmadığı, hastalığın da henüz bu denli ciddiye alınmadığı bir
gün birkaç arkadaşımızla önceden sözleştiğimiz gibi buluşacaktık.
Arkadaşlarımızdan biri gelemeyeceğini kendisini gönüllü karantinaya aldığını
söylemişti. Evde yüksek risk grubunda olan yaşlı kayınvalidesi ile birlikte
yaşıyorlardı ve dikkat etmeleri gerekiyordu.
Gülümsemiştik.
Ertesi gün arkadaşımız sosyal
medya hesabından “Koronavirüs salgınında Rusya’da ilk ölüm” başlığı altında bir
paylaşımda bulundu.
Önce “Aman, nedir?!” diye
telaşla devamını okuduk.
“Üç gündür eşi ve onun yaşlı
annesi ile birlikte, evden hiç dışarı çıkmadan karantinada yaşayan bir adam,
bunalıma girerek kayınvalidesini öldürdü,” diye yazmıştı.
Güldük. Şakaydı.
Pencereden dışarı baktım.
Sokak ıssızdı.
Ortalıkta devriye gezen birkaç
polis otosunun dışında hareket halinde hiçbir şey görülmüyordu.
Tamam, sokağa çıkma yasağı
vardı, ama bu süre içinde burada kalamazdım. Bir şekilde dışarı çıkıp,
yakalanmadan eve kapağı atıp, karantina süresini orada geçirmem lazımdı.
Ama nasıl?
***
Kahvaltıdan sonra pencereden
yine dışarı baktım.
Hemen bir taksi bulup, binmem
lazımdı.
Aksilik bu ya, daha önce hiç
ihtiyacım olmadığı için akıllı telefonuma bir taksi uygulaması yüklememiştim.
İbrahim’e sordum onda da yoktu.
Lanet olsun, geçen tek tük taksiler
de hep doluydu.
Birden yüz metre ileride sokağın
içinde park etmiş bir taksiyi fark ettim. Güneşte sarı sarı ışıldıyordu. Meğer
bu rengi ne çok severmişim.
Oraya kadar görünmeden gidebilirsem,
şansım da yaver giderse yakalanmadan eve gidebilirdim.
İbrahim’e “Ben şansımı denemek
istiyorum,” dedim.
Boynunu büktü.
***
Apartman çıkış kapısından
korkarak kafamı dışarı uzattım.
Ortalık sessizdi.
Bir kez daha kontrol edip
çıktım.
Koşa koşa taksinin yanına
gittim.
Camdan içeri baktım. Şoför,
koltuğunda geriye kaykılmış uyuyordu.
Camı tıklattım.
Oralı olmuyordu.
Adam derin uykulara dalmış.
Kimbilir, belki rüya bile görüyordu.
Daha sert bir şekilde cama
vurdum.
Bu benim son şansım, sokakta
başka taksi yok.
Adamda hareket yok. Bir daha
ve bu defa daha da sert cama vurdum.
Neden sonra gözlerini araladı.
Şaşkın bakışlarla bana baktı.
Camı aç diye işaret ettim.
Ne istiyorsun, dercesine beni
süzdü.
“Aç camı,” diye bağırdım.
Adamın yüzünde “Çattık deliye”
ifadesi belirdi.
Camı açtı.
“Boş musun, müsait
misin?"
“Boşum, ama çalışmıyorum,”
dedi.
“Eve gitmem lazım.
Taksimetrenin yazdığından fazlasını veririm.”
“Yok, olmaz!”
“Öyle uzağa falan gidecek
değilim. Eve gideceğim. Yakın.”
“Yok! Üzgünüm, ama
çalışmıyorum.”
“Lütfen dedim, ama. Sokakta
başka taksi yok. Çok önemli. Yoksa böyle yalvarmam.”
Adam suratıma baktı:
“Ehliyetin var mı?”
“Var, ne olacak?”
“Anlamadın mı arkadaş,
alkollüyüm; araba kullanamam. Yoksa senin ricanı kırar mıydım?”
Her zaman yanımda taşıdığım
Türk ehliyetim ve noter tasdikli tercümesi cebimde, ama bu taksi kullanmam için
yeterli değil; “putyovka”m, “putyevoy list”im, yani “taksi kullanma yol izni”m
yok.
Polis durdursa, “Dokumentı pajaluysta!”
dese, evraklarımı sorsa ne yapacaktım?
Biraz tereddüt ettikten sonra
riski göze alarak şoför mahalline geçtim. Şoför de yer değiştirip yanıma
oturdu.
Bereket iyi araba kullanırdım.
Çaresiz taksiyi ben kullandım.
Çaresiz taksiyi ben kullandım.
***
Bizim şoför oturduğu koltukta
iyice kaykıldı. Arada sohbet de ettik.
Bir ara şoförden yana baktım. Uyumuştu.
Çok önceleri, 8 yıl önce, 6
Mart 2013’te yazdığım, turkrus.com ’da yayımlanan bir yazım, “Okumadan yazan
taksici Çukça” başlıklı yazı aklıma geldi.
Tesadüfe bakın ki o zaman da
İbrahim’le derin muhabbete dalıp, taksiyle eve dönmek durumunda kalmıştım.
Yazıya şöyle başlamıştım:
İbrahim’in sohbetine
doyulmuyor. Saatin kaç olduğunu unutup, daldan dala atlayıp, eskilerden
yenilerden durmaksızın konuşuyoruz. Sohbete doyulamayınca da onu her ziyaretim
sonrasında, gecenin bir saatinde eve nasıl ulaşırım derdi başlıyor.
Vedalaşıp soğuğun suratımı
yine bıçak gibi kestiği Moskova sokaklarına adımımı attığımda Metro çoktan
kapanmıştı.
İbrahim’in oturduğu binayı,
Titanik’i arkama alıp yürümeye başlıyorum. Bu binaya iri cüssesi nedeniyle halk
arasında Titanik diyorlar, Tulskaya’da Moskova’nın en bilinir mimari
garabetlerinden, ince uzun, dev bir beton yığını…
Beni eve götürecek bir taksi
bulmam lazım. İbrahim’in evinin önünde müşteri bekleyen taksiler olduğunu
biliyorum.
Bizim eski Murat 124’ler tipinde, eski püskü jiguliler, gurbetçi Azerilerin, Özbeklerin, Kırgızların sermayesi, ekmek teknesi taksiler...
Bizim eski Murat 124’ler tipinde, eski püskü jiguliler, gurbetçi Azerilerin, Özbeklerin, Kırgızların sermayesi, ekmek teknesi taksiler...
Malum Moskova’da resmi taksi
uygulaması yeni yeni oturtulmaya çalışılıyor ve henüz etkin bir şekilde hayata
geçirilememiş durumda. Bizim Türkiye’de alıştığımız sarı renkli, taksimetreli
taksilerle dolu taksi durakları yok burada.
Telefonla evden taksi çağırma lüksü nadir, sokakta her yüz metrede taksi çağırma zilleri de haliyle yok. Caddenin kenarında durup elini yola doğru uzatıyorsunuz; artık kısmetinize bağlı, bazen son derece lüks bir araba, bazen külüstür bir jiguli duruyor; gideceğiniz yeri anlatıyorsunuz, pazarlığınızı yapıp, anlaşırsanız biniyorsunuz: O, sizi istediğiniz yere götürecek taksidir.
Telefonla evden taksi çağırma lüksü nadir, sokakta her yüz metrede taksi çağırma zilleri de haliyle yok. Caddenin kenarında durup elini yola doğru uzatıyorsunuz; artık kısmetinize bağlı, bazen son derece lüks bir araba, bazen külüstür bir jiguli duruyor; gideceğiniz yeri anlatıyorsunuz, pazarlığınızı yapıp, anlaşırsanız biniyorsunuz: O, sizi istediğiniz yere götürecek taksidir.
Moskova’ya ziyarete gelip de
kaybolmaktan korkan bütün Türk arkadaşlarıma hep aynı şeyi söylüyorum; yol
kenarlarında park edip bekleşen jigulilerin kapısını açıp şoför mahallinde
oturan adamın suratına bir bakın, esmer, doğulu suratlı birisiyse
“selamünaleyküm” diye lafa girin, muhtemelen korsan taksicilik yapan bizim
Türki kardeşlerimizden biridir, az da olsa Türkçe anlarlar; anlaşır,
konuşursunuz, istediğiniz yere sizi güven içinde götürürler diyorum.
Ben de arkadaşlarıma önerdiğim
gibi yapıyorum. Arabanın kapısını açıp, tılsımlı sözcüğü söylüyorum,
“selamünaleyküm” diyorum. Ancak şoför mahallindeki adam suratıma anlamaz bir
ifadeyle bakıp, sırıtıyor. Karanlıkta yüzünü de pek seçemiyorum, bu defa Rusça,
“Özbek misin?” diye soruyorum. “Hayır, Çukçayım,” diyor. Bu defa şaşırma sırası
bende.
İlk kez Moskova’da bir Çukça
taksiciyle karşılaşıyorum. Gerçi geçen sene Gorki Park’ta bir etkinlik için
kurulmuş çadırda Çukçaları, Çukotka’dan getirdikleri geyiklerini görmüştüm.
Ancak ilk kez burada yaşayan, çalışan bir Çukçayı görüyordum.
Rusya, bir ucu Avrupa’nın,
diğer ucu da Asya’nın kuzeydoğusunda olan dünyanın en büyük toprak parçasına
sahip devasa bir ülke; tıpkı bizim ülkemiz gibi bir kısmı Avrupa’da, bir kısmı
Asya’da olan bir Avrasya ülkesi. Kaliningrad’a Rusya’nın Edirne’si dersek
Çukotka’da Rusya Federasyonu’nun Ardahan’ı… Sibirya’nın kuzeydoğusunda özerk
bir cumhuriyet. Kuzey Kutup Dairesi’nin altında, Alaska’nın karşısında.
Ben, aslında Kuzey Amerika
yerlilerinin atalarının bir zamanlar Bering Boğazı’ndan geçen Asya’lılar
olduğunun bir efsaneden öte gerçek olduğuna inananlardanım.
Rusya'nın Lazları olarak
bilinen Çukçalara ilişkin bizim Laz fıkraları gibi anlatılan çok sayıda fıkra
var. Yolculuğumuzun eğlenceli geçeceği başından belliydi; hiç düşünmeden
arabaya bindim. Biraz konuştuktan sonra zaten muhabbetimiz ilerledi.
Çukçaların basit, sade
hayatlarının olduğunu, avlanma dışında ekonomilerinin olmadığını, eğitim
seviyelerinin de düşük olduğunu bildiğimden söz ettim. Alındı ve şiddetle
itiraz etti.
“Olur mu?!” dedi, “Bizim de
şairlerimiz, yazarlarımız var, bak mesela,” dedi ve benim tarafımdaki torpido
gözüne uzanıp, açtı; bir kitap çıkardı.
“Bu kitabı ben yazdım,” dedi.
Biraz sayfaları karıştırdım.
Karanlıkta ne yazdığını pek okuyabilecek durumda değildim.
“Bu kitabı yazdığına göre
çokça okumuş olmalısın; sana ne ilham verdi en çok, mesela Puşkin’i, Gogol’u,
Tolstoy’u, Dosto’yu okumuş olmalısın?” diye sordum.
Bir gözü yolda, küçümser bir
ifadeyle bana baktı.
“Çukça ni çitatel, on pisatel (Çukça
okur değil, yazar )!” dedi.
Ses çıkaramadım; okumadan,
ustalardan etkilenmeden, birikime ihtiyaç duymadan yazabilenler de
olabiliyormuş meğer diye düşündüm. Ne demeli!”
***
Böyle başlayıp devam etmiştim.
Yazı ne kadar eskimiş değil
mi?
Rusya’daki taksi
uygulamalarını bilenler bugünkü durumla eskinin ne kadar farklı olduğunu
biliyordur.
Koronavirüs nedeniyle
yaşadığım ve anlattığım olay istisnai bir durum. Şimdi artık Rusya’da pek çok
ülkede olmayan çağdaş, ucuz ve teknolojik bir taksi sistemi var.
Darısı Türkiye’nin başına…
Beni şaşırtan benzeri başka örnekler
de var. Bazen arkadaşlarımla paylaştığım gibi, ilginç bir şekilde Rusya bazı
konularda gerilerden gelip, sıçrama yapıyor ve öne geçiyor.
Umarım virüs belası başta
olmak üzere şu anda yaşadığımız sorunlar kısa zamanda çözülecek, sıkıntılar
geride kalacak.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder