Kısmet
Rüstemov
Kaynak:
https://oggito.com/
Gerçekliğin
eski anlamını yitirdiği bu dünyada artık her şey hipergerçekliktir. Bu öyle bir
dünya ki, burda neyin taklit, neyin gerçek olmasını bilmek olanaksız, kopyalar
gerçeğin yerini işgal etmiş.
Kısmet
Rüstemov
Rus edebiyatı üzerine düşünürken, aklım nedense hep uzak
17., 18. yüzyıllara gidiyor. Düelloları düşünüyorum, önce birbirine
sırtını çeviren, sonra birbirinin yüzüne ateş edenleri. Lorca'nın ünlü “İgnasio
Sanches Mejias İçin Ağıt” şiirindeki dize ile söylersem: “yumurtasını yaraya
bırakan ölümleri”. Bence, Rus kültürünün şifrelerini çözmek, o kültürü anlamak
için unutulmamalı: önemli olaylardan biri de düellodur. Fransızlardan
benimsedikleri düellonun tabancası Roland Barthes’tan çok çok önce “yazarın
ölümünü” ilan etmişti: Puşkin’in, Lermontov’un ölümünü... Rus teorisyen Viktor
Şklovski edebi metni tekrardan, monotonluktan kurtarmak için iki yol öneriyor.
Ben mitolojiden ödünç aldığım isimlerle bu yollardan birincisine “Thetis
metodu”, ikincisine “Phoenix metodu” demeyi seviyorum. Birinci metod
parmaklarımızın arasından su damlaları, kum taneleri gibi akıp giden günlük hayattaki
sıradan anlara yoğunlaşmayı, yani bir anlamda kral Peleus’un kollarının
kıskacına düşene dek bin bir biçime giren Thetis’i hatırlatıyor. İkinci metod
ise bize edebi geleneğin daima yeniden üretimini, yenilenmesini teklif ediyor,
yani bir anlamda küllerinden doğan Phoenix’in tecrübesini. İşte burda
Nabokov’un Tolstoy üzerini söylediği bir şey aklıma geliyor. Nabokov’un
yazdığına göre, Tolstoy ömrünün sonlarında hiçbir şey okumuyormuş, yalnızca bir
kitaba ara sıra şöyle bir göz atıp keyifleniyormuş: Anna Karenina. Bu
Nabokov’un edebi bir uydurması mıdır bilemem, ama burada ilginç olan, Diriliş yazarının
bir tren istasyonunda hayatının son düdüğünü duymadan önce, eski yazdıklarına
göz atıp, sanki kendisini kendisi için yeniden yaratma, hatırlatma, “diriltme”
isteği.
Viktor Pelevin yan yana gelmesi akıl almaz görünen farklı şeyleri
birbirine yapıştırıyor. Çağdaş Rus edebiyatının yıldızlarından olan Viktor
Pelevin de bana göre bu “diriltme” operasyonunu icra ediyor, tabii ki farklı
anlamda. Yalnızca bir cümlesini alıntılamak bile yeter ki, Pelevin’in yeniden
değerlendirme dünyasına vize alalım. Nietzsche’nin “Tanrı öldü!” fikri gündeme
geliyor, Pelevin hemen lafa dalıyor: “Öldüyse, demek Tanrı değilmiş.” Pelevin
hem Çapayev ve Boşluk, Omon Ra gibi romanlarında, hem de son romanlarından biri
olan 3ZB’de her defasında bir şeyi yeniden değerlendiriyor, “diriltiyor”,
önceleri yan yana gelmesi akıl almaz görünen farklı şeyleri birbirine
yapıştırıyor. Pelevin romanlarında Sovyetler dönemini düelloya çağırıyor, ama
tabancasını yalnızca geçmişe doğrultmuyor. Mesela, 3ZB romanında sosyal
medyanın insan hayatına etkisinden, sanal gerçekliğe zincirlenmiş
“neo-Promoteus”lardan söz ediyor. Sanal dünyada kendini pencere pencere
çoğaltsa da, insanın yalnızlaşmasından, binlerce dostu olsa da, topluma
yabancılaşmasından doğan ve doğabilecek sorunları gösteriyor, tahmin ediyor.
Boşa kurşun sıkmıyor, ironi şarjörünü tam hedefe boşaltıyor. Bu sanal dünya bir
zamanlar Baudrillard’ın söylediyi simülatif dünyadır. Bu dünyada gerçekliğin
sonsuz sayıda yeniden üretimi gerçekleşiyor. Gerçekliğin eski anlamını
yitirdiği bu dünyada artık her şey hipergerçekliktir. Bu öyle bir dünya ki,
burda neyin taklit, neyin gerçek olmasını bilmek olanaksız, kopyalar gerçeğin
yerini işgal etmiş. “Fokur fokur kaynayan enformasyon kazanı içinde” (Baudrillard)
gördüğü her şeyi hakikat, okuduğu her şeyi bilgi sayanların dünyası bu dünya.
Pelevin'in romanının adı da çokkatmanlı: 3ZB. Bu ad Pelevin’in birkaç sözden
türettiği, kendinden icat ettiği bir para birimi, Zükerbrin. 3 sadece bir
rakam, Z harfi fFacebook’un kurucusu Zuckerberg’ün, B harfi ise Google arama
motorunun kurucusu Brin’in baş harflerinden oluşuyor. Çağdaş rus postmodern
yazarlarının –Pelevin, Sorokin, Limonov, Prigov, Prilepin– iğneleyici
tarzlarını Goggle’a dek götürmek mümkün, fakat bence 20. yüzyılda iki önemli
yazar var ki, onların yazdıklarını benimsemeyen bir tek bile Rus postmodernisti
yoktur. Onlar Andrey Beliy ve Vladimir Nabokov. Beliy ve Vladimir paragrafına
geçmeden önce söylemeliyim ki, başta Pelevin olmak üzere Rus postmodernistlerini
birleştiren ortak yön, bana göre, herkesin olanlara seyirci kalmasına karşı
duyulan agresif tavırdır. Onlar hepsi, Facebook diliyle söylersek, şöyle
düşünüyor: romanlar okuru “dürtmelidir”. Rus eleştirisinin “ikinci dalga”
adlandırdığı, Rus edebiyatının gümüş devrinin en önemli isimlerinden sayılan
sembolist Andrey Beliy, ilk şiir kitabından ünlü romanı Petersburg’a kadar eşi
benzeri olmayan biçim, söz ve ritm oyunları, müzikteki, resimdeki,
matematikteki yenilikleri yazıda denemesiyle kısa zamanda üne kavuştu. O,
teorik yazılarıyla da kendi kuşağına yön verdi. Küçük bir ilave: başka büyük
bir Rus yazarının – Yevgeniy Zamyatin’in Beliy için dediklerine bakalım: “Onun
yazdıklarının Rusça olup olmadığını söylemek çok zor: onun sentaksı çok farklı,
kelime dağarcığı yeni sözlerle dopdolu. Kitaplarının dili Beliy dilidir, Ulysses’in
dilinin İngilizce değil, Joyce’ca olduğu gibi.” Yaşadığı dönem “altın”dan değil
“gümüşten” olsa da, soyadının yüz aklığına (Beliy, Rusça beyaz demek) güvenip
en cesur, aynı zamanda, başarılı deneylerle radikal yeniliklere imza ata Andrey
Beliy, bana göre Rus edebi düşüncesinin sınırlarını büyütenlerin başında
geliyor. Cesur, başarılı deneylerle radikal yeniliklere imza ata Andrey Beliy.
***
“Postmodern şakanın babası” (Orhan Pamuk) Vladimir Nabokov
yeni Rus düzyazısına en büyük etkiyi yapanlardan. Onun yalnızca Amerikada
yaşadığı dönemde İngilizce yazdığı romanlar değil, aynı zamanda üniversitelerde
Rus ve dünya edebiyatı üzerine verdiği dersler de kitaplaştıktan sonra büyük
sonuçlar verdi. Bugün Nabokov’u Amerikan edebiyat tarihinin bir parçası
saymaktan memnuniyet duyan Amerikalı eleştirmenler bile, onun yalnızca büyük
üslupçu, estet değil, aynı zamanda edebi metni en ince ayrıntısına kadar bilen
büyük bir eleştirmen olduğunda hemfikir. Nabokov’un Gogol’ün eserlerine yeni
bakış açısı getirdiği ünlü kitabı Nikolay Gogol, Post-Sovyet Rusyası’ndakı
entellektüel çevrelerde çok popüler oldu ve onun etkisiyle farklı bakış
açılarından yazılmış yüzlerce alternatif kitap doğdu.
Andrey Beliy’den biçim, ritm, ses, söz oyunlarını,
Nabokov’dan kamerayı farklı köşelerden kurmayı ve bütün dünya kültürünü kendi
kültürünün bir parçası gibi özümseyip faydalanmasını öğrenen çağdaş Rus
yazarları, kendilerine has ironik dil, parodik temalar ve karikatürize etme
becerileriyle birbirinden ilginç ve başarılı romanlar yazdı.
Eski Sovyet romanlarını ve sosyalist gerçekçi edebiyatı
parodileştiren, mitolojiden, ezoterizmden, okültizmden bol bol faydalanan
Viktor Pelevin, radikal avangartçı Sorokin, Prigov ve kadınların dünyasını hem
katı, hem de açık tonlarla dillendiren Ludmila Ulitskayan’ın eserleri Rus
postmodernist edebiyatının günümüzdeki en parlak örnekleridir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder