Yasemin
Çongar
Kaynak:
http://t24.com.tr/k24/
Post-Sovyet
edebiyatın en güçlü yazarlarından, son yüzyılın Rus halkının sırtına bindirdiği
yükü en iyi anlatanlardan biri olan Mihail Şişkin’i okurken...
Bir edebiyatçıyı yarattığı karakterlerin, kurguladığı
olayların içinden okumak dururken, onun siyasi yorumlarına, gazete
makalelerine, şu ya da bu olay karşısındaki duruşuna bakarak hakkında söz
söylemek sevdiğim bir şey değil. Böyle bir sözle karşılaştığımda, ister samimi
bir övgü ister hakkaniyetli bir yergi içersin hiç farketmiyor, bir haksızlığa
tanıklık, hattâ ortaklık ettiğim duygusuyla irkiliyorum. Hikâyeler uyduran bir
yazarın kendini var ettiği asıl âlemin kurmaca olduğuna ve gerçekliğin en
berrak ifadesini edebiyatın mükemmel yalanlarında bulduğuna inanıyorum çünkü.
Bu kaydı düştükten sonra en başta yazmak istediğim şeyi yazabilirim: Sovyet
rejimi ve onun bugünkü Putin yönetiminde devam eden zihniyeti üzerine en etkili
yorumlardan birini, Mihail Şişkin’in bir gazete makalesinde okumuştum.
Şişkin, Nazi Almanyası’nın 1945’te Sovyetler Birliği’ne
teslim olduğu, Rusçadaki adıyla Великая Отечественная война, yani ‘’Büyük
Vatanseverlik Savaşı’’nın kazanıldığı Zafer Günü’nün yetmişinci yıldönümünde
yazmış makaleyi. 18 yaşındayken gönüllü olarak savaşa katılıp, Baltık
Denizi’nin derinliklerinde görev yapan babasını anlatıyor. Sonraları, her yıl
Zafer Günü kutlamaları için donanma üniformasını dolaptan çıkarıp, düğmelerinin
yeri giderek şişen göbeğini örtecek şekilde değiştirildikten sonra sırtına
geçiren, göğsüne madalyalarını takan, oğlunun gururla izlediği bir baba: ‘’Bir
savaş olmuştu ve bu savaşı benim babam kazanmıştı!’’
‘’Zafer’’ başlı başına kazanmanın coşkusunu haykıran bir
kelime ve ima ettiği ‘’biz’’ öznesi ile ‘’kazandık, yendik, alt ettik’’
yüklemlerinden çocukça bir gurur süzmek elbette mümkün. Peki, ya sonrası?
Buralarda, 29 Mayısları, 30 Ağustosları, ve şimdi de 15 Temmuzları kutlaması
öğretilen kaç çocuk bunu hissediyor bilmiyorum ama bir zaferin ‘’kazananlara’’
yaşattığı gurur, öncesi kadar sonrasıyla, bitirdiği kadar başlattığı ya da
sürdürdüğü ile eksilip çoğalmıyor mu? ‘’Babam faşizmin kötülüğüyle
savaşıyordu’’ diye yazıyor Şişkin, ‘’sonra’’yı da unutmaksızın: ‘’ama bir başka
kötülük yararlandı ondan.’’
Babam ve fiilen köle olan milyonlarca Sovyet karacısı,
denizcisi ve havacısı kurtuluşu değil bir başka köleliği getirdiler dünyaya.
Halk zafer için her türlü fedakârlığı yapmıştı ama bu zaferin meyveleri daha az
özgürlük, daha çok yoksulluk oldu.
Babası tutuklandığında altı yaşındaydı babam. Bir oğul
babasıyla gurur duymak ister, fakat onun babasına halk düşmanı diyorlardı.
Büyükbabam gulagda yok oldu.
Savaş başladığında, zulüm gören nüfusa ‘’Erkek ve kız
kardeşlerimiz!’’ diye seslenildi hoparlörlerden. Rusya’yı yönetenlerin
alçaklığı memleket sevgisini ve bunun için her türlü fedakârlığa hazır olmayı,
insanlardaki bu olağanüstü duyguyu, her zaman istismar etmiş olmalarında
yatıyor.
Babam da işte memleketini savunmaya gitmişti. Denize
açıldığında hâlâ çocuktu ve sürekli olarak o çelik tabutun içinde dibi
boylayacağı dehşetiyle yaşadı. Babasını öldüren rejimi korumuş oldu
nihayetinde.
Zafer, efendilerinin imparatorluğunun ihtişamına dair bir
duygudan başka hiçbir şey vermedi kölelere. Büyük zafer onların büyük
köleliğini pekiştirdi sadece.
Savaştan sonra, babam içiyordu. Bütün denizaltıcı
arkadaşları içiyordu. Yapabilecekleri başka ne vardı ki?
Bir ülkeyi yönetenlerin zaferinin o ülkenin halkının zaferi
olmayabileceğini hatırlatıyor bize Şişkin. Hitler’in zaferleri Alman halkının
yenilgisiydi aslında ve Almanlar, Nazi Almanyasının yenilmesiyle kalıcı bir
zafer kazandılar.
‘’Başlıca Rus meselesi şudur: Eğer vatan bir canavarsa,
sevilmeli mi yoksa nefret mi edilmeli ondan?’’
Bugün edebiyat âleminde ekseriya ‘’Rusya’nın en önemli üç
edebiyat ödülüne de layık görülen tek yazar’’ olarak tanıtılan, Rusçanın o
muazzam edebiyat geleneğinin en kuvvetli mirasçıları arasında sayılan, 1995’ten
beri Zürih’te bir nevî gönüllü sürgün hayatı yaşasa da Rusça yazmaktan
vazgeçmeyen, Stalin’in gulagında can vermiş ‘’halk düşmanı’’ bir büyükbabanın
torunu, ‘’savaş kahramanı’’ bir babanın ve Ukraynalı bir annenin oğlu olan 1961
doğumlu Mihail Pavloviç Şişkin’in bu sorusunu bir kenara yazın. Başka
diyarlarda başka bir zulüm tarihinden gelip bugün benzer bir zulüm düzeninde
yaşamak zorunda kalan nice milletin nice evlâdı gibi, Ekim Devrimi’nin yüzüncü
yıldönümünü Putin’in kanatları altında idrak etmeye hazırlanan milyonlarca Rus
muhalifin de bu soruyu kendi kafalarında evirip çeviriyor olabileceklerini
düşünün.
İnsanın vatanından nefret etmesi mümkün olabilir mi? Peki
ama vatandaşına düşman muamelesi yapan bir vatanı ne kadar sevebilir ki insan?
Şişkin de bunu sorguluyor aslında, bundan iki buçuk yıl önce Rus
milliyetçiliğini köpürterek Ukrayna’yı işgal için seferberlik çağrıları yapan
mâlum lideri tarif ederken:
Başkan Vladimir V. Putin bir diktatörün elde etmek
isteyebileceği her şeyi elde etmiş durumda. İnsanları onu çok seviyor;
düşmanları ondan korkuyor. İktidar piramidinin tabanından tepesine kadar,
sadece anayasanın sarsak paragraflarının değil, bir vasalın egemenine olan
kişisel sadakatinin sarsılmaz yasalarının da üzerine oturmuş bir rejim yarattı.
(...)
Havasına nefretin sindiği bir ülkede nefes almak
imkânsızdır. Tarihte nefret bu kadar çoğaldığında, ardından her zaman çok kan
aktı. (...)
Diktatörlük, Büyük Vatanseverlik Savaşı’ndaki zaferin
propagandasını acımasızca istismar ederek tebaasını bir kez daha vatanı
savunmaya çağırıyor. Rusya’yı yönetenler halkımın petrolünü çaldılar,
seçimlerini çaldılar, memleketini çaldılar. Ve zaferini de çaldılar.
Baba, biz savaşı kaybettik.
Calligraphy
Lesson
2015 mayısında bu makaleye rastladığımda Şişkin’i
tanımıyordum, kitaplarını okumamıştım. Makalenin altındaki notta Calligraphy
Lesson (Kaligrafi Dersi) adlı İngilizceye yeni çevrilmiş bir hikâye
kitabından bahsediyordu; neyle karşılacağımı tam kestiremeden, doğrusu politik
mesaj kaygısına yenilmiş bir edebiyat ihtimalinden biraz çekinerek sipariş
ettiğimi hatırlıyorum. Kitabı beklerken bir yandan da, Şişkin’i araştırıyordum.
2013’te dünyanın en büyük kitap fuarlarından biri olan Book
Expo America’ya katılacak olan Rus heyetinden bir ‘’açık mektup’’ yayınlayarak
çekildiğini o zaman öğrendim. Mektubunda şöyle demişti Şişkin:
İktidarın yolsuzluk yapan, suç işleyen bir rejim tarafından
ele geçirildiği, devletin bir hırsızlar piramidi olduğu, seçimlerin bir
maskaralığa dönüştüğü, mahkemelerin hukuka değil iktidar sahiplerine hizmet
ettiği, siyasi tutukluların olduğu, devlet televizyonunun bir fahişeye
dönüştüğü, sahtekâr sürülerinin herkesi Orta Çağ’a geri döndüren delice
kanunlar çıkardığı bir ülke – böyle bir ülke benim Rusya’m olamaz. O Rusya’yı temsil
eden resmî bir Rus heyetinde yer alamam ve almak istemiyorum.
Başka bir Rusya’yı temsil etmek istiyorum ben ve edeceğim;
benim Rusya’mı, sahtekârlardan kurtulmuş, yolsuzluk yapma hakkını değil bireyin
hakkını savunan bir devlet yapısına sahip bir ülkeyi, özgür medyanın, özgür
seçimlerin ve özgür bir halkın olduğu bir ülkeyi.
Calligraphy Lesson’daki hikâyeleri, ister istemez,
Şişkin’in bu siyasi mesajlarının ışığında, memleket meselelerinden asla uzak
durmayan muhalif bir yazarın o meseleleri edebiyatta nasıl damıttığına
odaklanarak okudum ve gördüm ki, ‘’yerli ve milli’’ bir cendereye kendisini
katiyen hapsetmeyen, Rus olma ve Rusya’da yaşama hâllerini alıp varoluşa
ilişkin evrensel ve zamansız anlatılarda eriten, bunu yaparken de Rus
yazarların edebiyata kazandırdığı dev eserlere sahip çıkan, hattâ bu sağlam
geleneğe sırtını yasladığını yüksek sesle ifade eden bir yazarla karşı
karşıyayız.
Mektupların Romanı
Gerek Calligraphy Lesson’a, gerekse Şişkin’in bu
yazıda sözünü edeceğim diğer üç kitabı – Türkçede henüz basılmayan –
‘’İsmail’in Fethi’’ ve ‘’Venüssaçı’’ romanları ile 2016’da Jaguar’dan
çıkan Mektupların Romanı”na tematik ve teknik açıdan bir bütün olarak
bakıldığında, post-modernist anlatım yöntemlerini kullanarak gayet klasik
hikâyeler anlattığı söylenebilir Şişkin’in. Esasen, sıradan konuları yine yer
yer sıradan denebilecek diyaloglarla, metne sinmesinden hiç yüksünmediği gayet
lirik bir tonda işliyor. Fakat eklektik bir yapı içinde, formu alabildiğine
çeşitlendirerek yapıyor bunu; lineer bir olay örgüsüne teslim olmaksızın,
sadece zamanı değil, karakterlerini de eğip bükerek, onları matruşka misali
birbirinin içine yerleştirip çıkararak yazıyor. Hayatın tükenmeyen çoğulluğu ve
edebiyatın, özellikle de Rus edebî geleneğinin gücü dışında hiçbir şeye,
sınırlı algımızın parametrelerine sıkışmış hiçbir kavrama güvenmeyen bir hâli
var. Şişkin’in yazarlığındaki asıl pırıltı da bu güvensizlikten kaynaklanıyor
bence. Alabildiğine özgür çağrışımları, paramparçayken de bütünlüğünü koruyan
metinleri, olaylar ve kişiler arasında sarsıcı geçişleri, zamanı ve mekânı veri
almayı reddeden bir akışkanlığı mümkün kılıyor bu güvensizlik.
Bundan neredeyse 140 yıl önce, Ivan Karamazov’un ağzından
‘’Öklidyen dünyaya ve üç boyuta hapsolmuş insan aklının yetersizliğinden’’
yakınan bir gelenek, bugün Şişkin’in hem tümüyle bu dünyaya ait ama hem de
zamanla arasındaki zinciri kırabilmiş karakterleriyle yeni sınırları zorluyor.
Fizik ve geometri beşinci boyutu kavramsallaştırmaya çalışadursun, Şişkin gibi
yazarlar sayesinde edebiyat çoktan hiper yüzeylerde geziniyor bence.
Calligraphy Lesson’a adını veren hikâye Rus edebiyat
dergisi Знамя’da (Znamya/Afiş) 1993’te basılmış ve o sırada 32 yaşında
olan Şişkin’in yayımlanan ilk eseri olma özelliği taşıyor. Bugünden geriye
bakıldığında, yazarın yazacaklarının habercisi, Şişkin’in şimdilerde artık olgunlaşmış
olan üslûbunun tam bir nüvesi.
Yevgeni Aleksandroviç adlı bir adamın el yazısı sanatının
inceliklerini (tabii Kiril alfabesinin harfleri üzerinden) öğrettiği bir dizi
kadınla diyalogunu anlatıyor Şişkin. Dilin, kelimelerin, her bir harfin, her bir
kıvrımın, çizginin, çengelin, noktanın, ve bir bütün olarak yazma ediminin
fizikselliği hikâyenin altyapısını kuruyor. Bu estetik yapının üzerine oturan
sözler ise suçun ve cezanın, aldatmanın, öldürmenin, intiharın, yalnızlığın
dünyasına, insanın vahşi tabiatına vardırıyor okuru. Yevgeni Aleksandroviç
karısı tarafından terk edilmiş bir zabıt kâtibi. Sorgu odalarında, mahkeme
salonlarında tanık olup görevi gereği yazıya geçirdiği dehşetengiz olayları,
yazma sanatını öğrettiği öğrencilerine anlatırken, bir yandan da onların hiç de
günlük güneşlik olmayan hayatlarını dinliyor. Birbirine eklenen bu serüvenlerin
ortaya koyduğu tablo, tabii ki Rusya’ya ama aynı zamanda bizim diyara ve belki
de bütün diyarlara ait karanlık bir varoluş hâlini, hâlimizi resmediyor. Bu
hâli görerek, bilerek, hissederek yaşayan ruhun kurtuluşu ise sadece
kelimelerde, onların kâğıda geçirilmesinin duyguları, hâlleri ve zamanın
kendisini sabitleyip sonsuz kılan gücündedir:
Sayfadan vazgeçtim, sadece tek bir kelime yazsan bile, onu
başlıbaşına uyumun kendisi yap ki ondaki düzgünlük ve güzellik bu çılgın
dünyayı, bütün bu mağara adamı zihniyetini dengelesin.
Birbirlerinden nefret edebilir ve öldürebilirler
birbirlerini, kendilerine ihanet edebilir ve orada asabilirler kendilerini, ama
bunların hepsi benim kalem ustalığımın hammaddesi, güzelliğin besinidir.
Ve hiç durmaksızın yazmak istediğin o şaşırtıcı anlarda, tuhaf, ifadesi
imkânsız bir duyguya kapılırsın. Hakikaten, mutluluktur bu!
Burada söz edilen yazma eylemi, bir yandan, evet, kaligrafiyi,
kelimeleri insan eliyle görsel bir sanata dönüştürmeyi ima ediyor. Fakat, bir
yandan da, yaşananı, gözleneni kaydetme, anlatma, aktarma tutkusunu, bir zabıt
kâtibinin her gün işittiği ‘’true crime’’ hikâyelerini kâğıt üzerinde
kalıcılaştırırken yaşadığı sonsuzluğa dokunma hissini tarif ediyor Şişkin.
Tekil hayatların içindeki vahşeti, saatlerle ve takvimle ölçülen geçici bir
zamanın içinden çekip çıkararak varoluşa dair kalıcı bir anlatıya dönüştürme
eylemini anlatıyor.
Üstelik, bize tam da böyle zamansız hikâyeler bırakmış
yazarlara reverans yapıyor bu esnada. Metni dikkatle okuyorsanız ve Rus
edebiyatına da biraz aşinaysanız, hikâyenin Rusça aslında ayrıca not
düşülmesine gerek kalmayan, Batı dillerine olan çevirilerde ise eksik edilmemiş
bir hatırlatmaya ihtiyacınız olmayabilir. Zira Yevgeni Aleksandroviç’in ders
verdiği (veya belki sadece kafasının içinde kendi kendine söyleştiği) kadınlar
hiç de yabancınız değil. Tatyana Dimitriyevna’yı Puşkin’in Yevgeni Onegin’inden,
Nastasya Filipovna’yı Dostoyevski’nin Budala’sından, Anna Arkadievna’yı
tabii ki Anna Karenina’dan, Laroçka’yı Doktor Jivago’dan
hatırlıyorsunuz örneğin. Edebiyatın bu ölümsüz kadınlarının hikâyeleri
hafızanızda ne kadar canlıysa, kaligrafi dersindeki diyaloglar da bir anda o
kadar katmanlı bir hâl alabiliyor. Mahkeme salonundan aktarılan bir yüzleşmenin
şiddeti, bir romandan hatırladığınız o çaresizlik ânı ve bunların kendi
hayatınızdaki karşılıkları, kâğıt üzerindeki harflerin fiziksel varlığının çok
ötesinde, zamanın ve mekânın algılayabildiğimiz sınırlarını aşan bir boyutta
buluşup bütünleşiyor.
Kitapta, yazıldıkları tarih itibariyle Şişkin’in
kariyerinin on yılına tekabül eden sekiz hikâye var. ‘’Kaligrafi Dersi’’ adlı
hikâyenin kendi içinde edebiyatla hakikati, kurmacayla aktüaliteyi birleştiren
özelliği, kitabın tümü için geçerli. Buradaki anlatılar Şişkin’in zihninin
ürünü karakterlerle gerçek kişileri birleştiriyor. Yer yer felsefî bir
denemeye, yer yer yazarın kendi hayatından kesitlere dönüşüyor metinler.
Kitaptaki en çarpıcı anlatılardan biri ‘’Arkadan Düğmeli
Palto’’ başlığını taşıyan otobiyografik skeç. Burada Arbat Sokağı’ndaki bir
okulun başarılı müdiresiyken Andropov döneminde bir an için devletten bağımsız
davranınca işinden atılan, sırayla gururunu, yaşama sevincini, sağlığını ve
nihayet hayatını yitiren bir kadını, kendi annesini anlatıyor Şişkin. Ölümünden
sonra annesinin Stalin yıllarında tuttuğu bir hatıra defteri geçiyor eline,
‘’sıradan bir kızın günlüğü.’’
O kız bir hapishane ülkesine, karanlığın içine doğmuştu ama
yine de adeta bir hediyeymiş gibi, kendini severek gerçek kılmanın, sevgisini
başkalarına vermenin ve mutluluğunu dünyayla paylaşmanın fırsatı olarak
bakıyordu hayata. (...)
Hayır, etrafında olanları anlayamayan sersem bir genç kızın
naifliği ve aptallığı değildi bu; biz burayı nasıl bir cehenneme çevirirsek
çevirelim bu dünyaya her zaman kızlar göndermiş, gönderen ve gönderecek olanın
bilgeliğiydi.
Etraftaki dünya soğuk ve karanlıktı ama sevgiye olan
ihtiyacıyla bir mum gibi yanarak her yere yayılan bu karanlığı aydınlatacak bir
kız gönderilmişti bu dünyaya.
‘’Arkadan Düğmeli Palto’’ karanlığın içindeki ışığı,
kederin ve sevincin ebedî beraberliğini, kendi ölümlülüğümüzün farkına o en çok
vardığımız ve hayattan mutluluk damıtmanın inadına mümkün göründüğü o yoğun
yüzleşme anlarını anlatan bir metin. Tam da böyle anları tutabilmek için
yazıyor Şişkin. ‘’Maddedeki delikler’’ diye tarif ediyor bu anları. ‘’İntikal
noktaları...’’ diyor, ‘’besteci böyle anlarda bulur melodisini, şair böyle
anlarda bulur mısralarını, âşık aşkını, peygamber Tanrısını böyle anlarda bulur.’’
Alabildiğine politik, alabildiğine dünyevî, alabildiğine
aktüaliteyle meşgul ve gerçek olayları, kendi hayatını kurmacanın içinde
eriterek yazan bir edebiyatçının, klasik, ölümsüz, handiyse uhrevî metinler
peşinde olduğunu seziyorsunuz. ‘’Arkadan Düğmeli Palto’’yu İngilizceye çeviren
Leo Shtutin, yazarla yaptığı bir e-posta söyleşisinde ısrarla onun
‘’politikliğine’’ getirince sözü şu yanıtı almış:
Güncel politika benim romanlarıma asla konu olmayacak.
Dünkü gazete bir ölüm metaforudur. Sanat ise Nuh’un gemisidir – sadece en
önemli şeyleri alabilirsin tekneye.
Aslında çok basit. Diyelim ki Mona Lisa’ya bakıyorsun. Ve o
da sana bakıyor. Ve bakışlarınız artık zamanın var olmadığı bir uzamda
kesişiyor. Ya da, bir insanın zihninde bundan üç yüz yıl önce doğmuş bir müziği
dinliyorsun, bir anda müziğin ölümün olmadığı bir yerden yükseldiğinin ve o an
süresince seni de biraz olsun ölümsüz kıldığının farkına varırsın. Sadece
sanat, bizim ‘’gerçek olmayan’’ ölümlü zamanımızı, geçicilik kavramının,
dolayısıyla da ölümün olmadığı ‘’gerçek’’ emsâliyle kesiştiren anları
yaratabilir. Bunun için müzik dinleriz, resimlere bakarız, kitap okuruz. Böyle anların
peşindeyiz biz.
‘’Arkadan Düğmeli Palto’’ hem ölümün olmadığı ‘’gerçek’’
bir zamanın peşinden gitmesiyle
hem de Şişkin’in iki önemli romanının çıkış hikâyesini
içermesi bakımından, yazarın eserine açılan bir pencere. Bunlardan biri,
yazarın 1999’da yayımlanan ikinci romanı Взятие Измаила (Taking
Izmail/İsmail’in Fethi).
Взятие Измаила (Taking Izmail/İsmail’i Almak)
‘’İsmail’in Fethi,’’ adını 1787-1792 Osmanlı-Rus Savaşı
esnasında Rus birliklerinin Odessa yakınlarında, Tuna Nehri kıyısındaki İsmail
Kalesi’ni ele geçirmesinden alıyor. Fakat bu o dönemi anlatan bir roman
değil. Şişkin’in daha sonraki romanlarını da haber veren bir şekilde farklı
zamanların birbirinin içine geçtiği bir anlatı, parça parça, mektuplar,
günlükler, mahkeme tutanakları, masallar, tanık ifadeleri, kriminoloji
kitaplarından alıntılarla senfonik bir yapıda ilerliyor. İsmail Kalesi’ni
kuşatan Rus komutan Aleksandr Vasilyeviç Suvorov, romanın anti-kahramanı olan
avukata adını vermiş. Hayalindeki sirkte kartondan bir kaleyi eğittiği farelerle
kuşatmayı düşleyen bir çocuk ve romanın bitimindeki otobiyografik ‘’Sonuç’’
bölümünde aktarılan bir söz başlıktaki ‘’İsmail’’ referansını bütünlüyor. ‘’Bu
hayat, Mişka,’’ diyor Şişkin’e bir gün babası, ‘’bir kale gibi
zaptedilmelidir.’’
Peki, bu roman ne hakkında? Şişkin’in yıllar sonra Mektupların
Romanı’nda da ilan edeceği üzere, bugüne kadar yazılmış her roman gibi bu roman
da ölüm hakkında; insanın öleceğini bile bile yaşamasını sağlayan o sihirli
inat hakkında, bütün bunların sonuna her an biraz daha yaklaşmayı hepimiz için
katlanılabilir kılarken bir yandan da hayatı sürekli ıskalamamızı kolaylaştıran
o büyük kandırmaca, o hiçbir şeyin hiçbir zaman bitmeyeceği hissi hakkında ve,
evet, yine yazının beşinci boyuta ulaşan gücü, sonu son olmaktan çıkarabilen
kalıcılığı hakkında.
Birbirine yakın olan insanların hayatlarının o yegâne en
önemli konuşmasını yapabilmelerinin ne kadar elzem olduğunu ancak annem
öldükten sonra şiddetle hissettim. Genellikle o konuşma hep ertelenir –
kahvaltı yaparken ya da metroda bir yerdeyken en önemli şeyler hakkında
kouşmaya başlamak kolay değildir. Annemden beni bağışlamasını dilemeye
ihtiyacım vardı ama bütün o yıllar boyunca bunu hiç yapamadım. İsmail’in
Fethi'ni yazmaya başladığımda, bunun tarih hakkında, ülke hakkında, kader
hakkında, kelime hakkında bir roman olacağını düşünmüştüm, fakat sonunda o
konuşmanın kendisi oldu bu roman.
Böyle bir konuşmanın hayat devam ederken yapılmasının her
halükârda imkansız olması kuvvetle mümkün. Bir şekilde dışa vurulması hayatî
ama bunun sondan önce ya da sonra olmasının ne önemi var? Önemli olan şey
annemin beni işitmiş ve affetmiş olması.
‘’İsmail’in Fethi’’ yazarın post-modernist olarak
anılmasını haklı kılan bütün teknik özellikleri taşıyor. Kaotik bir pastiş,
metinler arası geçişler, kırıla kırıla devam eden, bazısı yarı yolda tamamen
terkedilen birden çok olay örgüsü, sonunda yazarı da karakterlerinden biri
hâline dönüştüren bir üstkurmaca. Kolay bir kitap değil, ancak kalemle kâğıtla,
bir kenara küçük notlar ve bol bol soru düşerek okunabilen, merkezinde Rusya ve
Rus tarihi olsa da yerkürenin her yanına uzanan ansiklopedik bir roman. Bununla
birlikte yazarın, geleneksel bir hikâye anlatıcısı rolünü üstlendiği pek çok
bölüm var. Şişkin, insanın duyularını her an tetikte tutan tasvirleri, lirik
pasajları ihmal etmiyor. Okuru zor bir kitabın içinde tutan biraz da bu
dokunuşlar sanırım. Senfonik doku onca kaosa rağmen hiç bozulmuyor. Yazar,
politik gözlem içeren sloganvari bir cümleyi bile öyle imgelerin içinden
geçerek ulaştırıyor ki size, o cümleyi büyük bütünden ayrı düşünemiyorsunuz.
‘’Her şey bir amaca hizmet eder,’’ diyor örneğin, ‘’su bitkilerinin güneşe
ihtiyacı vardır, kertenkelelerin pençelerine ihtiyacı vardır, herkesin bir şey
içmeye ihtiyacı vardır, leyleğin kanatlarına ihtiyacı vardır ve Rusya’nın da
hapishanelere.’’ Ölümün, hastalığın, cinayetin, intiharın, ihanetin,
zorbalığın, insanın içindeki karanlığın her türlü tezahürünün tarihini okurken
hayata daha çok bağlandığınızı hissediyorsunuz.
Şişkin’in 2005’te yayımlanan bir sonraki romanı Венерин
Волос (Maidenhair/Venüssaçı)
Maidenhair da benzer bir yapı taşıyor, yine birbirinden
farklı bir metinler ağıyla karşı karşıya bırakıyor okuru, yine iç içe ya da
birbirine teğet geçen hikâyelerle işlenen, yine zaman ve mekânla sınırlanmayı
reddeden bir büyük ana tema söz konusu.
Yüzeyde de yine politik bir durum, güncel bir mesele var;
gayet zekice kurulmuş bir çerçeve, yazarın yaşamayı seçtiği ülke olan İsviçre
ile memleketi Rusya’yı aynı anda içine alıyor. Yeni bir hayata başlayabilmek
için sorgudan geçmek ve anlattıkları hikâyelere karşılarındakini inandırmak
zorunda olan insanları dinliyoruz. Elinizde karşınızdaki insanın kurguladığı
anlatıdan başka hiçbir veri, hiçbir kaynak yoksa neyin doğru, neyin yalan
olduğunu nasıl anlayabilirsiniz? ‘’İsviçre’ye iltica etmek istemenizin
nedenlerini kısaca anlatınız’’ diye başlayan bir sorgu geride bırakılan o eski
hayatın gerçeklerini nereye kadar deşebilir?
İsviçreli iltica memuru Peter Fischer’in yönettiği bu
soru-cevap seansları ve bu seanların yansıttığı kırık hayat hikâyeleri kitapta
önemli bir yer tutuyor. Romanın baş karakteri Fischer’in emrindeki, Rusça
konuşan mültecilere çevirmenlik yapan ve her fırsatta ‘’Ebedî Şehir’’ Roma’ya
tatile giden bir Rus tercüman. Tercüme ettiği mülteci beyanları, tercümanın
özel hayatında olup bitenlerle, oğluna yazdığı mektuplarla, biyografisini
yazmaya çalıştığı yüz yıl önce yaşamış Rus şarkıcı Isabella Yurieva’nın
günlükleriyle çok parçalı bir bütün oluşturuyor.
Ve Şişkin, benim ‘’İsmail’in Fethi’’nden daha çok sevdiğim
bu romanında da, yine belki her şeyden ziyade o bütünlük duygusunu veriyor
okuruna. Çok farklı yerlerde çok farklı hayatların içinden geçerken de aynı
bütünün parçasıyız. Isabella, Birinci Dünya Savaşı’nın milyonları kanattığı
günlerde şöyle yazıyor günlüğüne:
Savaş sürüyor, ve ben şarkı söylüyorum... Etrafı nefret ve
ölüm sarmışken şarkı söylemenin hiç de daha az önemli olmadığından eminim.
Hattâ belki daha çok önemlidir.
İnandığım şey şu: Eğer dünyanın bir yerinde son nefeslerini
versinler diye tüfek kabzasıyla vuruluyorsa yaralılara, bu dünyanın başka bir
yerinde de insanların şarkı söylemesi ve hayattan zevk alması gerektiği
anlamına geliyor! Ne kadar çok ölüm olursa etrafta, onu hayatla, aşkla,
güzellikle dengelemek de o kadar önemli!
Sadece aynı anda ayrı yerlerde apayrı hayatların yaşandığı
gerçeği değil Şişkin’in bize hatırlattığı. İnsan hatıraların ve hayallerin
hakikatini içinde bulunduğu andan daha kuvvetli hissedebiliyorsa eğer, şimdiki
zamanın hükmü nedir? Hakikati sabitleyen kelimelerin kâğıda geçtiği o ilk an
ile daha sonra binlerce göze değeceği binlerce başka an, illâki farklı
zamanların parçası mıdır? Siz Şişkin’le birlikte bu soruları sorarken, metnin
içinde yine Möbius şeridi gibi dönüp kendi üzerine katlanıyor zaman.
Her şey her zaman aynı anda oluyor. İşte sen şimdi bu
satırı yazıyorsun, tam da ben bu satırı okurken. Cümlenin sonuna nokta
koyuyorsun işte, tam da ben o noktaya eriştiğimde. Akreple yelkovanın işi değil
bu! Onları ileri geri almak mümkün. Bu zaman dilimlerinin işi. Kadrandaki
çizgilerin işi.
Romanın adı Türkçede ‘’Venüssaçı’’ ya da ‘’Baldırıkara’’
denen bir ottan geliyor.
Tercümanın memleketi Rusya’da sadece saksıda gördüğü,
ancak büyük özen ve ihtimamla yetiştirebilen nazlı mı nazlı bir ev bitkisi olan
Venüssaçı, her fırsatta sığındığı cenneti, ‘’ebedî şehri’’ Roma’da,
kendiliğinden, tabiatın içinde, taşların arasında yabanî olarak yetişiyor:
Forumdaki bütün harabelerdeyim ben, otların örttüğü bütün
tuğlaların içindeyim. Ve beni göremediğin her yerde polenlerim var. Olmadığım
her yerde vardım ve varım. Senin olduğun yerdeyim.
Şişkin’in Türkçeye çevrilen ilk – ve şu âna kadar tek –
kitabı Mektupların Romanı’nda da yine bu her yerdelik, bu bütünlük
duygusu, yine savaş, yine ölüm, yine zamana ve mekâna meydan okuyan kelimeler
var.
Ben, kendi hesabıma, kanun hükmündeki kötülük günlerinde
tam da mektupların hayatını yaşamaya başlamışken okudum Mektupların Romanı’nı.
Üzerinden epeyce bir süre ve birçok kitap geçti ama zaman aslında aynı zaman.
Zamanın ve mekânın sınırlarını eritmenin mümkün gibi göründüğü, insana hayatın
gerçek kaynağını yeniden keşfettiren günler bunlar.
Başkası için kurduğun
cümlelerin gücü, uzakta bir yerde senin için kurulan cümlelerin gücü,
muhatabına hemen – ve belki hiçbir zaman – ulaşmayacağını bilirken de cümleleri
inatla kurmanın gücü benzersizmiş, yaşayarak öğreniyorsun. Kelimelere döktüğün
hâliyle hayatın hayatın kendisinden hep biraz eksik ve hep biraz fazla olduğunu
biliyorsun elbette, birine hitaben yazarken bazen kendi sahteliğin bazen de
sahiciliğin ürkütüyor seni, kelimeler her şeyden ziyade bu huzursuzluğa ait
gibi görünüyor ve sen buna rağmen onları birbiri ardına diziyorsun. Tek çarenin
mektup olduğu bir ilişkiye mecbur olmak, yazma eyleminin gücüne yeniden
inandırıyor insanı.
Şişkin de işte kurgudan, olay örgüsünden ziyade bu güçten,
bu inattan beslenen bir roman yazmış. Kifayetsizliğini teslim ettiği
kelimelerin bazen yegâne kurtuluşumuz olduğuna, hem belki de yılları ve yolları
aştığına, aşacağına inanan, okuru da buna inandırmayı deneyen mektuplar.
Başlangıçta, savaşın ayrı düşürdüğü iki sevgilinin
mektuplaşmasını okuduğunuzu sanıyorsunuz. Erkek (Volodya, Vovka, Volodenka)
ölümün, salgınların, dehşetin ortayerinden, Çin’in kuzeyinde devam eden bir
savaşın korkunç cephelerinden yazıyor: ‘’İyi ki şu an nerede olduğumu ve
etrafımın nelerle çevrildiğini görmüyorsun. Bunu uzun uzadıya anlatmanın da
gereği yok aslında, belki de yokmuş gibi davranmalı.’’ Sevgili Saşa’sı,
Saşenka’sı ise sılada, bir Sovyet şehrinde, günlük hayatın içinde bekliyor onu:
‘’Onsuz yaşayamam ben, o lazım bana. Neden yok ki?’’
Bir Saşa’nın bir Volodya’nın mektubunu okuyorsunuz.
‘’Aslına bakarsan ben mektubundan mektubuna yaşıyorum’’ diyor Volodya. Her
ikisi de yaşadığını hissetmek için birbirlerinin bilincinde var olmaya muhtaç:
Herhalde, gerçek olmak için canlı olup olmadığının bile
farkına varamadığın, güvenemeyeceğin, uykudaymış hissi veren kendi bilincinde
değil, başkasının bilincinde yaşamalısın. Öyle basit bir insanın da değil,
senin değerinin farkında olan bir insanın. İşte ben mesela, Saşenka, senin var
olduğunu biliyorum. Sen de benim var olduğumu. Bu da beni, tersimle düzümle
gerçek yapıyor.
Benim yanımda olmadığın süre uzadıkça, daha da benden
ayrılmayan bir parçama dönüşüyorsun. Bazen senin nerede bittiğin, benim nerede
başladığım iyice anlaşılmaz oluyor.
Şimdi başıma ne gelirse gelsin beni bekleyeceğini
bildiğimden daha rahat ve mutlu hissediyorum kendimi.
Çoğunlukla lirik, her zaman iktisatlı olmayan, hattâ her
zaman taze olmayan bir dille, bu iki insanın birbirine mektuplarında
kullanması muhtemel klişeleri kullanmaktan çekinmeksizin yazıyor Şişkin. Kitap
ilerleyip mektuplar çoğaldıkça, cephedeki hayatla şehirdeki hayat birbirinden
giderek uzaklaşıyor, sevgililerin birbirlerinin mektuplarını okuyamadan
yazdıkları belirginleşiyor; yine de Saşenka ‘’Biliyorum, kavuşacağız’’ derken,
Volodya ‘’Sen bensin ben de sen. Ne ayırabilir ki bizi’’ diye cevaplarken, bu
iki insanın aşkına kuvvetle inanmak düşüyor okura.
Ta ki siz bu mektuplaşmada birşeylerin tümden yanlış
gittiğini, cephedeki o savaşla şehirdeki o hayatın aynı zaman diliminde var
olamayacağını fark edinceye kadar. O zaman anlıyorsunuz ki, sadece zor bir
ayrılığın değil, imkânsız bir ayrılığın mektuplarını biraraya getiriyor kitap.
Volodya, 1899-1900 yıllarındaki Boxer Ayaklanması’nın vahşetini yaşıyor,
yazıyor, Saşenka ise bir asır sonrasından cevaplıyor onu. Birbirlerine
yazmıyorlar velhâsıl.
Ya da belki yazıyorlardır; nereden biliyoruz?
Nitekim mektuplarının artık birbirine değmediğinin bariz
olduğu bir anda, ‘’Çünkü biz de öleceğiz’’ diyor Saşenka, ‘’Hattâ mektuplar
açısından bakarsak öldük bile. Başkasının mektubu diye bir şey olamaz.’’ Zaten
ikisi de biliyor: ‘’Tek ve gerçek ölümsüzlük, senden kalan kelimelerdir.’’ Ve
sadece, ‘’hiçbir zaman yazılmayan mektuplar ulaşmaz yerine.’’ Yazdığın sürece
zamanın ve mekânın sınırlarını eritebilir, ‘’tersinle düzünle gerçek olduğunu’’
hissedebilirsin.
Belki de, Vovka’nın bir mektubunda Hamlet’ten esinle
hatırlattığı gibi, ‘’yerinden çıkmış zamanı’’ yeniden yerli yerine oturtacak
olan da ayrı düşen sevgililerin er geç kavuşacak olmalarıdır, kim bilir? Çünkü
nihayetinde sonsuzluk bekler herkesi, uhrevî zamanda herkes kavuşur birbirine.
Şişkin’in kitabın sonunda tarif ettiği o yerde, ‘’bedenler de birbirine
dokunabilir, ruhlar da birbirine kenetlenebilir. İnsanlar da her zaman ne
iseler, o olarak kalırlar, ısı ve ışık.’’ Edebiyatın ‘’gerçek’’ zamanı da
orasıdır zaten, ölümün olmadığı bir sonsuzluk diyarı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder