Nuran
Durmaz
Toplum normlarını pek çok farklı açıdan eleştirmesi de, filmi başarılı kılan yönlerden biri. Boris’in patronuna şirin görünmek için evlenip çocuk sahibi olmak istemesi; Zhenya’nın annesinden kurtulabilmek için evlenip çocuğunu doğurmayı seçmesi; toplumun insanları çocuklu aile yapılarına itelediğini gösterir. Ama ne var ki, artık yaşadığımız dünyanın koşulları aile kurumunu destekler nitelikte değil. Boşanma oranları tüm dünyada hızla artarken neden toplumlar hâlâ insanları evlenip çocuk yapmaya teşvik eder? Çoğu insan anne veya baba olmanın sorumluluğunu almaya hazır değilken, almak istemezken, neden çocuk sahibi olmak bu kadar desteklenir? Zorunluluk sonucu dünyaya gelen çocukların sevgisiz büyüme ihtimali ve bunun beraberinde getirdiği toplumsal felaketleri altını çize çize, tekrar tekrar söylüyor film bize. Sevgisizlik, toplumları içten içe çürüten büyük bir hastalıktır. Ve bu hastalık çocuk yaşta, hatta bebekken kapılır, asla iyileşmediği gibi, hızla yayılır.
Kaynak:
http://bianet.org/biamag/sanat/
Dönüş, Sürgün, Elena ve Leviathan filmlerinden tanıdığımız
Andrey Zvyagintsev’in Sevgisiz (Nelyubov) adlı filmi Cannes Film Festivali’nde
Jüri Özel Ödülü’ne layık görülmüştü. Film Ekimi kapsamında gösterilen
Nelyubov’da, günümüz Rusya’sında yaşanan bir kayıp hikâyesi anlatılıyor.
Zvyagintsev, çoğunlukla yaptığı gibi, bu filminde de toplumsal felaketlerin
izini bireysel yaşantıların derinlerinde sürüyor. Adını tam olarak koyduğu
gibi, sevgisizlik üzerinden bir toplum eleştirisi getiriyor.
Soğuk bir film, Sevgisiz. Daha açılış sahnesinden, size
soğuk bir hikâye anlatacağım diyor yönetmen, hazırlayın kendinizi. Filmin
başında gördüğümüz okul binasının soğukluğu, zilin çalmasıyla fırlayarak
kendilerini o sevimsiz binadan dışarı atan çocukların sesleriyle bir an olsun
kırılır. Ormanda dolaşırken bulduğu bir şeridi bir sopanın ucuna bağlayıp ağaç
dalına fırlatır çocuk. Orada artık kimsenin gözüne çarpmayacaktır o şerit.
Önemine dikkat çekilmesi gereken alanları işaretlemek için kullanılan o şeride
kimse dönüp bakmayacaktır. Tıpkı çocuğa kimsenin bakmadığı gibi. En çok
gözönünde olması, en fazla özen gösterilmesi gereken çocuk an gelir yok olur.
Seyirci olarak bizde bile iz bırakmadan kaybolup gider. Filmin başlarında çok
az görürüz kendisini. Sonrasında, boşanma aşamasındaki çiftin kavgaları, yeni
sevgilileriyle kendilerine yeni hayat kurma çabaları arasında gittikçe artan
gerilim sürerken, peki çocuk nerede, ona ne oldu dediğimizde, aslında çocuğun
çoktan beri, belki doğduğundan beri kayıp olduğunu anlarız. Arama timlerinin
çocuğu bulup bulamamasının hiçbir önemi yoktur artık. Onu sevgiyle sahiplenecek
kimse bulunmadığı sürece çocuk zaten kayıptır ve felaketten felakete
sürüklenmektedir.
İşten atılmamak ve kredi borçlarını ödeyebilmek için her
şeyi yapmaya hazır görünen baba, aşırı dindar işvereninin, ailesi olmayanları
kapı dışarı ettiğini bildiğinden, iyi bir aile babası gibi görünmenin her türlü
sahtekâr yolunu araştırır da, oğluna babalık yapmayı hiç düşünmez. Bir üst
sınıftan sevgilisiyle kendine yepyeni bir hayat kurmanın peşindeki anne ise
boşandıktan sonra oğlunu yetimhaneye bırakma fikrinden en ufak rahatsızlık
duymaz. Zvyagintsev, belli ki konunun altını iyice çizmek istemiş ve
sevgisizliği en uç noktada yaşayan karakterler yaratmıştır. Gittikçe babasına
benzediğini düşündüğü oğluna hiç yakınlık duymayan kadının nasıl bu kadar katı
olabildiğini anlamamız için anneanneyi kısacık bir sahnede görmemiz yeterli
olur. Sevgisizlik, toplumda hastalık yapan bulaşıcı bir virüs gibi yayılmıştır
ve yayılmaya devam etmektedir.
Bir ara, 2012 yılının sonuna doğru çılgınca büyüyen,
dünyanın sonu mu geliyor tartışmalarına kulak misafiri oluruz. Gerçekten
dünyanın sonu mu gelmektedir? Filmi izlerken bundan hiç şüphemiz kalmaz.
Dünyanın sonu çoktan gelmiştir. İnsanların bencil ihtiyaçlarından başka bir şey
düşünmediği; sadece statü, para ve kişisel taleplerine odaklandığı bir dünyada,
kimsenin kimseyi sevmeyi beceremediği bir dünyada hayat var denebilir mi?
Dünyada neden bu kadar çok kötülük var? Leviathan filminde
de bu sorunun üzerinde fazlasıyla duran yönetmen, bu filmde de aynı sorunu dert
ediyor. Bu yönden bakıldığında, yönetmenin büyük Rus edebiyatı geleneğini takip
ettiği söylenebilir. Diğer yandan, Rus edebiyatında örneklerini gördüğümüz
karakterler çoğunlukla karmaşık ruh hallerine, zaman zaman belli ölçülerde iyi
yönlerini de görebildiğimiz farklı kişilik özelliklerine sahiplerdir.
Dostoyevski’den örnek verecek olursak, Raskolnikov gibi genç bir öğrenci veya
Karamazov gibi bir toprak sahibi, derinine indikçe kazmaya devam etmek
isteyeceğiniz zenginlikte karakterlerdir. Filmdeki ana karakterlerin ise,
hakkında konuşmak dahi istemeyeceğiniz kadar sığ insanlar olduklarını
görüyoruz. İnsanlar bu kadar mı sığlaştı, yoksa filmi eleştirebileceğimiz bir
zayıflık mıdır karakterlerin bu kadar sığ olmaları? Bana göre, her ikisi de
geçerli. Evet, günümüzde insanların büyükbir kısmının gittikçe daha da basit
düzeyde yaşamaya yöneldikleri söylenebilir. Diğer taraftan, karakterleri biraz
daha derinden görebileceğimiz, belki içlerindeki iyiliğin de bir ölçüde var
olduğunu, tamamen yok olmadığını hissedebileceğimiz farklı yönleri de ortaya
konulmuş olsaydı, film daha da üst perdeden bir anlatıma ulaşabilirdi demek de
mümkündür.
Toplum normlarını pek çok farklı açıdan eleştirmesi de, filmi başarılı kılan yönlerden biri. Boris’in patronuna şirin görünmek için evlenip çocuk sahibi olmak istemesi; Zhenya’nın annesinden kurtulabilmek için evlenip çocuğunu doğurmayı seçmesi; toplumun insanları çocuklu aile yapılarına itelediğini gösterir. Ama ne var ki, artık yaşadığımız dünyanın koşulları aile kurumunu destekler nitelikte değil. Boşanma oranları tüm dünyada hızla artarken neden toplumlar hâlâ insanları evlenip çocuk yapmaya teşvik eder? Çoğu insan anne veya baba olmanın sorumluluğunu almaya hazır değilken, almak istemezken, neden çocuk sahibi olmak bu kadar desteklenir? Zorunluluk sonucu dünyaya gelen çocukların sevgisiz büyüme ihtimali ve bunun beraberinde getirdiği toplumsal felaketleri altını çize çize, tekrar tekrar söylüyor film bize. Sevgisizlik, toplumları içten içe çürüten büyük bir hastalıktır. Ve bu hastalık çocuk yaşta, hatta bebekken kapılır, asla iyileşmediği gibi, hızla yayılır.
Yönetmen, Leviathan filminde kapsamlı şekilde ele aldığı
devlet kurumlarının çürümüşlüğü konusuna bu filmde de değinmeden geçmiyor.
Kayıp çocuğun bulunması için en ufak bir girişimde dahi bulunmadıklarını
görürüz polislerin. Olay doğrudan gönüllü toplum kuruluşuna yönlendirilir.
Filmde tek iyi ve doğru işleyen yapı ise bu gönüllü organizasyonudur. Belki
insanlığa dair tek bir umut varsa, bu umudun gönüllü girişimlerden geçtiğini
düşünebiliriz. Filmin hemen her sahnesinde toplumsal çürümenin izleri görülür.
Alkolizm, hedonizm, cep telefonuna bağımlılık ve selfie çılgınlığı bir yanda;
Ukrayna’da yaşandığı üzere toplumsal travmalar diğer yanda… Evet, günümüz
dünyasının bir özetidir gördüklerimiz.
Başında olduğu gibi sonunda da oldukça soğuk bir sahneyle
biter film. Rusya soğuğu, kar soğuğu, sevgisizliğin soğuğu… Baştan bir sonraki
sahne çocukların neşeli sesleriyle şenlenmiştir, sondan bir önceki sahne ise
bize aynı duyguyu tekrar hatırlatır. Çocukların kahkahaları hayatımızdaki
soğukluğu kırabilir. Eğer onlara dönüp bakabilir, yeni umutlar yeşertmeyi
başarabilirsek.
(ND/AS)
Nuran
Durmaz
Orta Doğu Teknik Üniversitesi İşletme Bölümü’nden mezun
oldu. İlk romanı Kayıp Düşler Peşinde 2013 yılında, ikinci romanı Salyangozun
Yolculuğu 2016 yılında yayımlandı. Halen yönetim danışmanlığı alanında
çalışıyor ve İstanbul’da yaşıyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder