Orçun
Alpay
Kaynak:
http://t24.com.tr/k24/
Bugün
nasıl ki Rus klasikleri olmadan Rus insanını, yaşantısını hissetmek zorsa, aynı
şekilde Sovyet edebiyatını tanımadan da Rus postmodernizmini anlamak zordur.
Çarlık Rusya’sına karşı başlatılan 1905 Devrimi’nin “Kanlı
Pazar” ile sonuçlanması, akabinde yaşanan 1917 Şubat Devrimi ile alevlenen işçi
ayaklanmaları bu coğrafyada artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağının güçlü
sinyallerini verir. Dünya devrim tarihine kızıl harflerle kazınmış meşhur Ekim
Devrimi’nin gerçekleşmesi, 1991 yılına dek süren ve Doğu Avrupa’dan Orta
Asya’ya uzanan geniş topraklar üzerinde yeni bir devletin doğuşuna öncülük
eder. 15 milleti bünyesine katarak tarih için oldukça kısa sayılabilecek 30 yıl
gibi bir zaman diliminde “Süper Güç’e” dönüşen Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler
Birliği’nin (SSCB) 1922 yılı sonunda resmen kurulması ile etkileri Sovyet
sınırlarından ötesine uzanan yapıcı ve yıkıcı dönüşümlerle dolu yeni bir dönem
başlar.
Yüzyıllar boyunca süren çarlık rejiminin tüm düzenini,
inanç ve alışkanlıklarını alaşağı eden Bolşevik iktidarın, Marksizm, Komünizm
ve Sosyalizmin birleşiminden oluşan, Almanya’dan ithal “3’ü 1 Arada” (Marx
& Engels ve Lenin) tadındaki siyasî rejimi benimsemesiyle Çar’ın tebaası
konumundaki sıradan halkın (özellikle de işçi sınıfının) gücünden yararlanarak
Sovyet imparatorluğunu inşa etme ve yükseltme çalışmalarına başlanır. Sosyalist
temele dayalı bu yeni rejimin kabulüyle birlikte politikadan ekonomiye,
toplumdan sanata, edebiyata uzanan her alanda köklü değişiklikler
gerçekleştirilir. Topluma sağladığı olumlu katkıların yanı sıra ona ağır
bedeller de ödettiren, kendi kendini onama özelliğine sahip uzun soluklu
gerekçeleri olan, hızlı yeniden yapılandırma girişimleri tek bir amaca
dayanmaktadır: Yeni bir toplum (Sovyet toplumu) inşa etmek.
Devlet ideolojisi doğrultusunda oluşturulmak istenen bu
yeni toplumu şekillendirecek olan Sovyet politikası, sanat ve edebiyatın toplum
üzerindeki etkisinin fazlasıyla farkında olarak resmî ideolojiyi hiç vakit
kaybetmeden bu alanlar üzerinden yayma yoluna gider. Lenin, “Parti Teşkilatı ve
Parti Edebiyatı” adlı ünlü makalesinde edebî çalışmaların tüm proleter
faaliyetlerin bir parçası olması gerektiğine dikkat çekerek edebiyatta parti
ilkelerine bağlılık (партийность в литературе) vurgusu yapar. Bunun üzerine,
1921 yılı itibariyle Rus Proleter Yazarlar Birliği ve fütürist şair Vladimir
Mayakovski, Nikolay Aseyev ve fütürist-biçimci Osip Brik’ten oluşan “Sol Sanat
Cephesi” (ЛЕФ) ile “Serapion Kardeşler” (Серапионовы Братья) gibi Petersburg
merkezli popüler edebiyat toplulukları kurulur.
1925 yılında devrimin ateşli bir kalemi olan ünlü yazar
Maksim Gorki yönetimde Krasnaya nov ve komünist gençlik örgütü olan
komsomol bünyesindeki Molodaya Gvardiya dergileri yayın hayatına
başlar. 18 Haziran 1925 tarihinde Rus Komünist Parti Merkez Komitesi kararıyla
birlikte edebiyattaki sosyalist dönüşümün ilk somut adımı atılır ve bu andan
itibaren edebiyat, sosyalizmin amaç ve gereklilikleri doğrultusunda bir propaganda
aracı olarak kullanılmaya başlanır.
1920’li yıllar, devrim coşkusunun yankılandığı ve
edebiyatta ilk meyvelerini verdiği önemli bir dönemi kapsar. Bu dönemde Sovyet
edebiyatı özellikle şiir alanında büyük ilerleme göstermesiyle sosyalizm
gölgesinde farklı akım ve tarzları benimsemiş, adları kulağımıza hiç de yabancı
gelmeyen pek çok şairi ortaya çıkarır. Bunlar arasında tok sesi ve şiirlerinde
kullandığı akıl ötesi dil (заумный язык) ile kafiyelerini okurun yüzüne savuran
fütürist Mayakovski, “Vatanını terk edenlerden” olmadığını söylemesine rağmen
iç sürgüne kurban giden akmeist Anna Ahmatova, lirik ve imge yüklü şiirleriyle
tanınan Sergey Yesenin gibi değerli isimler yer alır.
20’li yıllar boyunca edebiyata ekilen ideolojik tohumlar,
30’lu yıllara gelindiğinde olgun ürünlerini vermeye başlar. Şiir dışında
düzyazı şeklinde, özellikle de roman türünde yazılan Sovyet ve dünya
edebiyatına mal olmuş çok sayıda edebî eser bu yıllarda gün yüzüne çıkar. 20’li
yılların sarsıcı eserleri olan Dmitri Furmanov’un Çapayev’i ile Fyodor
Gladkov’un Çimento’sunun ardından, Mihail Şolohov’un Durgun Akardı
Don ve Nikolay Ostrovski’nin sıradan bir işçi olan Pavel Korçagin adlı
başkahraman üzerinden İç Savaş (1917-1922) mücadelesini anlattığı Ve
Çeliğe Su Verildi* eserleri,
resmî ideolojinin yayılıp benimsenmesinde büyük rol oynar.
1934 yılında Sovyet Yazarlar Birliği’nin (Союз советских
писателей) kurulması ile birlikte o güne dek süregelen bütün edebî topluluklar
ortadan kaldırılır. Sonrasında tabir-i caizse yalnızca “kutsal davaya!”(!) ant
içmiş (içtirilmiş) ve yalnızca ona hizmet edecek olan bir edebiyat
politikasının en somut adımı atılır.*Birliğin
aynı yıl içinde düzenlenen ilk kongresinde “Sosyalist Gerçekçilik”
(Социалистический реализм) adında, Sovyet gerçekçiliğini anlatan Stalin onaylı
bu yeni akımın ilkeleri, Ekim Devrimi öncesinde kaleme aldığı Ana ve Fırtınanın
Habercisi eserlerinde Sosyalist Gerçekçiliğin ilk örneklerini veren Gorki
tarafından açıklanır. Marksist-Leninist kurama bağlı diyalektik ve materyalist
bir sanat yöntemini savunan ve işçi, fabrikatör, çiftçi, köy öğretmeni vs. gibi
toplumun her kesiminden oluşan tiplerin devrime, sosyalist ideale hizmet ve
bağlılıkları oranında kahramanlaştırıldığı Sosyalist Gerçekçi edebiyat,
Stalin’in öldüğü 1953 yılına kadar etkin bir şekilde sürdürülür.
Sosyalist Gerçekçiliğe atılan ilk tokadın izleri tam da bu
dönem itibariyle aranabilir. Stalin’in ölümü, ardından Nikita Kruşçev ile
başlayan “Buzların Çözülüşü” ve Stalin kültünü yıkmaya dayalı
“Stalinsizleştirme” politikaları, edebiyat üzerindeki politik baskıların
hafiflemesini sağlar. Etkileri her alana yayılmış olan bu baskı mekanizması tam
anlamıyla kırılmamış olsa da 60’lı yıllardan itibaren Sovyet uygulamaları ile
Sosyalist Gerçekçiliğin başka bir gözle değerlendirildiği, resmî ideolojiden
tamamen bağımsız, yeni ve daha özgür bir edebiyat anlayışı ortaya çıkar. Bu
yıllarda “Şestidesyatniki” olarak adlandırılan Yevgeni Yevtuşenko, Andrey
Voznesenski, Bella Ahmadullina gibi şairlerden oluşan topluluk, katı bir
muhalif tutum içinde olmasalar da “dissident”lere pek de soğuk bakmıyorlardı.
Sovyet karşıtı hareketlerin hız kazanmasıyla Rus muhalif
yazar-edebiyat eleştirmeni Andrey Sinyavski, (Batı’da bilinen adıyla Abraham
Tertz) 1959 tarihli “Sosyalist Gerçekçilik Nedir?” adlı makalesinin ilk satırlarında
şu soruyu soruyordu: “Sosyalist Gerçekçilik Stalin diktatörlüğünün karanlık ve
büyülü bir gecesinde ürkek aydınların gördüğü bir rüya mıydı?” Şüphesiz!
Hem de uzun bir rüya (kâbus). Dahası, Sinyavski’ye göre gerçekçilik ve
sosyalizm yan yana gelemeyecek kelimelerdi. Nedeni ise gerçekçiliğin içine
sosyalizm bulaştığında onun gerçekçilikten kopmasıydı. Bu hesaba göre her
ideoloji, inanış ya da olgu, gerçekçilik maskesi takabilirdi. Peki, bu maske
sayesinde sosyalizm ne kadar gerçek olurdu ya da kalırdı?
Bugünün gözüyle bakarsak, sosyalizm hiçbir zaman gerçek
olmadı. François Lyotard’a sorsak “karmaşık terminolojiler, iddialı sloganlar,
uzuuuun uzun açıklamalarla dolu büyük anlatılar (grand récits) öleli 40 yıl
oldu! Sen hâlâ hangi gerçekten bahsediyorsun” diye cevap verirdi. Dahası,
Leslie Fiedler’a göre, 60’ların sonunda postmodernizm ile birlikte gerçek ve
hayal arasındaki sınır ortadan kalkmıştı. Bu mantıklı tespite dayanarak
Sinyavski’nin bu görüşünün Sosyalist Gerçekçiliği saçmalık, sosyalizm
ütopyasını distopyaolarak gören Rus postmodern yazarlar tarafından da
desteklendiği söylenebilir. Neticede postmodernizm dediğimiz şey, genel mizacı
itibariyle Jean Baudrillard’ın Disneyland, Fredric Jameson’ın ise Amerika ile
örneklendirdiği, gerçeğin yerini almış bir hayal dünyası içindeki sanal
gerçeklikleri anlatmıyor mu? Gerçek ya da meta anlatıların peşinden koşmayan
Rus postmodern (hatta tüm postmodern) yazarlar, bu nedenle gerçekçiliğin
yalnızca kendini meşrulaştırmak üzere kullanılan bir kılıf olduğuna inanır. Bu
yüzden yazar, gerçeğin peşine düşmek yerine onun hayaliyle dans etmeyi
yeğlerken, partnerini de okuruyla paylaşmaktan geri kalmaz.
Rusya’da 70’li yılların ortasından itibaren Sosyalist
sanatı ve edebiyatı ironikleştiren, Sovyet trajedisine mizah katan yeni bir
sanat, edebiyat akımı ortaya çıkar. Adını sosyalist sanattan esinlenerek almış
bu akım, kendini “Sots-art” olarak adlandırır. Sanatçı Aleksandr Melamid ve
Vitali Komar’ın 1972 yılında terimleştirdiği Sots-art, Sovyetlerin, Sosyalist
Gerçekçiliğin tutkuyla benimsediği klişelerini ve propagandalarını kitsch biçiminde
yansıtan, onları bir nevi yapıbozumuna uğratarak yeniden yorumlamaya açan
Sovyet karşıtı bir sanat hareketidir.
Andy Warhol’un “Marilyn Monroe” kolajıyla hafızalara
kazınmış Amerikan ve İngiliz menşeili “Pop-Art” akımının Rus versiyonu olarak
ortaya çıkan Sots-art, somut nesneler üzerinden fikir yürütmeye dayalı bu sanat
anlayışı, kavramsal sanat ile özdeşleştirilmiş, bu nedenle de çoğunlukla Rus
Kavramcılığı olarak ele alınmıştır. Çoğunluğu göçmen sanatçılar tarafından
oluşan ve öncülüğünü Aleksandr Melamid ile Vitali Komar’ın yaptığı bu akımın
bünyesinde İlya Kabakov, Erik Bulatov, Aleksandr Kosolapov, Leonid Sokov,
Dmitri Prigov ve yazar Vladimir Sorokin gibi önemli isimler yer alır.
Sovyet gerçeği, ya da başka bir deyişle Sovyet miti her
bir sanatçı tarafından farklı eleştirel bakış açılarıyla ele alınır. Bu
bağlamda Sovyet sistemine ve Sosyalist Gerçekçiliğe yönelik eleştirilerin
dozajı ve yansımaları değişkenlik gösterir. Sovyet sisteminin totaliterliğine,
bireyin tercih hakkının ortadan kaldırılmasına bilinçli bir tepki olarak
Sots-art akımını başlattığını ifade eden Aleksandr Melamid ve o dönemlerdeki yakın
arkadaşı Vitali Komar, çalışmalarında Lenin ve en çok da Stalin gibi Sovyet
tarihinin kült figürlerinden yararlanır. Lenin ve Stalin’in profilden
yansıtılan resimlerinin bir arada bulunduğu klasik sosyalist afişe göndermede
bulunarak kendi resimlerini aynı pozda “Sots-art” yazısı ile süslediği çalışma,
akımın bir nevi logosunu da oluşturur. İkilinin “Sosyalist Gerçekçiliğin
Kökenleri” adlı çalışması Stalin figürünü kullanarak eleştiri yürüten bir diğer
çalışmadır.
Stalin’i eserlerinde malzeme yapan sanatçılardan biri de
Leonid Sokov’dur. Warhol’un Marilyn Monroe’sunu Stalin ile montajlayan sanatçı,
pop-art’a benzer bir çalışma ortaya koyar. Stalin’in Sovyet eleştirisi içinde
neden bu kadar popüler olduğunu sanırım tahmin edebilirsiniz. Bildiğiniz üzere,
Sovyet eleştirisi ve karşıtlığı sistemin totaliterliğinin yarattığı bir
sonuçtur. Sovyet tarihinde totaliterlik denilince herkesin aklına ilk olarak
akla Stalin geliyor, şüphesiz…
Peki ya Lenin? Pekâlâ Lenin de Sots-art’istlerin eleştiri
oklarının hedefi olmuştur. Bunun en çarpıcı örneği Aleksandr Kosolapov’un,
Lenin ve Coca Cola’yı aynı karede buluşturan ve üzerinde 70’li yılların
Coca-Cola sloganı olan “It’s the real thing” yazılı çalışması oluşturur. İlk
bakışta en çok dikkat çeken şey, resimlerin temsile uygun olarak dizilmesidir:
Sosyalist lider Lenin’in “sol”, kapitalizmin simgesi Coca-Cola’nın ise “sağ”
köşede yer almasıdır. Kosolapov, çalışmasında belki de kapitalizmin gerçek
(bugün için), Sosyalist Gerçekçiliğin (Sovyet sosyalizminin) ise ütopya
olduğunu ima etmek istemiştir, kim bilir?
Sots-art’ın Sosyalist Gerçekçiliğin afiş, pankart vs. gibi
görsel, yazılı ya da söyleme dayalı slogan benzeri propaganda araçlarını kült
figürler ve marka değeri yüksek olan popüler ögelerle birleştirip ona karşı
kullanarak kendi geçmişiyle alay eden (self-irony) sanat anlayışı, sanat
alanında daha baskın gibi görünse de, Sovyet propaganda diline ironi yüklemesi
ve bu dile özgü söylemleri yeni kodlamalar eşliğinde tekrar yaratarak
kullanılan nesnenin ya da görselin hâlihazırda sunduğu nesnel değere edebî
değer (postmodern anlayışa göre) ve algı da katmasıyla edebî bir kimlik de
kazanır. Bu anlamda Sots-art çalışmalarında resimle bir arada verilen yazı,
görseli tamamlayan, onu anlamlandıran bir detay olması açısından özel bir yere
sahiptir.
Sovyet yaşantısına hüzünlü, umutsuz ama hafiften özlem dolu
bir bakış fırlattığı “Ufuk” (Gorizont) adlı çalışmasında plajdaki Sovyet
insanlarının ufkunun sosyalizm ile örtüldüğünü gösteren Bulatov, bu ünlü
çalışması haricinde yazı ile resmi en uyumlu şekilde bütünleştiren sanatçıların
başında gelir. Bulatov’un çalışmalarında ilk göze çarpan şey, görsele imge
kazandıran Sovyet fontlarıyla yazılmış sözcüklerdir. Tıpkı Sovyet afişlerinde,
pankart ve levhalarında görülene benzer biçimde kısa ve net ifadeler kullanan
sanatçı, çalışmalarında yüksek kültür olarak lanse edilen Sosyalist Gerçekçi
propagandayı altkültüre indirgeyerek eleştirisini yansıtır.
Sosyalizm eleştirisinde yazı ile resim birleşiminden
bahsederken Dmitri Prigov’un adını anmamak olmaz. Sanatçının 1979 tarihli
“Versogram” adlı çalışması bunun güzel bir örneğidir. Bir baklava dilimini
anımsatan, biri ters, diğeri düz olarak birbiriyle birleşen iki “V” harfini
andıran resmin üzerinde, yukarıdan aşağıya doğru okudukça sürekli olarak
değişen cümlelerin yer aldığı yazıya geniş açıdan bakıldığında “Komünizm
hayaleti Avrupa’da geziyor. Karanlık ve hüzünlü hayalet-ne gezinip duruyorsun
burada sabaha dek”cümleleri görülmektedir. Aynı zamanda bir şair olan Prigov’un
şiirlerinde Sosyalist Gerçekçi şiirlerin parodileri ile bu akıma özgü edebî
klişelerin yansımaları görülür.
Sovyet politikaları ve Sosyalist Gerçekçiliğe karşı bir
başkaldırı olarak ortaya çıkan Sots-art, Rus postmodern edebiyatı için müthiş
bir altyapı oluşturmuş ve onun Sovyet gerçeği ile arasında bir köprü görevi
üstlenmiştir. Salt Sovyet ironisi üzerine kurulu Sots-art akımından devraldığı
anti-Sovyet mirası metinlerarasılık, yapıbozumu ve retorik gibi edebî
yöntemlerle zenginleştiren Rus postmodern edebiyatı onu daha kaotik bir dünyaya
sürükler.
Rus postmodern edebiyatın önde gelen araştırmacılardan
Mikhail Epstein ve Vyaçeslav Kuritsın, kendini bütünüyle Sovyet ironisine
adamış bu akımın Rus postmodernizmi ile ilişkisini derinlemesine incelemiştir.
Epstein, Sots-art’ı komünizmin sırlarını, onun postmodernizm ile ilgili
bağlarını ortaya çıkaran bir sanat türü olarak nitelerken, Kuritsin ise onu
sosyalist projenin (Sosyalist Gerçekçiliğin) devamı niteliğinde postmodernizm
bileşeni bir akım şeklinde tanımlar. Nitekim, akımın çıkış felsefesi olan
Sovyet parodisine, Rus postmodern edebiyatın genelinde, özellikle de ilk
dönemlerinde oldukça sık rastlanır.
Ne zaman Sovyet ironisi ile ilgili bir şeyler düşünsem,
aklıma hemen Venedikt Yerofeyev gelir. Rus postmodern edebiyatın öncü
isimlerinden olan ve akademik kariyerim boyunca ne okurken ne çevirirken ne de
yüksek lisans tezimi yazarken bir an olsun sıkıldığım Yerofeyev, alkolik jargon
ve İncil alıntılarıyla yüklü olmasından dolayı Alkolik İncili olarak
adlandırılan ve “Sovyet yaşantısından tarihe, edebiyattan siyasete ve daha pek
çok alana uzanan dâhiyane bir beynin koridorlarında gezinen bilgi, düşünce ve hayalleri
paylaştığı varoluşçu bir yolculuk öyküsünü konu aldığı” Moskova-Petuşki adlı
ünlü eserinde, Sovyet sistemini ve Sosyalist Gerçekçiliği sık sık alay konusu
eder. Nikolay Ostrovski’nin Sosyalist Gerçekçi eseri Ve Çeliğe Su Verildi'de
geçen “En değerli şey hayattır insan için. Bir kere verilir insana hayat.
Ve insan hiçbir utanç ve teessüfe yer bırakmayacak (…), ölürken tüm gücünü
dünyanın en asil amacına, insanlığın kurtuluş mücadelesine adadığını
söyleyebilecek şekilde yaşamalıdır” şeklindeki ünlü ifadesini, alkol
motifi üzerinden parodileştirir. Kokteyl tarifi verdiği sırada dikkatli
okuyucuya şu sözlerle seslenir: “Bir kere verilir insana hayat. Ve onu kokteyl
tariflerinde yanılmayacak şekilde yaşamak gerekir. (…) Dünyadaki en mükemmel
şey nedir? İnsanlığın kurtuluşu için mücadele etmek. Peki, ondan daha mükemmel
olan şey ne? İşte bu. Yazınız…” diyerek başka bir kokteyl tarifi daha
paylaşır.
Sots-art’ın bir temsilcisi olarak gösterilen ikinci kuşak
Rus postmodern yazarlarından olan Vladimir Sorokin’in çoğu eserinde, özellikle
de ilk dönem eserlerinde; İlk Gönüllü Cumartesi İşçisi(Первый субботник)
adlı öykü derlemesinde, “Dachau’da Bir Ay” (Месяц в Дахау) adlı uzun öyküsü
ile Norm (Норма) ve Marina’nın Otuzuncu Aşkı (Тридцатая
любовь Марины) adlı romanlarında totaliter Sosyalist Gerçekliğe özgü
söylemlerin yapıbozumuna uğratılmış örnekleri sunulur.
Timur Kibirov’dan Eduard Limonov’a, Saşa Sokolov’dan Viktor
Pelevin’e, Sovyet ironisinin yansımaları, Sosyalist Gerçekçiliğin güncel
yorumları, Rus postmodern yazarların eserlerinde yer yer yüzeye çıkar, dikkatli
okurun bakışına takılır, onu kendi zihninde bir yolculuğa sürükler ve sonra
tekrardan yazarın yarattığı âna döndürür. Sosyalist Gerçekçi edebiyatın tek
boyutlu penceresinin sıkıcılığının farkında olan Rus postmodern edebiyatı, onun
bıraktığı dev mirasın enkazına girerek kendine yeni alanlar keşfeder. Bugün
nasıl ki Rus klasikleri olmadan Rus insanını, yaşantısını anlamak ve hissetmek
zorsa, aynı şekilde Sovyet edebiyatını tanımadan da Rus postmodernizmini
anlamak zordur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder