Esra Yalazan
Kaynak:
http://t24.com.tr/
Mektup bütün pratik, geleneksel ve edebi anlamlarının
ötesinde insanın itiraf edebildiği en çıplak gerçeklerin hayal gücüyle
buluştuğu büyülü bir bahçedir bana göre. Yazım sürecinde karşılaştığımız
sürprizler, keşfedilmemiş duygu kristalleri, hayatla aramızda duran uçurum,
kaderin kelimelere tahakkümü (ya da tersi) farklı anlam arayışlarına sürükler.
Gündelik hayatta fark edilemeyen puslu ayrıntıları tasvir
ederken berraklaştıran bir romancı misali üzerlerini örttüğümüz ham gerçeklerle
karşılaşırız mektup yazarken. Hayatları, tarihi, ilişkilerin seyrini değiştiren
mektuplar, kişisel hayatlarımızın çekmecelerinde bir gün tekrar nefes alıp
canlanmayı bekleyen solgun bitkiler gibi uykuya dalarlar. Ta ki önlenemeyen bir
dürtü, meraklı bir kaşif ya da özlenen bir ruh haliyle karşılaşma arzusu onları
uyandırana kadar.
Simon Garfield, “Yazışmanın İlginç Tarihi”nde Erasmus’un
günümüze ulaşan 1600 mektubunu anlattığı bölümde, mektubun iyileştiremeyeceği
hiçbir mevzu olmadığına inandığını söyler. Ona göre doğru dürüst mektup
yazabiliyorsanız yaşadığınız dünyaya hakimdiniz. Erasmus, bir mektup “argümana,
mekana, zamana ve alıcıya mümkün olduğunca uygun olmalıdır” derken, onların
matbaalarda kitaplaştırılmasını savunuyor ve mektubun artık tarih değil
edebiyat olduğunu iddia ediyordu.
Bu
kitap “her şey hakkında” ama nasıl?
“Doğru dürüst mektup yazmanın” edebi karşılığını geçenlerde
müthiş bir hazla okuduğum bir romanda gördüm. Rusya’nın üç büyük edebiyat
ödülünü alan Mihail Şişkin’in dördüncü romanı “Mektupların Romanı”ının
Rusçadaki orijinal ismi “Mektup Yazma Sanatı” anlamında da geliyormuş. Bu kitap, içinden mektuplar geçen ya da tek
başına mektup gibi kurgulanmış romanlardan farklı. Yazarın deyişiyle bu kitap
“her şey hakkında” ama nasıl?
Aşk, eksik kalmaya mahkum hikayeler, savaşın vahşeti
karşısında insanın çaresizliği, sözcüklerin hayatlarımızda kapladığı yer,
yazmanın beyhudeliği ve aynı zamanda kıymeti, “dünyadaki her şeyin birbiriyle
kafiyeli” olduğunu işaret eden o incecik sızılar, kader, batılın aldatıcılığı,
bedenin kör noktaları, ruhun tene zarar veren hastalıkları, varoluşun geniş
aynasında boşluğa düşme halleri, tesadüflerin kaçınılmaz rolü, uçarken
birbirlerine aşık olan kuşlar, iz bırakan hatıraların yakıcılığı ve nihayetinde
birbirlerine bir biçimde dokunup canlanan “her şey” dolaşıyor bu romanda.
Vovka, Çin’in kuzey cephelerinden yazıyor. Saşenka farklı
bir zamanda-mekanda, kendi hayat yolculuğunu ve savaşını anlatıyor. Onlar kendi
hikayelerini mektuplar aracılığıyla aktarırken, bilinç dışına sızan tüm
sorular, müphem cevapları, sayıklamalar, akıl yürütmeler, korkular, zaaflar
birbirine değmeyen - belki geçmişte değmiş ve geleceğe de bir ihtimal de
taşıyan - iki insanın samimi “itiraflarına” dönüştüğünde “uzak- yakın”
kavramları da anlamını yitirmeye başlıyor. Şişkin’in “mektup romanını”
benzerlerinden ayıran, güçlü anlatımının ötesinde klasik kurguyu reddeden bu
yaklaşımı.
Onun
kadın ve erkek kahramanları, eski benliklerini kaybedip yerine yeni bir benlik
inşa etmeyi deneyen bütün yaralı ruhlar gibi hikaye etme dürtüsü ve coşkusuyla
birbirlerini yeniden doğuruyorlar. Yazarın “Aslında bütün
kitaplarımda iki karakter var. ‘O ve Öteki’” diye tarif ettiği, çelişkilerin
büyüsünden de beslenen iki cins arasındaki mesafeyi ve olası tüm buluşma
ihtimallerini anlatma çabası sanırım.
‘Gerçek
insana dilini yutturur’
Şişkin’in insanlık hallerini ve duyguların ara tonlarını
aktardığı bölümler arasında bende iz bırakan yine yazının uçuculuğu-
kalıcılığı, sözcüklerin gerçeklerle ilişkisine dair Vovka’ya söylettikleri
oldu;
“Sözcüklerimin tıpkı bugünkü, tıpkı bu ankiler gibi
büyükannemin gömülü olduğu mezarlıktaki çukuru boylayacağına iyiden iyiye ikna
etmiştim kendimi, tam da bu yüzden yazılı olanların en önemli, en değerli
parçam olduklarına inandım.
Belki
de saçma olan sözcükleri bu kadar sevmek. Çılgınlık derecesinde
seviyordum onları: Onlarsa arkamdan kaş göz işareti yapıyorlardı. Benimle dalga
geçiyorlardı!
Sırtımı sözcüklere dayadığım oranda, sözcüklerle bir şeyi
anlatmada ne kadar güçsüz kaldığımı daha açık görüyorum. Daha doğrusu sözcükler
kendime ait bir şeyler yaratmamı sağlayabilirler ama kendini de sözcüklerle
öremezsin ki. Sözcükler yalancı. Yüzmek için izin istiyorlar senden, sonra da
gizlice yelkenleri şişirip çekip gidiyorlar. Kıyıda tek başına kala kalıyorsun.
En önemlisi de gerçeğin hiçbir sözcüğün içinde rahat
edememesi. Gerçek, insana dilini yutturur. Şu hayatta yaşanana dişe dokunan
şeylerin hiçbiri bir sözcüğün içine sığmaz.
Bugüne
kadar başından geçenlerin sözcüklerle anlatabileceğin fikrine kapılırsan bil ki
başından hiçbir şey geçmemiştir”.
O da romancıların çoğu gibi zıt fikirleri tartışırken
kendini keşfederek okurla birlikte derin katmanlarda dolaşıyor. Konuşarak
derdimizi tam anlatamadığımızda, soluksuz kalıp acı çektiğimizde “ötekine”
(aslında kendimize) mektup yazmamızın sebebi biraz da budur; yazarak hakikate
yaklaşma çabası.
İnsan
çok çabuk yara alan bir varlık
Şişkin’in erkek kahramanının (kendisine yakın duran) katı
gerçekçiliğiyle, kadın kahramanının (kendi deyişiyle kadınları nasıl
algıladığı) arasında salınırken, yeni bir düşünce üretmeksizin tekrara düşme
kaygısı yaşadığı hissediliyor. Muhtemelen sözcüklerin her şeyi öldürdüğü gibi
aşkı, insanı o hastalıklı ve mucizevi dönüşüme hazırlayan kıpırtıları da
öldürdüğünü bildiğinden, eşya, insan, tabiat ve var oluş arasındaki görünmez
bağları da göstermek istemiş.
Ölüm, savaş, birini biteviye sevmenin zorluğu, sevememenin
kağıt kesiği acısı gibi durumlar üzerine ifadeleri ne kadar karanlık olursa
olsun insanın umudundan vazgeçmesinin ne kadar zor olduğunu da hatırlatıyor
roman boyunca.
Vovka cepheden yazıyor yine; “Birer yaban hayvanı gibi
gördüğüm askerlerin bile evlerine zarafet dolu mektuplar gönderdiklerini
farkediyorum. Geldiği yerde muhtemelen içip içip karısını dövüyordu ama şimdi
karısına: “Öpücüklerin ve sarılmalarınız beni ayakta tutuyor, sana aşık
Peyta’n” diye yazıyor. Sadece bunun için bile bu insanları buraya getirmek
gerekmez mi?…Evet burası kötülüklerle dolu, gaddarlıkla, çirkinlikle dolu ama
bir yandan da içinde insani olan ne varsa ona tüm gücünle sarılmanı sağlıyor.
İçinde kalan insanlığın bir zerresini bile koruyup kollamak bu denli önem
kazanıyor işte”.
Mihail Şişkin, dünyayı/hayatı bir bütün olarak kavrayan ve
aktaran geleneksel anlatımı, deneme, hikaye, mektup gibi farklı türleri romanda
toplayan modern yaklaşımla buluşturmayı seviyor. Vovka ve Saşenka’nın yakınları
ve çevreleri hakkında anlattıkları hikayelerle açığa çıkan kırılmalar, umut,
kaygı, alışkanlık, hayret, kayıtsızlık, kibir, kıskançlık, koyu ve yıkıcı
bencillik gibi farklı duygu durumları hakkında da düşünme ve yazma imkanı
tanımış. İnsanın çok çabuk yara
alan bir varlık olduğununun bilinciyle roman yazan sesi, haz veren okuma
tecrübesine rağmen epey acıtıyor. Bütün has romanların yaptığı gibi.
Gerçek
olabilmesi için paylaşmak
O acıtan sesi takip ederken canlı varlıkların, eşyanın,
hayatta size dokunan, yanınızdan geçip giden bütün insanların, ağaçların,
kuşların çığlık çığlığa kıvrandığını işitiyorsunuz yazarla beraber. O vakit
insanın kendi varlığına tecrübeleriyle katlanması daha anlamlı geliyor. “Sadece
varlıktan değil yokluktan da onay alarak mutluluğu en gerçek haliyle
hissedebileceğini” söyleyen Vovka’nın burukluğuyla çözülürken
toparlanıyorsunuz.
Vovka ebedi dönüşe, dirilişe, ölümün gizemine inanmıyor.
‘Her şeyin tek bir rotası var. Dönüşsüz ve şu ana ait” diyor. Ona göre hepimiz
biriciğiz. Ben de buna inanıyorum doğrusu. Evet, benden başka bir tane daha
yok. Bir daha hiçbir yerde, hiçbir zaman olmayacak. İlk bakışta biraz keskin
gibi görünen bu inanış, aşık olup diğerine yazan Vovka’nın hatırlattığı
gerçeklik algısıyla da örtüştüyor; “Başıma
gelen her şey, sana yazmak üzere kafamda derleyip toparladığımda gerçeğe
dönüşüyor aslında, başka bir şeyden değil. Yazmayacak olsam, iyi şeyler olsa
bile başıma gelen o mutluluğun tadını çıkaramıyorum. Gerçek olması için seninle
paylaşmalıymışım gibi geliyor”.
Delirmekten
korunmak
Gerçeklik algımızı tecrübelerimizden, kişiliklerimizden
ziyade anları sevdiklerimize nasıl anlattığımız belirliyor. Şişkin’in karşılık
beklemeyen, hayata, Tanrı’ya ve kendine sorular sorarak hikaye eden
kahramanları yazma sanatı ve “delilik” arasındaki bağı da göstermiş. Belki
gerçek olması için “ötekine” yazma sebebimiz, bizi delirmekten koruyacak
olduğuna inanmamızdır. Yazarın, sözcüklerin hiçbir gerçeğin içinde rahat
edememesi düşüncesini aşıp “mektupların romanıyla” sözcükleri kutsaması bundan.
Daha rahat hissedebileceği yeni bir “kimlik” edinmek.
İnsanlık
tarihi boyunca savaşların olduğu, hep olacağı bilgisine, birbirlerini çok seven
ruhların bile asla yeterince yakınlaşamayacağı sezgisine, insanın bir anda
“insanlıktan” çıkıp gaddarlaşabileceğinin ağır tecrübelerine rağmen ötekine
(kendimize) yazma arzusu bizi büsbütün kaybolup savrulmaktan da koruyor.
Roman, günlük, deneme, mektup, ne yazarsak yazalım,
yazdıklarımızın arasına tam hatırlanamayan rüyalar misali giren resimler, kokular,
eşyalar, sorular, duygu tortuları, işaretler, nihayetinde bizi biz yapan
“gerçek hikayelere” dönüşüyor. Vovka’nın sorusunun cevabı bu dönüşümde gizli;
“Nasıl yaşayabiliyorlar? Bir ucundan ölüme bağlı bu zincir olmadan, nasıl
oluyor da düşmüyorlar? Onları tutan ne?”
Duyguların coğrafyasındaki bilinmezlik içimizi
gölgelediğinde, sözcükler hakikati açığa çıkarmak için direniyor. Ancak o tuhaf
harf dizilimleriyle başka birinin hayatımızdaki varlığını ya da yokluğunu daha
iyi kavrıyor, bizi sevmiş insanlara “sevgisizliğin” sahte yüzünü gösterme
garipliğini anlayabiliyor, sevişen ruhların şiirsel yanını, “uzaktaki yakını”
içselleştirebiliyoruz.
Ve yine kelimelerin sihriyle tabiatı gereği sürekli değişen
“gerçeklik” anlarını saklayabiliyoruz. Bedende ansızın uyanan kıvılcımlı bir
heyecanı, yaprakların hışırtılı rüzgarlarla savrulduğu bir sabah şefkatle
uyandırılışımızı, sessizlikle harelenmiş bir cevabın sahih karşılığını
yazdığımızda, hayat bütün çelişkili cazibesiyle kendini hatırlatıyor.
Uçurumdan
aşağıya bakarken ansızın gözlerini açan “uyurgezere” başka bir hayat
ihtimali olduğunu da söyler edebiyat.
Vovka kendi zaman algısıyla yazdığı mektupta Saşenka’ya
sesleniyordu.
“Şimdi o yaz kendimi nasıl da mutlu hissetmiştim diye
şaşırıyorum. Elbette mutluydum sadece farkında değildim bunun. Her şeyi bilip,
her şeyi anladığımı sanırdım bir de. Hamlet’i okuduğumu
hatırlıyorum: “Zaman yerinden
çıktı”. Şimdi her şey anlaşılıyor işte.
Ne var ki anlamayacak? Gerçek anlamıyla tam da burda
anladım. Şimdi biliyorum onun neyi kastettiğini. Shakespeare neyi yazdı biliyor musun? Seninle kavuştuğumuzda ve ben
başımı dizlerine koyduğumda bu bağın tekrar kurulacağını”.
Mihail Şişkin, kahramanları, onların bilinçlerinden
mektuplarına sızanları okuyanlar “o bağın”, bir gün, bir biçimde kurulacağına
inanmak istiyor. Buna benzer inanışlar, umut kırıntıları binlerce yıldır
işaretlerle bizi delirmekten, savrulmaktan, büsbütün kaybolmaktan koruyor.
Ve mektuplar ruhlarımızda köpürerek çoğalıyor.
Mektupların
Romanı - Mihail Şişkin - Çev. Erdem Erinç / Jaguar Kitap
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder