Melek
Aydoğan
Kaynak:
http://t24.com.tr/k24/
Rusçadan
pek çok kitap çeviren Günay Çetao Kızılırmak: Bugüne gelebilmiş eserlere
baktığımızda, edebiyatın kendi yolunu yürüdüğüne ve büyük bedellerle de olsa
kendi özgürlük alanını koruduğuna inanıyorum
Vladimir Nabokov Rus Edebiyatı Dersleri’nde “Rus
romanında Rusya'yı aramayalım; bireysel dehayı arayalım. Başyapıta bakalım,
çerçevesine değil; çerçeveye bakan diğer insanların yüzlerine de değil.” diyor.
Günay Çetao Kızılırmak ile devrimin 100’üncü yıl dönümünde Sovyet Edebiyatı’nı
ve “bireysel deha” Andrey Platonov’u konuşurken, Nabokov’un görüşünü
benimsemeyi seçtim. Çevirmen Günay Çetao Kızılırmak, diasporalı Çerkeslerden.
1994’te ailesiyle birlikte Adigey Cumhuriyeti’ne döndü ve Adigey Devlet
Üniversitesi Rus Filolojisi Bölümü’nü bitirdi. Rusçadan Türkçeye pek çok kitap
çeviren Kızılırmak, Çevengur çevirisiyle Dünya Kitap Yılın Çeviri
Kitabı Ödülü’nü aldı. Mutlu Moskova, Kadın Yok Savaşın Yüzünde, Üç
Ölüm, Underground, çevirilerinden bazıları.
SSCB’de devrimden önce ve sonrasında birçok eser
sansürlendi, yasaklandı, toplatıldı. Sadece proletaryanın kazanımlarını
yücelten, ortak ideallerin getireceği mutlu gelecekten bahseden, komünizm
ütopyasına olan inancı sorgulamayan metinler yayımlanabiliyordu. Kabaca
söyleyecek olursam, edebî eserler birer politik metin olarak da kullanılıyordu.
Bu, edebiyatın işlevlerinden biriydi. Yakılan, yok edilen birçok eseri de
düşünürsek sizce devrim, edebiyatı hangi yönde körleştirdi?
Maalesef Sovyetler Birliği’nde birçok edebiyatçının devlet
memuru gibi çalıştığını söylemek zorundayız. Devlet sahiden de sanata önem
veriyor, çeşitli sergiler, etkinlikler, sanat gezileri düzenletiyor, rejime
bağlı yazar ve şairlere çeşitli kolaylık ve olanaklar sağlıyordu. Ne var ki,
yasak ve dayatmalara bir şekilde boyun eğmeyen yazarlar edebiyat çevrelerinde
kendilerine yer edinemedikleri gibi, meslektaşlarının karalama kampanyalarına
maruz kalıyor, kitap yayımlatamıyor, daha kötüsü çeşitli gizli ve aleni
kovuşturmalara uğruyorlardı. Maksim Gorki, Aleksey Tolstoy, Mihail Şolohov gibi
rejimle arası iyi olan ve muhakkak önemli eserler de vermiş yazarların,
Mayakovski gibi devrimi ve kazanımlarını edebiyatının merkezine koymuş has
şairlerin varlığı inkâr edilemez. Ama bunların da her birinin yaşam öykülerine
baktığımızda, birçok bedel ödemek zorunda kaldıklarını görebiliyoruz.
Tsvetayeva, Ahmatova, Mandelştam gibi şairlerin, Platonov, Pasternak, Bulgakov
gibi yazarlarınsa yaşam hikâyeleri romanlara konu olabilir. Bu tür bir baskının
varlığı, bir yandan “resmî” edebiyatı daracık sınırların içine çeker, toplumcu
gerçekçiliği tek meşru sanatsal yöntemi ilan ederken, diğer taraftan dürüstçe
yazmayı/ üretmeyi her koşulda sürdürenlere ve ancak kısmen yayımlanmayı
başarabilenlere de –çok trajik ama– geniş bir tahlil ve tecrübe imkânı
sağlıyordu. Baskının, çaresizliği değil, anlatma inadını doğurduğunu
düşünüyorum. Bu nedenle bugüne gelebilmiş eserlere baktığımızda, edebiyatın
–hiç değilse bir kısım yazar ve şairin eserlerinde– kendi yolunu yürüdüğüne ve
büyük bedellerle de olsa kendi özgürlük alanını koruduğuna inanıyorum. Bu, her
zaman her yerde böyle olmuş ve olacaktır umudu ve iyimserliğindeyim.
SSCB’deki siyasî sistemin yasakladığı yazarlardan biri olan
Andrey Platonov’un çok sayıda öykü ve romanını Türkçeye
çevirdiniz. “Platonov’un sürekli dar bir siyasî çerçeveden ele alınmasına
da gönlüm razı değil” diyorsunuz bir yazınızda. Platonov’u çağdaşı diğer
yazarlardan ayıran nedir?
Platonov’u, eserleri Stalin baskısı yüzünden yayımlanmamış
ve ancak 80’lerde arşivlerden çıkmış bir yazar olarak tanımlamak ve edebiyatını
sadece bu açıdan değerlendirmek haksızlık olur. Çağının şahidi olduğu muhakkak,
ama çok yetenekli yazarların tümünde olduğu gibi, anlattıkları, derdi hep
insana, insanca hâllere, tutkulara, vazgeçişlere, vazgeçmeyişlere yöneliktir.
İnsanlar komünizmi kurmaya çalıştılar çünkü artık insanca yaşamak istiyorlardı,
der. İnsanlık dışı bir düzeni ortadan kaldırmaya çalışırken çok kan döktüler,
birbirlerine çok haksızlık ettiler, bir şey yapmaları gerektiğini biliyorlardı
ama nasıl yapacaklarını bilmiyorlardı ve bir türlü öğrenemiyorlar, der. İnsanın
kendine yenilişini çok güzel anlatır. Uzun bir yola gözü kapalı çıkan kişinin
bir süre sonra bozkırın ortasında susuz, sevgisiz, yalnız kalışını anlatır.
Bunlar herkesin, tüm insanların her zaman yaşadığı ve yaşayacağı şeyler. Ve
aslında dönüp dönüp, insanın en kötü durumda bile ayağa kalkabileceğini
eklemekten geri durmaz. Platonov’u birçok çağdaşından farklı kılan, derinlerde
uzun süre nefessiz kalmayı başarabilmesi olabilir. Dünyanın dönüşünü bir baş
dönmesi gibi yaşadığını sanıyorum. İçine sığmaya çabaladığı proleter
edebiyatından istemeden de olsa kopmuştur, daha en baştan, hem içerik hem biçim
yönünden. Bunun acısını da çok çekmiş, o eksene dönmeye çok çabalamıştır, ama
elinden gelmez, sanki başka bir şey yazmaya, başka türlü yazmaya yazgılı/
lanetli gibidir. Bunları mektuplarından ve çağdaşlarının anlattıklarından
öğreniyoruz. Trajik olanı doğal, doğal olanı trajik algılamamıza neden olan
kendine has bir söyleyiş tarzı vardır– birdenbire ölümü en kolay ve
kabullenilir, bir çocuğun can sıkıntısını ise büyük bir afet gibi hissederiz
Platonov’u okurken.
Platonov’un eserlerinin kendi anadilinde yasaklanma ve
sonra yeniden yayımlanma sürecinden bahsedebilir misiniz?
Aslında bu süreç Platonov’un bütün yaşamını kapsıyor ve tüm
ayrıntılarıyla anlatmak zor. Bu konuda yazılmış çok detaylı biyografileri ve
kendi mektupları var. Bunlar zamanla Türkçeye de çevrilecektir. Kısaca anlatmak
gerekirse, Platonov mühendislik kariyerini bırakıp tamamen edebiyatçı olarak
yola devam etme kararı aldıktan sonra, uzunca bir dönem proletaryanın içinden
gelmiş, devrimin yetiştirdiği bir genç yazar olarak görüldü, özellikle de ilk
yayıncısı Litvin-Molotov’un ondaki büyük cevheri hemen keşfetmesi ve çok
önemsemesi sayesinde yazdıklarını yayımlatabildi ve epeyce ün kazandı. SSCB
Yazarlar Birliği Başkanı Maksim Gorki ondaki yeteneği fark etti ve teşvik
edilmesi gerektiğini söyledi. 1929’da Rusya Proleter Yazarlar Derneği’ne mensup
yazarlar, “Çe-Çe-O”, “Kuşkuya Düşen Makar” ve “Devlet Sakini” adlı hikâyelerini
sert bir dille eleştirince Platonov için zor zamanlar başladı. Stalin’in Kuşkuya
Kapılan Makar ve Fayda adlı eserleri okuduğu, yayımcısı yazar
Fadeyev’i azarlayarak Platonov’u yeren bir karşı makale yazmaya ve yayımlamaya
mecbur bıraktığı söyleniyor. Bundan sonra Platonov çok zor bir duruma düştü.
Düze çıkmak için, belki de gerçekten kendine kızarak, o güne kadar tüm
yazdıklarını inkâr etmek zorunda kaldı. Bu, durumunu düzeltmedi. Sayısız mektupla
yardımlarını istediği Gorki ve Fadeyev’den destek alamadı. Stalin’e bir sürü
mektup göndererek affını diledi ama cevap alamadı. Geçimini edebiyattan
sağladığı için ne yapıp edip bir öykü, bir oyun, bir makale yayımlatmaya
çalışıyordu. Başardığı da oldu, özellikle II. Dünya Savaşı döneminde cephede
yazdığı öyküleri yayımlama olanağı buldu. Çocuklar için yazdığı öykülerin
bazıları yayımlandı. Fakat okura ulaşan her eserinden sonra eleştirmenlerin
hedefi hâline geliyor ve buna samimiyetle şaşırıyordu, samimiyetle çünkü
gerçekten de devrim ya da proletarya karşıtı bir şey yazdığını düşünmüyordu.
Buna inanmak zor gelebilir ama böyle olduğunu mektuplarında yazdıklarından
anlayabiliyorum. Son yıllarında, ağır hastayken, Şolohov ve Fadeyev’in
yardımıyla bazı masal/ hikâyelerini yayımlattığı söyleniyor. Maksim Gorki
Edebiyat Enstitüsü’nün yan binalarından birine yine bu yazarların çabalarıyla
yerleşmiş ve bir defasında penceresinin önünü süpürürken görüldüğü için
enstitüde kapıcılık yaptığı söylentisi yayılmış. Bu doğru değil ama çok zor
geçindiği doğru. Çevengur, Çukur ve Can’ın yayımlandığını
göremedi. 60’lı yıllarda bazı eserleri yayımlanmaya başladı ama başyapıtları
Rusya’da ancak 80’lerin sonlarında gün yüzü görebildi.
Kısa bir süre önce Platonov’un Çukur romanı sizin
çevirinizle yayımlandı ve okur tarafından da sevinçle karşılandı. Platonov’dan
altı kitap çevirmiş biri olarak, onun Türkiye’de bu kadar çok sevilmesini hangi
sebeplere bağlıyorsunuz?
Aslında Platonov’un “zor yazar” gibi bir imajı vardır
okurlar arasında, biraz öyledir de, fakat klasik anlatı tarzının dışındaki
“akmayan” metinlere aşina okur için Platonov okumanın büyük bir zorluğu
olmadığı gibi, zevk de verdiğini sanıyorum. Türkiye’de de aslında beğenileri bu
yönde gelişmiş okurların Platonov’u sevdiklerini zannediyorum. Bunun dışında,
Platonov’un devrim, sosyalizm, Sovyetler Birliği tecrübesi gibi bizde her zaman
ilgi duyulan meselelerle hesaplaşma macerası, Türkiyeli okurlarda karşılığını
buluyor olmalı. Tüm kusurlarını ve zaaflarını gördüğü insanı nihayetinde
bağışlıyor olması da belki bizi rahatlatıyor, çok sert bir siyasî çekişmenin
ortasında yaşayageldiğimiz için. Bir de, en çok sevilenlerin, fazla eleştiri
barındırmayan eserleri olduğuna dair bir tespitim var, Can gibi, Dönüş gibi
ve bunda üzülecek bir şey yok, hepimizin devrime dair aydınlık bir şeyler
okumaya ihtiyacı var çünkü. Bununla birlikte, Platonov çelişkiler, sancılar,
hayal kırıklığı, kesintisiz arayış ve sorgulama demek ve bunun da belirli bir
yaşın üzerindeki, benzer sancıları duyan okurlarca fark edilip önemsendiğini
zannediyorum.
Her çevirinin zorlukları, sorunları ve ilginç yanları var.
Platonov’u çevirirken en çok hangi durumlarda zorlandınız?
Aslında her kitapta, her cümlede zorlandım, her kitapta,
“bu en zoru” diye düşündüm, ama Çukur’a vardığımda, en zorunun Çukurolduğunu
anladım ve bu beni nedense rahatlattı. Zorluğun birinci nedeni tahmin edersiniz
ki üslubu. Bürokratik terimlere, sloganlara kasıtlı olarak fazlasıyla yer
veriyor, tabii onları kendince uyarlayarak. Aynı anda hem ciddi hem alaycı, hem
bilgin hem çocuk; ters köşeleri çok fazla– kelimeleri, ifadeleri
çarpıtabiliyor, çocuklarınkilere benzer dil hataları yapıyor, bilerek tabii.
Hikâyenin arka planında tuhaf bir atmosfer oluyor hep, tamamen sözcük seçimleri
ve onları bir araya getirme tarzıyla kuruyor onu. Fazla yalınlaştırmaktan ya da
fazla edebîleştirmekten çekiniyorsunuz, tam da onun yazdığı şekilde çevirme
gayreti gerginlik yaratıyor. Başka çevirilerde zaman zaman yorumlamaya
gidebilirsiniz, okuyana eziyet çektirmemek için kestirme yollara
sapabilirsiniz, Platonov’da bu imkân sınırlı, fazla uzaklaşmayı göze
alamıyorsunuz, öte yandan karmakarışık bir çeviri de olsun istemiyorsunuz.
İkinci zorluksa, eserlerin, Sovyetler Birliği’ndeki yaşama ait çok fazla kayıp
ayrıntıyı barındırmasıyla ilgili. Metindeki bazı gariplikleri hep Platonov’un
hayal gücüne bağlarken, kimi okuduklarımdan sonra işin öyle olmadığını,
gerçekten de özellikle 30’lu yıllarda SSCB’de hayal gücünü zorlayacak şeyler
yaşandığını öğrendim. Rus çevirmen Viktor Golışev bir söyleşisinde, ki orada
Platonov’un İngilizce çevirilerini de değerlendiriyordu, çevirmenlerin
şunları-şunları atlamış olması doğal, diyordu, çünkü bunları biz bile yabancı
bir kavram gibi okuyoruz artık. Yine de internet çağında peşine düştükçe hemen
hemen her şeyin izine ulaşılabiliyor. Epeyce gayretle.
Platonov Sovyet Edebiyatı’nda ilk olarak şiirleriyle
görünüyor fakat Türkçeye şiirleri henüz çevrilmedi. Siz de şiir yazıyorsunuz.
Platonov’un şiirlerini çevirmeyi düşünüyor musunuz?
Platonov yola şair olarak çıkmış, hatta bir dönem çalıştığı
dergilere şiir gönderen gençlere kısa ve epeyce sert değerlendirme yazıları
bile yazmış. Fakat ilk dönemine ait bu şiirler, Platonov’un özgün bir yazar
olacağının ipuçlarını barındırsalar da bana kalırsa çok iyi değiller. Şiirin
olmaması gerektiği kadar ideolojikler, diyelim.
Andrey Platonov dışında Tolstoy, Nikolai Leskov, Svetlana
Aleksiyeviç gibi yazarlardan da eserler çevirdiniz. Svetlana Aleksiyeviç’e
“yeni bir edebî tür” yarattığı vurgulanarak 2015 yılında Nobel Edebiyat Ödülü
verildi. Türkiyeli okura daha önce çok da tanımadığı Aleksiyeviç’i çevirmek
nasıl bir tecrübeydi?
Aleksiyeviç çevirisini aldığımda kızıma hamileydim ve
çevirdiğim kitap savaşın vahşetleriyle ilgili tanıklıklardan oluşuyordu. Uzun
zamandır kitap çevirmemiştim ve edebiyata hasrettim, biraz da bu yüzden çok
etkilenerek çevirdim. Daha önce çevrilmemiş bir yazarı çevirmek zaten çok güzel
bir his. Antikomünist olarak damgalanmasından ve dışlanmasından biraz
endişelendim, edebiyat ödülünü hak etmediğinin düşünülmesinden de– ki bunların
hepsi tartışmaya açık elbette. Aslında bunlar çevirmenin kaygıları olmamalı ama
insan ister istemez çevirdiği yazarı sahipleniyor. Aleksiyeviç kendinden ibaret
değil, binlerce insanın sesini yüklenmiş, onu böyle okumak anlamlı
olur.
Rus klasiklerinin çoğu Türkçeye çevrildi fakat Çağdaş Rus
Edebiyatı için aynı şeyi söyleyemiyoruz. Çağdaş Rus Edebiyatı’nda tematik ya da
türsel olarak eğilimler ne yönde? Türkçeye çevirinin azlığı ile ilgili bir
gözleminiz var mı?
Çağdaş Rus edebiyatıyla ilgili derin bir analiz yapamam ama
hapishane yaşantısı, savaş, Sovyetlerin yıkılışı ve genel olarak Rusya
tarihiyle hesaplaşma konularına rastlıyorum. Roman daha çok okunuyor galiba.
Türkçeye az çevriliyor, bunun bir nedeni de Rusça kitap çevirmenlerinin sayıca
çok olmamasıdır. Bir yayınevi Rusça bir eser için çevirmen arayışına girdiğinde
çok kolay bulamayabiliyor.
Çevirinin işlevlerinden birinin, bir dildeki düşünceyi bir
başka dilde hareket ettirmek olduğunu söyleyebiliriz. Bunu gözeterek, Rusçadan
Türkçeye çevrilmeli diye düşündüğünüz ya da çevirmek istediğiniz bir kitap/
yazar var mı?
Doğrusu çeviriyle uğraşmaktan çok fazla okuyamıyorum ama
okuyabildiğim ve “çevirsem” dediklerimin hepsi çevrildi. Bir dönem sadece
okuyup keşfetmek istiyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder