Moskova

Moskova

24 Ekim 2017 Salı

“Baskının, çaresizliği değil, anlatma inadını doğurduğunu düşünüyorum


Melek Aydoğan



Rusçadan pek çok kitap çeviren Günay Çetao Kızılırmak: Bugüne gelebilmiş eserlere baktığımızda, edebiyatın kendi yolunu yürüdüğüne ve büyük bedellerle de olsa kendi özgürlük alanını koruduğuna inanıyorum


Vladimir Nabokov Rus Edebiyatı Dersleri’nde “Rus romanında Rusya'yı aramayalım; bireysel dehayı arayalım. Başyapıta bakalım, çerçevesine değil; çerçeveye bakan diğer insanların yüzlerine de değil.” diyor. Günay Çetao Kızılırmak ile devrimin 100’üncü yıl dönümünde Sovyet Edebiyatı’nı ve “bireysel deha” Andrey Platonov’u konuşurken, Nabokov’un görüşünü benimsemeyi seçtim. Çevirmen Günay Çetao Kızılırmak, diasporalı Çerkeslerden. 1994’te ailesiyle birlikte Adigey Cumhuriyeti’ne döndü ve Adigey Devlet Üniversitesi Rus Filolojisi Bölümü’nü bitirdi. Rusçadan Türkçeye pek çok kitap çeviren Kızılırmak, Çevengur çevirisiyle Dünya Kitap Yılın Çeviri Kitabı Ödülü’nü aldı. Mutlu Moskova, Kadın Yok Savaşın Yüzünde, Üç Ölüm, Underground, çevirilerinden bazıları.

SSCB’de devrimden önce ve sonrasında birçok eser sansürlendi, yasaklandı, toplatıldı. Sadece proletaryanın kazanımlarını yücelten, ortak ideallerin getireceği mutlu gelecekten bahseden, komünizm ütopyasına olan inancı sorgulamayan metinler yayımlanabiliyordu. Kabaca söyleyecek olursam, edebî eserler birer politik metin olarak da kullanılıyordu. Bu, edebiyatın işlevlerinden biriydi. Yakılan, yok edilen birçok eseri de düşünürsek sizce devrim, edebiyatı hangi yönde körleştirdi?

Maalesef Sovyetler Birliği’nde birçok edebiyatçının devlet memuru gibi çalıştığını söylemek zorundayız. Devlet sahiden de sanata önem veriyor, çeşitli sergiler, etkinlikler, sanat gezileri düzenletiyor, rejime bağlı yazar ve şairlere çeşitli kolaylık ve olanaklar sağlıyordu. Ne var ki, yasak ve dayatmalara bir şekilde boyun eğmeyen yazarlar edebiyat çevrelerinde kendilerine yer edinemedikleri gibi, meslektaşlarının karalama kampanyalarına maruz kalıyor, kitap yayımlatamıyor, daha kötüsü çeşitli gizli ve aleni kovuşturmalara uğruyorlardı. Maksim Gorki, Aleksey Tolstoy, Mihail Şolohov gibi rejimle arası iyi olan ve muhakkak önemli eserler de vermiş yazarların, Mayakovski gibi devrimi ve kazanımlarını edebiyatının merkezine koymuş has şairlerin varlığı inkâr edilemez. Ama bunların da her birinin yaşam öykülerine baktığımızda, birçok bedel ödemek zorunda kaldıklarını görebiliyoruz. Tsvetayeva, Ahmatova, Mandelştam gibi şairlerin, Platonov, Pasternak, Bulgakov gibi yazarlarınsa yaşam hikâyeleri romanlara konu olabilir. Bu tür bir baskının varlığı, bir yandan “resmî” edebiyatı daracık sınırların içine çeker, toplumcu gerçekçiliği tek meşru sanatsal yöntemi ilan ederken, diğer taraftan dürüstçe yazmayı/ üretmeyi her koşulda sürdürenlere ve ancak kısmen yayımlanmayı başarabilenlere de –çok trajik ama– geniş bir tahlil ve tecrübe imkânı sağlıyordu. Baskının, çaresizliği değil, anlatma inadını doğurduğunu düşünüyorum. Bu nedenle bugüne gelebilmiş eserlere baktığımızda, edebiyatın –hiç değilse bir kısım yazar ve şairin eserlerinde– kendi yolunu yürüdüğüne ve büyük bedellerle de olsa kendi özgürlük alanını koruduğuna inanıyorum. Bu, her zaman her yerde böyle olmuş ve olacaktır umudu ve iyimserliğindeyim.

SSCB’deki siyasî sistemin yasakladığı yazarlardan biri olan Andrey Platonov’un çok sayıda öykü ve romanını Türkçeye çevirdiniz. “Platonov’un sürekli dar bir siyasî çerçeveden ele alınmasına da gönlüm razı değil” diyorsunuz bir yazınızda. Platonov’u çağdaşı diğer yazarlardan ayıran nedir?

Platonov’u, eserleri Stalin baskısı yüzünden yayımlanmamış ve ancak 80’lerde arşivlerden çıkmış bir yazar olarak tanımlamak ve edebiyatını sadece bu açıdan değerlendirmek haksızlık olur. Çağının şahidi olduğu muhakkak, ama çok yetenekli yazarların tümünde olduğu gibi, anlattıkları, derdi hep insana, insanca hâllere, tutkulara, vazgeçişlere, vazgeçmeyişlere yöneliktir. İnsanlar komünizmi kurmaya çalıştılar çünkü artık insanca yaşamak istiyorlardı, der. İnsanlık dışı bir düzeni ortadan kaldırmaya çalışırken çok kan döktüler, birbirlerine çok haksızlık ettiler, bir şey yapmaları gerektiğini biliyorlardı ama nasıl yapacaklarını bilmiyorlardı ve bir türlü öğrenemiyorlar, der. İnsanın kendine yenilişini çok güzel anlatır. Uzun bir yola gözü kapalı çıkan kişinin bir süre sonra bozkırın ortasında susuz, sevgisiz, yalnız kalışını anlatır. Bunlar herkesin, tüm insanların her zaman yaşadığı ve yaşayacağı şeyler. Ve aslında dönüp dönüp, insanın en kötü durumda bile ayağa kalkabileceğini eklemekten geri durmaz. Platonov’u birçok çağdaşından farklı kılan, derinlerde uzun süre nefessiz kalmayı başarabilmesi olabilir. Dünyanın dönüşünü bir baş dönmesi gibi yaşadığını sanıyorum. İçine sığmaya çabaladığı proleter edebiyatından istemeden de olsa kopmuştur, daha en baştan, hem içerik hem biçim yönünden. Bunun acısını da çok çekmiş, o eksene dönmeye çok çabalamıştır, ama elinden gelmez, sanki başka bir şey yazmaya, başka türlü yazmaya yazgılı/ lanetli gibidir. Bunları mektuplarından ve çağdaşlarının anlattıklarından öğreniyoruz. Trajik olanı doğal, doğal olanı trajik algılamamıza neden olan kendine has bir söyleyiş tarzı vardır– birdenbire ölümü en kolay ve kabullenilir, bir çocuğun can sıkıntısını ise büyük bir afet gibi hissederiz Platonov’u okurken.

Platonov’un eserlerinin kendi anadilinde yasaklanma ve sonra yeniden yayımlanma sürecinden bahsedebilir misiniz?

Aslında bu süreç Platonov’un bütün yaşamını kapsıyor ve tüm ayrıntılarıyla anlatmak zor. Bu konuda yazılmış çok detaylı biyografileri ve kendi mektupları var. Bunlar zamanla Türkçeye de çevrilecektir. Kısaca anlatmak gerekirse, Platonov mühendislik kariyerini bırakıp tamamen edebiyatçı olarak yola devam etme kararı aldıktan sonra, uzunca bir dönem proletaryanın içinden gelmiş, devrimin yetiştirdiği bir genç yazar olarak görüldü, özellikle de ilk yayıncısı Litvin-Molotov’un ondaki büyük cevheri hemen keşfetmesi ve çok önemsemesi sayesinde yazdıklarını yayımlatabildi ve epeyce ün kazandı. SSCB Yazarlar Birliği Başkanı Maksim Gorki ondaki yeteneği fark etti ve teşvik edilmesi gerektiğini söyledi. 1929’da Rusya Proleter Yazarlar Derneği’ne mensup yazarlar, “Çe-Çe-O”, “Kuşkuya Düşen Makar” ve “Devlet Sakini” adlı hikâyelerini sert bir dille eleştirince Platonov için zor zamanlar başladı. Stalin’in Kuşkuya Kapılan Makar ve Fayda adlı eserleri okuduğu, yayımcısı yazar Fadeyev’i azarlayarak Platonov’u yeren bir karşı makale yazmaya ve yayımlamaya mecbur bıraktığı söyleniyor. Bundan sonra Platonov çok zor bir duruma düştü. Düze çıkmak için, belki de gerçekten kendine kızarak, o güne kadar tüm yazdıklarını inkâr etmek zorunda kaldı. Bu, durumunu düzeltmedi. Sayısız mektupla yardımlarını istediği Gorki ve Fadeyev’den destek alamadı. Stalin’e bir sürü mektup göndererek affını diledi ama cevap alamadı. Geçimini edebiyattan sağladığı için ne yapıp edip bir öykü, bir oyun, bir makale yayımlatmaya çalışıyordu. Başardığı da oldu, özellikle II. Dünya Savaşı döneminde cephede yazdığı öyküleri yayımlama olanağı buldu. Çocuklar için yazdığı öykülerin bazıları yayımlandı. Fakat okura ulaşan her eserinden sonra eleştirmenlerin hedefi hâline geliyor ve buna samimiyetle şaşırıyordu, samimiyetle çünkü gerçekten de devrim ya da proletarya karşıtı bir şey yazdığını düşünmüyordu. Buna inanmak zor gelebilir ama böyle olduğunu mektuplarında yazdıklarından anlayabiliyorum. Son yıllarında, ağır hastayken, Şolohov ve Fadeyev’in yardımıyla bazı masal/ hikâyelerini yayımlattığı söyleniyor. Maksim Gorki Edebiyat Enstitüsü’nün yan binalarından birine yine bu yazarların çabalarıyla yerleşmiş ve bir defasında penceresinin önünü süpürürken görüldüğü için enstitüde kapıcılık yaptığı söylentisi yayılmış. Bu doğru değil ama çok zor geçindiği doğru. Çevengur, Çukur ve Can’ın yayımlandığını göremedi. 60’lı yıllarda bazı eserleri yayımlanmaya başladı ama başyapıtları Rusya’da ancak 80’lerin sonlarında gün yüzü görebildi.

Kısa bir süre önce Platonov’un Çukur romanı sizin çevirinizle yayımlandı ve okur tarafından da sevinçle karşılandı. Platonov’dan altı kitap çevirmiş biri olarak, onun Türkiye’de bu kadar çok sevilmesini hangi sebeplere bağlıyorsunuz?

Aslında Platonov’un “zor yazar” gibi bir imajı vardır okurlar arasında, biraz öyledir de, fakat klasik anlatı tarzının dışındaki “akmayan” metinlere aşina okur için Platonov okumanın büyük bir zorluğu olmadığı gibi, zevk de verdiğini sanıyorum. Türkiye’de de aslında beğenileri bu yönde gelişmiş okurların Platonov’u sevdiklerini zannediyorum. Bunun dışında, Platonov’un devrim, sosyalizm, Sovyetler Birliği tecrübesi gibi bizde her zaman ilgi duyulan meselelerle hesaplaşma macerası, Türkiyeli okurlarda karşılığını buluyor olmalı. Tüm kusurlarını ve zaaflarını gördüğü insanı nihayetinde bağışlıyor olması da belki bizi rahatlatıyor, çok sert bir siyasî çekişmenin ortasında yaşayageldiğimiz için. Bir de, en çok sevilenlerin, fazla eleştiri barındırmayan eserleri olduğuna dair bir tespitim var, Can gibi, Dönüş gibi ve bunda üzülecek bir şey yok, hepimizin devrime dair aydınlık bir şeyler okumaya ihtiyacı var çünkü. Bununla birlikte, Platonov çelişkiler, sancılar, hayal kırıklığı, kesintisiz arayış ve sorgulama demek ve bunun da belirli bir yaşın üzerindeki, benzer sancıları duyan okurlarca fark edilip önemsendiğini zannediyorum.

Her çevirinin zorlukları, sorunları ve ilginç yanları var. Platonov’u çevirirken en çok hangi durumlarda zorlandınız?

Aslında her kitapta, her cümlede zorlandım, her kitapta, “bu en zoru” diye düşündüm, ama Çukur’a vardığımda, en zorunun Çukurolduğunu anladım ve bu beni nedense rahatlattı. Zorluğun birinci nedeni tahmin edersiniz ki üslubu. Bürokratik terimlere, sloganlara kasıtlı olarak fazlasıyla yer veriyor, tabii onları kendince uyarlayarak. Aynı anda hem ciddi hem alaycı, hem bilgin hem çocuk; ters köşeleri çok fazla– kelimeleri, ifadeleri çarpıtabiliyor, çocuklarınkilere benzer dil hataları yapıyor, bilerek tabii. Hikâyenin arka planında tuhaf bir atmosfer oluyor hep, tamamen sözcük seçimleri ve onları bir araya getirme tarzıyla kuruyor onu. Fazla yalınlaştırmaktan ya da fazla edebîleştirmekten çekiniyorsunuz, tam da onun yazdığı şekilde çevirme gayreti gerginlik yaratıyor. Başka çevirilerde zaman zaman yorumlamaya gidebilirsiniz, okuyana eziyet çektirmemek için kestirme yollara sapabilirsiniz, Platonov’da bu imkân sınırlı, fazla uzaklaşmayı göze alamıyorsunuz, öte yandan karmakarışık bir çeviri de olsun istemiyorsunuz. İkinci zorluksa, eserlerin, Sovyetler Birliği’ndeki yaşama ait çok fazla kayıp ayrıntıyı barındırmasıyla ilgili. Metindeki bazı gariplikleri hep Platonov’un hayal gücüne bağlarken, kimi okuduklarımdan sonra işin öyle olmadığını, gerçekten de özellikle 30’lu yıllarda SSCB’de hayal gücünü zorlayacak şeyler yaşandığını öğrendim. Rus çevirmen Viktor Golışev bir söyleşisinde, ki orada Platonov’un İngilizce çevirilerini de değerlendiriyordu, çevirmenlerin şunları-şunları atlamış olması doğal, diyordu, çünkü bunları biz bile yabancı bir kavram gibi okuyoruz artık. Yine de internet çağında peşine düştükçe hemen hemen her şeyin izine ulaşılabiliyor. Epeyce gayretle.

Platonov Sovyet Edebiyatı’nda ilk olarak şiirleriyle görünüyor fakat Türkçeye şiirleri henüz çevrilmedi. Siz de şiir yazıyorsunuz. Platonov’un şiirlerini çevirmeyi düşünüyor musunuz?

Platonov yola şair olarak çıkmış, hatta bir dönem çalıştığı dergilere şiir gönderen gençlere kısa ve epeyce sert değerlendirme yazıları bile yazmış. Fakat ilk dönemine ait bu şiirler, Platonov’un özgün bir yazar olacağının ipuçlarını barındırsalar da bana kalırsa çok iyi değiller. Şiirin olmaması gerektiği kadar ideolojikler, diyelim.

Andrey Platonov dışında Tolstoy, Nikolai Leskov, Svetlana Aleksiyeviç gibi yazarlardan da eserler çevirdiniz. Svetlana Aleksiyeviç’e “yeni bir edebî tür” yarattığı vurgulanarak 2015 yılında Nobel Edebiyat Ödülü verildi. Türkiyeli okura daha önce çok da tanımadığı Aleksiyeviç’i çevirmek nasıl bir tecrübeydi?

Aleksiyeviç çevirisini aldığımda kızıma hamileydim ve çevirdiğim kitap savaşın vahşetleriyle ilgili tanıklıklardan oluşuyordu. Uzun zamandır kitap çevirmemiştim ve edebiyata hasrettim, biraz da bu yüzden çok etkilenerek çevirdim. Daha önce çevrilmemiş bir yazarı çevirmek zaten çok güzel bir his. Antikomünist olarak damgalanmasından ve dışlanmasından biraz endişelendim, edebiyat ödülünü hak etmediğinin düşünülmesinden de– ki bunların hepsi tartışmaya açık elbette. Aslında bunlar çevirmenin kaygıları olmamalı ama insan ister istemez çevirdiği yazarı sahipleniyor. Aleksiyeviç kendinden ibaret değil, binlerce insanın sesini yüklenmiş, onu böyle okumak anlamlı olur.  

Rus klasiklerinin çoğu Türkçeye çevrildi fakat Çağdaş Rus Edebiyatı için aynı şeyi söyleyemiyoruz. Çağdaş Rus Edebiyatı’nda tematik ya da türsel olarak eğilimler ne yönde? Türkçeye çevirinin azlığı ile ilgili bir gözleminiz var mı?

Çağdaş Rus edebiyatıyla ilgili derin bir analiz yapamam ama hapishane yaşantısı, savaş, Sovyetlerin yıkılışı ve genel olarak Rusya tarihiyle hesaplaşma konularına rastlıyorum. Roman daha çok okunuyor galiba. Türkçeye az çevriliyor, bunun bir nedeni de Rusça kitap çevirmenlerinin sayıca çok olmamasıdır. Bir yayınevi Rusça bir eser için çevirmen arayışına girdiğinde çok kolay bulamayabiliyor.

Çevirinin işlevlerinden birinin, bir dildeki düşünceyi bir başka dilde hareket ettirmek olduğunu söyleyebiliriz. Bunu gözeterek, Rusçadan Türkçeye çevrilmeli diye düşündüğünüz ya da çevirmek istediğiniz bir kitap/ yazar var mı?

Doğrusu çeviriyle uğraşmaktan çok fazla okuyamıyorum ama okuyabildiğim ve “çevirsem” dediklerimin hepsi çevrildi. Bir dönem sadece okuyup keşfetmek istiyorum.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder