MUSTAFA
YILMAZ
Sözcükler
Dergisi, Eylül-Ekim, 2012.
Moskova, 1965 yazında Türkiye’den üç yazarı ağırlıyordu.
Aziz Nesin, Yaşar Kemal ve Melih Cevdet Anday, dört Rus edebiyat dergisinin 29
Haziran - 1 Temmuz tarihleri arasında düzenlediği Asya ve Afrikalı Yazarlar
Semineri’ne katılmak için Sovyetler Birliği’nin başkentindeydi.
Türkiye’nin yanı sıra, Gana, Hindistan, Irak, Kamboçya,
Laos, Fas, Moğolistan, Filipinler, Azerbaycan, Kırgızistan, Özbekistan, Japonya
vd. ülkelerden yazarların ve Sovyet çevirmenlerin katılımıyla gerçekleşen
seminerin konusu Öykünün Bugünü ve Yarını şeklinde belirlenmiş.
Organizatörlerden İnostrannaya Literatura (Yabancı Edebiyat) dergisinin 1965
Ekim sayısında yer alan değerlendirmeye bakınca, etkinliğin Vietnam Savaşı’nın
da etkisiyle hayli politik bir atmosferde gerçekleştiği anlaşılıyor.
Yine bu değerlendirmede aktarılan bilgilerden Aziz Nesin ve
Yaşar Kemal’in seminerde birer bildiri sunduğunu öğreniyoruz. Derginin
editörleri Aziz Nesin’in bildirisinin Rusça çevirisini değerlendirme yazısına
ek olarak yayımlamışlar. Yaşar Kemal’in sunumundan ise sadece aşağıdaki üç
alıntıya yer verilmiş:
“Sanatçının
önünde şimdi şu soru var: Halka nasıl gitmeli, yaşamsal köklere nasıl inmeli!
Bence bunlara gitmek diye bir şey olamaz. Bunların arasında yaşamak, bunlardan
yola çıkmak gerek. Çağımızda sanatta yeniliğin tek bir kaynağı var. Bu kaynak
sonuna kadar değerlendirilebilmiş değil. Kaynağın adı halk ve doğadır.”
“Anadolu
halk kültürünün zenginliği onun diğer kültürlerle olan etkileşiminden
doğmaktadır. Taklitten değil, etkileşimden söz ediyorum. Her şeyden önce kendi
kültürümüzün değerini bilmeliyiz, sonra da diğer ulusların kültürlerini. Bundan
dolayı dünya bin parçaya bölünmez. Sadece bin farklı rengi kendinde
birleştirir. Ve insanlık dağılmış olmaz. Tam tersi, parlak, çok renkli bir
bahçe, bir bütün oluşturur.”
“Bugün
yerkürenin farklı uçlarında insanlar hastalıktan ve yoksulluktan ölüyor. Günde
on iki saat aç biilaç, kavurucu sıcağın altında çalışıyorlar. Kendilerine
değil, sömürücülere çalışıyorlar. Bunu bilen bir sanatçı bir kenarda öylece
durup bekleyebilir mi? Bu konuda bir şey söylemeyecek mi! Bin türlü saçmalık
hakkında öylesine kolayca konuşabilir mi!.. Böyle bir insana insan diyemem. Ona
ancak kaçak diyebilirim. Ona hasta gözüyle bakarım.”
Aziz Nesin’in sunumu Yazar, Halk, İktidar başlığını
taşıyor. Sunumun, etkinlikte Nesin’e eşlik ettiklerini bildiğimiz Radi Fiş veya
Ekber Babayev tarafından Rusçaya çevrilmiş olması büyük olasılık. Tespit edebildiğim
kadarıyla yazarın yapıtlarının güncel baskılarında yer almayan bu yazının
tarafımdan yapılan Türkçe çevirisini Sözcükler okurlarının ilgisine sunuyorum.
...
...
Yazar, Halk, İktidar Aziz Nesin (Türkiye) Sunumuma dört
anekdot anlatarak başlayacağım. Karakterleri bakımından tamamen farklı bu dört
anekdot dört farklı halka aittir. Hangileri olduğunu şimdilik söyelemeyeceğim
ancak dinledikten sonra yaratıcılarının hangi halklar olduğunu hemen
anlayacağınızı tahmin ediyorum.
İşte birinci anekdot:
Bir kuş ailesi başka bir kuş ailesini pazar günü öğle
yemeğine davet etmiş. Pazar günü gelmiş, saat on iki olmuş. Misafirler yok. Bir
saat geçer, iki saat geçer, misafirler yine yok. Ancak akşama doğru teşrif
etmişler.
- Neden bu kadar geciktiniz? - diye meraklanmış ev sahibi.
- Görüyorsunuz ya, hava çok güzeldi. Biz de yürüyelim
dedik.
İkinci anekdot:
Son moda bir etek giymiş bir kadın otobüse binmeye
çalışmaktadır. Ne var ki, arkadan düğmeli etek biraz dardır, kadın adımını bile
atamamaktadır. Düğmelerden birini çözmeye çalışırken arkasında duran adam
kadını kucaklayıp basamağa çıkarıverir. Kadın öfkeyle bağırır:
- Ne hakla beni kucaklıyorsunuz?
Yolcu sakince cevaplar:
- Peki siz ne halka pantolonumun düğmesini çözmeye
çalışıyorsunuz?
Üçüncü anekdot:
İkinci Dünya Savaşı’nın son yılları. Naziler büyük bir
şehri yakıp kül etmiştir. Yıkılmış bir evin karşında, anasını babasını yitirmiş
bir çocuk oturmaktadır. Açlık ve soğuk yüzünden eziyet çekmektedir. Ama gözleri
çukurlaşmış bu küçük varlık o kadar çok acı görmüştür ki, korku duygusunu artık
kaybetmiştir. Yavrucak yıkıntılara bakıp hüngür hüngür ağlamaktadır. Tam o anda
annesinin söyledikleri aklına gelir: Eğer bir insanı şiddetli bir biçimde
korkutursan ağlamayı kesebilir. Oğlan arkadaşından rica eder:
- Beni korkutur musun?
Son anekdot:
Bir zamanlar bir köylü yaşarmış. Köylünün çok seneler
değirmene buğday taşıyan bir eşeği varmış.
Bir sabah eşeğe çuvalları yükleyen köylü eşeğin kulağına
eğilmiş ve:
- Sen çok akıllı bir eşeksin. Uzun süredir değirmene
gidiyorsun. Herhalde artık yolu benden daha iyi biliyorsundur. Bugün kendimi
pek iyi hissetmiyorum. Evde oturmak istiyorum. Hadi sen değirmene tek başına
git, akıllı eşeğim benim.
Ve eşek yola koyulmuş. Akşam olmuş, sahibi eşeği bekliyor
ama hayvan ortalarda yok. Ertesi sabah telaşlanan köylü akıllı eşeğini aramaya
koyulmuş. Yolda herkese akıllı eşeği nasıl değirmene gönderdiğini ama eşeğin
geri dönmediğini anlatıyormuş. Öyküsünü bitirirken de insanlara:
- Benim akıllı eşeğimi görmediniz mi? - diye soruyormuş.
Köylünün karşısına bir muzip çıkmış:
- Eşeğini gördüm, şehre gidiyordu.
“Gördün mü sen eşekteki aklı! Köyde kalmak istememiş, şehre
gitmiş,” diye düşünmüş köylü ve başlamış şehre giden yolu adımlamaya. Orada
yine akıllı eşeğin görüp görmediklerini sormuş herkese.
Ve yine karşısına muzibin biri çıkmış:
- Gördüm!
- Nerede?
- Hükümet konağında.
- İyi de eşeğin orada ne işi var ki?
- Bilmiyor musun yoksa, senin eşek şehre gelir gelmez
aklıyla herkesi büyüledi. Onu vali yaptılar!
Köylü çimenlik bir alana çıkmış, bir parça ot koparıp
hükümet konağına gitmiş. Odasını girip valinin yanına yaklaşmış ve önünde taze
otları sallamış. Bir yandan da kurnazca gülümseyerek:
- E hadi, hadi yürü, bırak artık numara yapmayı. Beni
kandıramazsın. Derini değiştirmişsin, insana benzemişsin, madalyalar takmışsın,
vali masasına kurulmuşsun ama eski dostumu, yaşlı eşeğimi hemen tanıdım. Hadi
kalk artık, eve gidelim. İki çuval buğdayı ne yaptığını sormuyorum bile. Vali
olmak için rüşvet olarak verdiğini biliyorum.
Vali şakayı seven biriymiş. Anında vaziyeti kavramış ve
köylünün saflığından istifade ederek:
- Gidelim gitmesine ama devletin bana ihtiyacı var, -
demiş.
- Devlet bu makama başkasını bulur nasıl olsa, ama ben bu
kadar akıllı eşeği bir daha hayatta bulamam. Elbette, vali olmak senin de hakkın.
İşin doğrusu, bu iş senin için az bile. Burada kalırsan terfi edeceğin kesin.
Ama biz ne yaparız? Değirmene buğdayı kim götürecek? Uzun lafın kısası,
nazlanma, hadi, doğru köye!
Vali bu saf köylüyü artık başından savmak istemiş.
- Al bu üç altını, pazara git ve kendine başka bir eşek al.
Beni de devlete bırak!.. Köylü üç altını almış ve sevinçle pazara koşmuş. Orada
yine herkese başından geçenleri anlatmış. Ve yine karşısına muzip çıkmış.
- Hey allahım, sen ne yaptın be adam! Vali seni kandırmış.
Bu kadar akıllı bir eşeği arasan bulamazsın. Sana tavsiyem, pazardan dişi bir
eşek al, sonra da valiye götür. En azından sayesinde bir döl alırsın! (1)
Bu gülütleri sırf mizahçı olduğum için değil, Türk
öyküsünün en önemli niteliğinin anlaşılmasına yardımcı olsun diye anlattım. Bu
dört gülütün hem biçim, hem de içerik bakımından birbirlerinden kuvvetle
ayrıldığı apaçık. Zira farklı ülkelerde doğmuşlardır, farklı halklara
aittirler.
Birinci anekdot, kuş ailesi hakkındaki yani, Amerikan
gülütüdür. Bu mükemmel gülüt insanı gülümsetmekte ama biraz olsun bile
düşündürmemektedir. İçinde toplumsal bir şey yoktur. Zeka dolu bu gülüt refah
içinde yaşayan, doyasıya gülebilen insanlara aittir.
İkinci anekdot, düğmeli olan, muhteşem bir Fransız
gülütüdür; bir miktar moda eleştirisiyle ilgilidir. Ama bu tip gülütün ömrü
kısadır.
Üçüncü anekdot, hüngür hüngür ağlayan çocuk, Polonya
gülütüdür. Fikrime göre, “kara mizahın”, “gözyaşları içinde kahkahanın”
mükemmel bir örneğidir. Bu, büyük acılar görmüş insanların mizahıdır. Gülüt acı
bir gülümsemenin yanı sıra derin düşüncelere dalma isteği uyandırmaktadır.
Dördüncü, eşekli anekdot Türk gülütüdür. Gülütün kahramanı
olan köylü, Nasreddin Hoca yani, Türki halkların dahisidir. Bu gülüt gerçekliği
temel alan sert ve acımasız bir sosyal eleştiridir. Gülmek karnı tok, refah
içinde yaşayan, yarın endişesi olmayan insanların ayrıcalığıdır. Ancak baskılar
yüzünden yüzyıllardır acı, muhtaçlık ve yoksulluk çeken insanların da gülmeye
ihtiyacı vardır.
Tek bir gülüt üzerinden bir halkın öykücülüğünün genel
niteliklerini tam anlamıyla vermek imkansız elbette.
Sunumumda eşek hakkındaki bu gülüte yer vermemdeki amaç
Türk öykücülüğünün en önemli özelliğini somut bir örnek üzerinden açıklamaktır.
Türk öykücülüğünün en önemli özelliği toplumsal bir yönelime sahip olmasıdır;
benim anlattığım Nasreddin Hoca gülütü için de bu geçerlidir. Doğduğu günden
bugüne dek Türk öyküsü her zaman toplumsal bir temele yaslanır, kusurlu yanları
ortaya çıkarıcı, eleştirel bir tınıya, açık ve yararlı bir amaca sahiptir, her
zaman okuyucuya bir fayda sağlamaya uğraşır ve en önemlisi, her zaman
gerçekçidir. İçindeki fantazi, alegori ve sembolik unsurları gerçekliğin açığa
çıkarılması hedefine hizmet eder. Hatta romantik veya lirik olanın ağır bastığı
öykülerde bile her zaman gerçekçilik, yararlılık özellikleri, düşünmeye zorlama
çabası vardır. Bütün bunlar Türk yaşamındaki tarihsel, toplumsal ve ekonomik
şartların eseridir.
Türk öykücülüğünün yanı sıra Türk yazını, sanatı ve bir
bütün olarak kültürüyle de ilgili olguları doğru değerlendirebilmek için
ülkenin bütün önemli özelliklerini dikkate almak gerekir. Bilinen bir gerçek:
Halklar birbirine benzemez. Şimdi dile getireceğim iki özellik bizi diğer
halklardan ayırmakta, kültürümüzün ve yazınımızın karakteristik özelliklerinin
ortaya çıkarılmasına yardımcı olmaktadır.
Birinci özelliğimiz, geçmişte üç kıtada hükmeden büyük bir
imparatorluk olan Türkiye’nin günümüzde geri kalmış ülkeler arasında olmasıdır.
Bu tarihsel gerçek ister istemez Türkiye’yi ve yazınını gelişmede geri kalmış diğer
halkaların yazınından ayırmaktadır.
Genel olarak çağdaş Türk yazını, özel olarak da öykücülüğü,
klasik ve halk yazınlarının asırlık geleneklerini kendine mal ederek ve diğer
yazınların etkisine maruz kalarak tamamen yeni, orijinal, adeta bir kaynak gibi
fışkıran bir yaşama kavuşmuştur. Günümüzde Türkiye’de, endüstri çağı yaşamını
henüz bilmeyen Türkiye’de bütün yazının ve özellikle de öykücülüğün
çeşitliliği, gücü, gelişmiş ülke yazınlarıyla aynı seviyede duran yüksek
ustalığıyla herkesi şaşırtmasının sebebi budur.
Söz konusu olan yazınsa ülkemizin dikkate değer bir başka
özelliği de şudur: Türkiye kırk beş yıl önce emperyalizme karşı ayağa kalkmış
ve ulusal kurtuluş savaşında zafer kazanmış bir ülkedir. Ne var ki, buna
rağmen, kırk beş yıl sonra bile sosyalist gelişme yoluna girmemiştir. Bu durum
bütün Türk yazınını ve özel olarak da öykücülüğünü toplumsal mücadele aracı
haline getirmiştir. Yaklaşık olarak 1937 yılından sonra iktidarın Türk
yazarlara karşı tutumunda büyük değişiklikler gözlenmektedir.
Bu çok önemli ve pek çok şey hakkında ipucu veren bir
durumdur. Cumhuriyetin kurulduğu 1923 yılı ve Atatürk’ün öldüğü 1937 yılı
arasındaki dönemde Türk yazarların durumu, 1937 yılından bugüne dek gelen
dönemdeki Türk yazarların durumundan kesin olarak ayrışmaktadır. 1937’den önce
yapıtlarının değeri arasında fark gözetilmeksizin bütün yazarlar iktidar
tarafından kelimenin tam anlamıyla el üstünde tutulmuş, rahat bir yaşam
sürmeleri için gerekli koşullar oluşturulmuş. Yazarlar Atatürk’le aynı masanın
etrafına oturmuş, sohbetlerine katılmışlar. Yazarlar elçilik, bakanlık, devlet
dairelerinde idare üyeliği yapmış, yüksek ücretli diğer görevlerde
bulunmuşlardır.
1937’den sonra Türk yazarların durumu keskin değişimlere
uğramıştır. Türkiye’deki bütün ünlü ve önemli yazarları hapishanelere
doldurmaya, sürgüne göndermeye, polis sorgusundan geçirmeye başladılar. İş öyle
bir raddeye vardı ki, yazarın önemi, değeri hapiste kaldığı süreyle ölçülür
oldu.
Bugün Türk yazınını uluslararası arenada tam da ülkesinde
acıyı ve aşağılamayı tadan bu yazarlar temsil etmektedir.
Temelsiz konuşmadığımı göstermek için birkaç örnek verecek,
bazı yazarların adını anacağım. Şair Yahya Kemal Türkiye’nin tam yetkili elçisi
olarak uzun yıllar Avrupa devletlerinin başkentlerinde yaşadı, bakanlık yaptı.
Yaşamının son yıllarını lüks bir çevrede sessizlik ve huzur içinde geçirdi. Şair
Abdülhak Hamit, romancı Yakup Kadri, elçi ve bakan sıfatıyla tam bir refah
içinde yaşadı. Ruşen Eşref, Hamdullah Suphi, Falih Rıfkı Atay, Reşad Nuri
Güntekin, Yusuf Ziya Ortaç, Orhan Seyfi Orhon, Enis Behiç ve pek çok diğerleri
yüksek mevkilerde görev yapan yazarlar oldu.
Şimdi de 1937’den sonraki yazarların durumuna bakalım.
Dünyaca ünlü Türk şairi Nazım Hikmet on üç yıl hapis yattı
ve on üç yılını da vatanından uzakta geçirdi. Muhteşem öykücümüz Sabahattin Ali
uzun yıllar hapiste yattı, ölümü faşist bir katilin elinden oldu. Ünlü
romancımız Kemal Tahir on üç yıl dört duvar arasında eziyet çekti. Yetenekli
öykücü ve romancı Orhan Kemal’in hayatı ağır koşullar altında ve sürekli iş
arayışlarıyla geçmektedir. O da hapse düşmekten kurtulamamış ve dört buçuk
yılını demir parmaklıkların ardında geçirmiştir. En iyi şiirsel Türk
öykülerinin yaratıcısı Sait Faik yaşamı boyunca iş bulmakta zorlanmış ve
annesinin desteğiyle yaşamak zorunda kalmıştır. Ünlü şairimiz Orhan Veli büyük
yoksulluk çekmiş ve çok genç yaşta tüberkülozdan ölmüştür. Şair Rıfat Ilgaz
öğretmenlikten uzaklaştırılıp hapse atılmıştır ve şimdi onda da ileri derecede
tüberküloz vardır, korkunç bir yoksulluk içinde yaşamaktadır. Burada aramızda
olan ünlü romancı Yaşar Kemal de zorlu yaşamın, işsizliğin tadına bakmıştır.
Yine burada bulunan şair Melih Cevdet Anday, birkaç kere mahkemelik olmuş, zor
günler geçirmiştir. Kendimden bahsetmeyeceğim. Bu kadar acı örnekleri tümüyle
sıralayarak zamanınızı almak istemiyorum.
Buraya kadar söylenenler şu soruyu akla getiriyor: Eğer
1937’den önce iktidar Türk yazarlarını kelimenin tam anlamıyla el üstünde
tuttuysa 1937’den sonra Türk yazarları kendilerini nasıl oldu da bambaşka bir
durumda buldular? Bu soruya cevap verebilmek için, belli ki, ayrı ayrı her
yazarın kişiliğini bilmek gerek. 1937’den önce rahat içinde yaşayan bütün
yazarları dalkavukluk, ikiyüzlülük ve iktidarla oynaşmakla suçlamak
adaletsizlik olurdu doğrusu. Bizim neslimizden iktidarın hoşuna gitmeyen bütün
yazarların yasaları çiğneyenlerden oluştuğunu düşünmek de en az o kadar yanlış
olurdu.
Benim düşünceme göre, 1937’den sonra iktidarla Türk
yazarların arasının iyi olmayışının ilk sebebi iktidarın toplumsal doğasında
yatmaktadır. Bu kadar sık andığım 1937 yılı kısa bir tarihsel dönemden ibaret
değildi. Mesele şu ki, Kurtuluş Savaşı’ndan sonra cumhuriyetin kurulduğu
Türkiye’de iktidar en başından itibaren halkçı bir nitelik taşıyordu, daha
doğrusu taşımaya çalışıyordu. Daha sonra yerel burjuvazi emperyalizmle ittifaka
gitti ve halka sırt çevirdi. 1953-1960 arası iktidarla halkı ayıran uçurum daha
da derinleşti. Halktan uzaklaşan iktidar kaçınılmaz olarak aydınlarla çatışma
içine girdi. Türk yazınını dünya arenasına taşıyan ve her türlü kovuşturmaya
maruz kalan, işkence gören, hapislerde yatan yazarlarda iktidarın hoşuna
gitmeyen şey neydi? İktidarın hoşuna gitmeyen tek bir şey vardı. Türk yazarları
halklarını biraz fazla seviyorlardı, onu biraz fazla ateşle savunuyorlardı.
Türk yazarlarının durumu hakkında buraya kadar
söylenenlerden aşağıdaki sonucu çıkarmak mümkün.
İktidarın halka yakın olduğu bir ülkede, ilerici yazarlar
her zaman iktidarın yanındadır. Ve tam tersi, eğer iktidar halkçı olmayı
bırakmışsa yazarlar bu iktidarla çatışma içerisine girerler. Herhangi bir
ülkede yazarlar iktidardan baskı görüyor diyelim, iktidarın halktan uzak
olduğunun ilk göstergesi işte budur. İktidarın halkçılığının düzeyi ilerici
yazarların iktidara yakınlığının seviyesinde de kendini gösterir.
Sunumumu bitirirken ülkem ve halkım adına Asya ve
Afrika’nın burada bulunan ve bulunmayan bütün ilerici yazarlarına sıcak bir
selam iletmek istiyorum. Halklarından uzaklaşan bütün iktidarlara karşı
mücadelemizde kardeşçe dayanışmamızı dilemek istiyorum.
1 Aziz Nesin bu gülüte 4 Temmuz 1962 tarihli Vatan
gazetesinde çıkan yazısında da yer vermişti. Bkz. Aziz Nesin. Sanat Yazıları.
Nesin Yayınevi, İst. 2011. S.385-386.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder