Resimdeki
yazı:
Краткость
сестра таланта ( Kratkost sistra talanta ). Kısalık yeteneğin kızkardeşidir.
Anton Pavloviç Çehov
Çehov’un
Öykücülüğü Üzerine
Erdal Öz
Kaynak:
https://www.insanokur.org/
Tam adıyla söyleyeyim: Anton Pavloviç Çehov’la lise son
sınıfta tanıştım. Istanbul Hukuk Fakültesi birinci sınıf öğrencisiyken tam bir
Çehov tutkunuydum. Türkiye’de ilk Çehov öykülerini, dergilerde, Servet Lünel,
Erol Güney ve Oğuz Peltek’in yaptıkları çevirilerle tanımıştım. Dergilerde,
özellikle de Varlık dergisinde sık sık bu kişilerin çevirdiği Çehov öyküleri
yayımlanıyordu. Sonra kitap olarak Milli Eğitim Bakanlığı’nın (o zamanki adıyla
Maarif Vekâleti’nin) çıkardığı “klasikler dizisi”nde Hikâyeler başlığı altında
iki cilt olarak çıkmıştı öyküler. Servet Lünel’in, Oğuz Peltek’in yaşayıp
yaşamadığını bilmiyorum, ama Erol Güney’in o çok baskılı tek partili dönemde,
yurttaşlıktan atıldığını, o günden beri de İsrail’de yaşadığını biliyorum.
Bu üç isim aklımda kalmış: Servet Lünel, Oğuz Peltek ve
Erol Güney.O iki ciltlik kitabın ilk cildinin hemen başında, Çehov’un
öykücülüğüne değinen, şimdi kime ait olduğunu hatırlamadığım, çok güzel bir
önsöz vardı. Hem edebiyatta öykü türünü hem de Çehov’un öykücülüğünü dile
getiren bir önsöz. Romanla öykü arasındaki farkı, aklımda kaldığına göre aşağı
yukarı şöyle anlatıyordu:
“Romanda, anlatılan ailenin içine gireriz. Onlarla birlikte
yaşarız, onlardan biri oluruz. Ama öyküde, o ailenin yaşadığı evin önünden
geçerken, pencereden onları masa başında topluca görüp geçeriz.”
Çehov’un öykülerine gerçekten çok uygun bir
tanımlama.Çehov’un öykülerinde değişik bir anlatım vardır: Garip gelmesin, ben
de öyle düşünüyorum; anlattığı kişiler kim olursa olsun Çehov onlara her zaman
sevgiyle yaklaşır. Bu kişiler genellikle sıradan insanlardır. Çehov, köyleri,
kasabaları dolaşan bir hekim olarak pek çok insan tanımış, pek çok gözlemde
bulunmuştur. Bu insanların çoğu başarısız, sıradan kişilerdir. Rus toplumunun
çöküş döneminin soyluları da vardır yarattığı tipler arasında ama bu tiplerin
pek çoğu, hayatın bayağılaştırdığı, umutsuz, içi kararmış, iç karartıcı
kişilerdir. Ama Çehov’un yaklaşımı her zaman sevgiyledir. Edebiyata nefretle
girilemeyeceği kanısındayım. Çehov’un dünyası taşradır. Kasabalardır,
köylerdir. Tolstoy ne kadar kenti anlatmışsa, Çehov da o kadar taşrayı
anlatmıştır.
Bir okurundan aldığı mektubu yanıtlarken şöyle diyor Çehov:
“Kahramanlarımın iç karartıcı olduğundan yakınıyorsunuz. Ne yazık! Benim suçum
değil bu. Benim isteğim dışında oluyor; hem sonra, yazarken iç karartıcı bir
biçimde yazıyormuşum gibi gelmiyor bana.” Kısaca söylemek gerekirse: her büyük
yazar gibi, Çehov da mutluluğun resmini yapmaya kalkışmıyor. Ama doğayla iç
içedir yarattığı tipler. Çehov, bir doğa tutkunudur.
Okuduğum öykülerinden bende kalan bir büyük izlenim de
Doktor Çehov’un kadınlara da doğa kadar tutkun oluşudur. Öykülerinde müthiş bir
yalınlık vardır. Bu yalınlık seçtiği sözcüklerde, kurduğu cümleler- de, çizdiği
tiplerde, oluşturduğu kurguda açıkça görülür. “Olay” onun da öykülerinde
vardır. Ama olayda da anlatımda da hiçbir abartıya rastlayamazsınız. Deneme
türü öyküden ala bildiğine uzak bir yazardır Çehov. Bu yüzden onun öykülerinde
öğüt verme gibi bir eğilim bulamazsınız. O çok alçakgönüllü bir anlatımla
geliştirir öyküsünü, öyle bir atmosfer yaratır ki, okuruna aktarmak istediğini,
bütün boyutlarıyla ona hissettirir. Çehov kuru bir anlatıcı değil, bir
hissettirici öykücüdür. Bir atmosfer öykücüsüdür. Bu yüzden de kendinden önceki
öykü yazarlarının üstüne çıkmış, modern öykünün ilk büyük öncüsü olmuştur.
Onun öykülerini okuduktan sonra bir arkadaşınıza özetlemeye
kalkarsanız, öykünün bütün havası kaçar. Ancak arkadaşınıza, ya kendiniz sesli
okuyarak ya da ona okutturarak o öykünün tadına vardırabilirsiniz. Bu özellik,
çağdaş öykücülüğün başlangıcıdır.
Yarattığı tipler öylesine kesin, ama öylesine yalın
çizgilerle çizilidir ki. Müthiştir. Yarattığı tipleri dış görünüşleriyle çizer.
Ama Çehov, bir roman karakteri yaratır gibi yarattığı tipin psikolojik
derinliklerine inmekten nefret eden bir yazardır. Yazdığının bir roman
olmadığının bilincindedir çünkü. İşte yarattığı tiplerden rasgele birkaç
örnek:“Yajov, muşmula gibi buruşuk suratı sert kıllarla kaplı, ufak tefek bir
ihtiyardı.” “Kuryatkin, yıpranmış bir ceketle eski püskü bir pantolon giymiş,
kırk yaşlarında, şişmanca bir adamdı.” “Genç bir adam olan savcının yüzü mavi
damar ağlarıyla kaplıydı, uzun favorileri vardı.” “Belinden geniş, meşin bir
kemerle sıktığı kahverengi bir cüppe giymiş, uzun boylu, çamyarması gibi iri
bir adam olan zangoç, muayene odasına girer. Zangocun yarı kapalı duran gözüne
perde inmiş; burnunda uzaktan iri bir sineğe benzeyen koyu bir ben var. ”Örnekleri
çoğaltmanın gereği yok. Görülüyor: çok kesin çizgilerle, yaratılan tiplerin dış
görünüşleri çiziliyor. Siyah beyaz çizgilerle çizilmiş portreler. Bir öyküsünde
bir profesör tipi yaratmış. Bir okur, kendisine sormuş: “Bu yarattığınız
profesörün karakterini anlayamadım,” demiş.
Çehov’un yanıtı çok ilginçtir: “Kolay,” demiş, “profesör,
çizgili beyaz bir pantolon giyer.” Bir gün, o zamanlar çok genç olan ünlü Rus
yazarı İvan Bunin’e sormuş Çehov: “Çok yazıyor musunuz? Hayır mı? Çok
yanılıyorsunuz. Çalışmalı, yaşamının sonuna kadar durmadan çalışmalı bir yazar.
Ancak bence, öykü, yazıldıktan sonra başıyla sonu atılmalıdır. Çünkü biz
yazarlar, en çok o bölümlerde, başta ve sonda yalan söyleriz. Kısa yazmalıyız,
elden geldiğince kısa.”
Bir başka dostuna yazdığı mektupta şöyle diyor:
“Başarılarla başarısızlıklar için kaygılanmayı hemen şimdi kesin olarak bir
yana bırak. Bunun seni ilgilendirmesine izin verme. Senin görevin, düzenli
olarak, gün gün tam bir dinginlik içinde çalışmak; kaçınılmaz hatalara,
başarısızlıklara hazır olmaktır.” Bir başka dostuna yazdığı mektubunda da şöyle
diyor: “Yazmak zorunda olduğum düşüncesi bir an bile bırakmıyor beni.”
Defterime ne zaman almışım, bilmiyorum, ama Çehov, şu sözleriyle
de yazarlığının en büyük özelliklerinden birine değiniyor: “Denizi betimlemek
çok zordur. Bir öğrencinin defterinde geçenlerde bir betimleme okudum: ‘Deniz
büyüktür’ diyordu. İşte hepsi bu kadar. Denizin enginliği ancak böyle
anlatılabilir.”
Öykülerinde, deneme türünde bir öyküleme görmeyiz, demiştim.
Deneme, biçimlendirilmiş bir tür bilgi aktarımıdır. Deneme türünde yazılan
yazılarda inandırılmaya çalıştığı doğruları vardır yazarın; ister istemez de
öğütleri vardır. Sevgili Sait Faik’in bile pek çok öyküsü, deneme öykü,
röportaj-öykü türünde başlar. Biraz deneme, biraz röportaj başlangıcıdır
öykülerinin pek çoğu. Bu öyküler, genellikle ilk yazdığı kitaplardadır.
Yanlış anlaşılmasın, Sait Faik, benim öykücülüğüme yön
veren birkaç yazardan biridir. Biri Çehov’sa, biri de Sait Faik’tir. Sonradan
bu deneme öykü türünden vazgeçmiş, Türk öykücülüğünün idollerinden biri
olmuştur. Özellikle bizim 50 kuşağı yazarları için böyle olmuştur. Ama Çehov’da
bu tür deneme girişli öyküler bulamazsınız. O, öykünün nerede başlaması, nerede
bitmesi gerektiğini çok iyi bilir.
“Yazarken bir başkasının fikrini almamalı yazar, hiçbir
öğüdü dinlememeli. Çalışmaların- da yürekli olmalı. Büyük köpekler vardır,
küçük köpekler vardır; büyük köpeklerin varlığı küçüklerin rahatını
kaçırmamalı; hepsi de havlamak, Tanrının verdiği sesi kullanmak zorundadır,”
diyor.
Öyküleri fazlalıklardan arındırmanın ilk ve en büyük ustası
da Çehov’dur. Elinden geldiğince fazlalıklardan arındırmaya çalışır öykülerini.
Bilirsiniz, onun ünlü sözüdür; Çehov’un sözcükleriyle söyleyemeyeceğim ama
aklımda kaldığınca söyleyeyim:
“Bir öykünün başında ‘silah’tan söz ediliyorsa, o silah
öykünün bir yerinde patlamalıdır,” der. Çok ince bir mizah vardır öykülerinde,
kara mizahtır bu. Onun bir öyküsünü okuyup bitirdiğinizde ya yüreğinizin
derinlerinde bir burulma, bir sızı bulursunuz ya da yüzünüzde bir hafif
gülümseme belirir.
“Üzgün ya da şanssız insanları betimlerken, insanların
yüreklerine dokunmak isterseniz, daha soğuk olmaya çalışın; bu onların
acılarına bir artalan sağlar; acıları bu artalanda daha keskin bir kabartma
olarak belirir,” diyor bir mektubunda. Azat edilmiş bir kölenin torunu, iflas
etmiş bir bakkalın oğluymuş Çehov. Çocukluğu, gençliği gerçekten yoksulluk
içinde geçmiş. Hekim olmak için tıp fakültesinde okurken bir yandan da öyküler
yazıyormuş. Gazetelerde yazdığı yazılardan, öykülerden az da olsa para da
kazanıyormuş. Daha okurken bile, alt sınıflara dersler vererek harçlığını
çıkarmaya çalışıyormuş.
“Bir gün, o zamanlar çok genç olan ünlü Rus yazarı İvan
Bunin’e sormuş Çehov: ‘Çok yazıyor musunuz? Hayır mı? Çok yanılıyorsunuz.
Çalışmalı, yaşamının sonuna kadar durmadan çalışmalı bir yazar. Ancak bence,
öykü, yazıldıktan sonra başıyla sonu atılmalıdır. Çünkü biz yazarlar, en çok o
bölümlerde, başta ve sonda yalan söyleriz. Kısa yazmalıyız, elden geldiğince
kısa.’ ”
Biliyorsunuz, Çehov bir hekimdi. Tıp fakültesini bitirip
hekim olduktan sonra bile ailesi- ne o bakmış. Bu yakınlarda çıkardığımız, yine
Sayın Mehmet Özgül’ün Türkçeye çevirdiği Doktor Çehov’dan Öyküler kitabına
Celâl Üster de güzel bir önsöz yazmış. Çehov’un, kendi yayıncısına yazdığı
mektupta geçen şu sözlerini o önsözden aldım. Diyor ki Doktor Çehov:
“Tıp, nikâhlı karım benim, edebiyat ise metresim. Birine kızarsam,
geceyi öbürüyle geçiriyorum. Bu davranışımı belki biraz uygunsuz bulabilirsin
ama en azından sıkıcı değil. Hem zaten, benim bu ikiyüzlülüğümden ikisinin de
bir şey kaybettiği yok.” Yıllar önce, üst kattaki komşumuz daha Sovyetler
Birliği iken, sosyalist blok çökmeden önce, Moskova’daki, Çehov Müzesi’ne
çevrilmiş evine gitmiştim; Çehov’un hekimken yaşadığı eve. İki katlı,
gösterişsiz ama çok sevimli bir evdi. Duvarlar birbirinden güzel
fotoğraflarıyla doluydu. Bütün fotoğraflarında, burnuna iliştirilmiş o
çerçevesiz ya da ince çerçeveli gözlüğü, çenesinde sivri sakalı, eskimiş de
olsa düzgün bir ceketi, ütülü pantolonu, boyalı ayakkabılarıyla Çehov zarif bir
beyefendiydi. Tıpkı bizim Orhan Kemal gibi.
Yine biliyorsunuz, Çehov müthiş bir Tolstoy hayranıydı.
Onun için “… bir insan değil o, bir üstün insan, bir Jüpiter,” der. Onun
yazarlığına hayrandır. Ama bir arkadaşına yazdığı mektupta şunları söylemekten
kendini alamaz:
“Tolstoy’un evinde hayat, muhteşem bir balo salonunu andırır, ama ben şu karşımdaki gölün derin ve dingin sularını kendime daha yakın buluyor, bu hayatı, o tür bir hayata tercih ediyorum.”
“Tolstoy’un evinde hayat, muhteşem bir balo salonunu andırır, ama ben şu karşımdaki gölün derin ve dingin sularını kendime daha yakın buluyor, bu hayatı, o tür bir hayata tercih ediyorum.”
Sevgili dostu Gorki, Çehov’un gösterişsiz yaşamı konusunda
bakın ne diyor: “O kadar gösterişten uzak, o kadar yalın bir kişiliği vardı ki,
onun yanında herkes daha doğal görünme ihtiyacı duyardı.”
Hakkında yazılanlardan aklımda kaldığına göre: Çehov’un
yaşamı da öyküleri gibi gösterişten uzakmış. Oldukça yoksulluk çektiğini, köy
köy, kasaba kasaba dolaşıp hastalarına neredeyse karşılık almadan baktığını
biliyoruz. Çok iyiliksever olduğu söylenir. Bakın yine bir mektubunda bu konuda
ne diyor Çehov:
“Herkese iyilik etmek isteği, insanın içinde ruhsal bir
ihtiyaç olmalıdır, kişisel bir mutluluk kaynağı olmalıdır. Çünkü bu istek,
kuramsal düşüncelerin ürünü olunca, istek olmaktan çıkar.”
Doktordu; ama kendisi de uzun süren verem hastalığından çok
çekti. Yaşadığı yüzyılda ve- remin mikrobu daha bulunamamıştı. Bu yüzden vereme
yakalananlar, yaşamlarını biraz uzat- maya çalışsalar da ondan kurtulamazlardı.
Çehov da genç yaşında (44 yaşında) veremden öldü.
Yani yoksulluk ve hastalık onu çok üzmüş, belli ki çok acı
çektirmiş ona. Ama gerek yoksulluğundan, gerekse hastalığından hiç şikâyetçi olmadığı
söylenir, yazılır.
Katherine Mansfield’in güncesinden alıyorum şu cümlelerini:
“Tek kuruşum bile yok, ama buna şu açıdan bakıyorum: zengin adam, çok parası
olan değil, bu erken ilkbaharın bize verdiği göz kamaştırıcı çevrede yaşama
olanakları olan kişidir.” Burada, bu güzel insan, bu erken ilkbaharın ortasında
kendini gerçek zengin olarak görüyor. Bir başka sözü: “Para biriktireceğim.
Sürekli otel odalarında dolaşmak, otel kapıcıları, rastgele yemek gibi şeyler
düşünmek, hayal gücümü ürkütüyor.” Bir başka mektubunda da: “En çok çalışanlar
köylülerdir ama hiçbir zaman ‘çalışmak’ sözünü kullanmazlar,” diyor. Başından
beri öykülerimde yalın olmaya çalıştım. Bunda Çehov’un etkisi büyüktür.
Yalınlıkla basitliği karıştırmayın. Basitlik ilkel bir şeydir. Zordur yalınlığı
yakalamak. Basitliğin en net görünüşü de süslemektir. Çok süslenmiş bir
vitrinin, çok süslenmiş bir kadının, çok süslenmiş bir salonun çirkinliğini
getirin gözlerinizin önüne. Basitlik budur. Yalın olmayı hiç elden bırakmadım;
ama buna yoğunluğu da ekledim. Üniversite birinci sınıfta bir gün Çehov’un
‘Acı’ adlı öyküsünü buldum. Yalın olduğu kadar da yoğun bir öyküydü. Bu öyküyü
okuduğum kitap, yine başta sözünü ettiğim Erol Güney-Servet Lünel ikilisinin
çevirdiği kitaptı. Çehov’un hâlâ derin izlerini taşıdığım öyküsüdür ‘Acı’ adlı
öyküsü. Yıllar sonra, tıpkı Çehov gibi veremden çok genç yaşta (35 yaşında)
ölen, Çehov’un bütün etkilerini taşıyan, Çehov’a tutkun ünlü İngiliz bayan
öykücü Katherine Mansfield’in Can Yayınları’nda çıkan Bir Hüzün Güncesi adlı
kitabını okurken beni çok sevindiren bir bölüme rastladım. Bayan Katherine
Mansfield, güncesine şu notu yazmış: “ ‘İşte böyle kardeşim kısrak; Kuzma İoniç
yok artık. Tanrı toprağına yıldız yağdırsın. Boşu boşuna öldü gitti işte. Düşün
bir kere: Senin bir tayın var, sen onun öz annesisin; bir de bakıyorsun,
birdenbire tay ölüveriyor; acımaz mısın?’
Beygir yalanır; dinler gibidir; sahibinin ellerine doğru
solur. İona dalar, ona her şeyi anlatır.” Mansfield’in andığı satırlar, benim
Çehov’un çok sevdiğim ‘Acı’ adlı öyküsünün bitiş cümleleriydi. Mansfield,
defterine yazdığı bu alıntının altına şu cümleyi eklemiş: “Tüm Fransız
öykülerini yakabilirdim bu öykü uğruna. Fransız öykülerinin hiçbirine
değişmezdim bunu. Dünyanın harikalarından biri bu öykü.” Bu ünlü İngiliz
öykücüsünün de benim gibi bu öyküyü çok sevdiğini öğrenmek beni çok
heyecanlandırmıştı.
Bize ‘Acı’ adıyla çevrilen bu öykü, İngilizceye ‘Mutsuzluk’
adıyla çevrilmiş. Hiç unutmuyorum: ‘Acı’ adıyla Türkçeye çevrilen bu öykünün
başına, çeviren, öyküye çok yaraşan, öyküyü özetleyen bir dize de eklemişti:
“Ah kime anlatsam kederimi”.
Çehov’un ‘Acı’ öyküsünden yola çıkarak bir öykü yazdım.
Adı: ‘Sevgili Acı’. 1998 yılında yazmışım.
1904 yılında aramızdan ayrılan Çehov’u, bu büyük ustayı,
ölümünün 100’üncü yılında, düzenlediğimiz böyle bir anma gününde, neden
kendimden bir öykü okuduğumu, öyküyü dinleyince anlayacaksınız.
Kızılcaköy, 19.12.2004
Not:
Can
Yayınları’nın Aralık 2004’te, üç gün süren Çehov’u Anma Günleri’nde, Erdal
Öz’ün yaptığı konuşmanın metni
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder