Georg
Lukacs
Çeviri:
Cem Soydemir
(Roman
Kuramı, Metis Eleştiri)
Roman biçimiyle epiğin şimdiye kadar tartıştığımız
örtüşmesinin toplumsal hayatta kökleri vardır; ve bu örtüşmenin biçimin
içkinliğini bozup parçalaması için, en canalıcı noktada, tasvir ettiği dünyaya
bu dünyanın hiçbir şekilde koruyup dengede tutamayacağı bir tözsellik katıyor
olması gerekir. Sanatçının epik niyeti, sorunsalın ötesinde bir dünyaya ulaşma
arzusu, toplumsal yapılar konusunda içkin olarak ütopik bir ideali hedefler
sadece; bu nedenle, bu biçimleri ve yapıları genel olarak aşamaz, yalnızca
onların tarihsel olarak verilmiş somut imkânlarım aşar - ve bu da biçimin
içkinliğinin bozulmasına yeter.
Bu tutum ilk olarak, içsellik ile uzlaşımsal dünya
arasındaki uyuşmazlığın o dünyanın hepten reddedilmesine yol açtığı düş kırıklığı
romanında görülür. Ama bu yadsıma içsel bir tutumdan başka bir şey olmadığı
sürece, romanın içkinliği -biçimin başarılı bir şekilde gerçekleştirilmesi
koşuluyla- bozulmadan kalır; bu durumda, herhangi bir dengesizlik, romanın
epiğe taşmasından çok, biçimdeki genel bir lirik ve psikolojik çözülmeyle belli
eder kendini. (Novalis'in özel durumunu zaten ele almıştık.) Ama böyle bir
örtüşmenin kaçınılmaz olduğu bir durum da vardır: Uzlaşımsal dünyanın ütopik
yadsınışı, kendini yine varolan bir gerçeklikte nesnelleştiriyor ve böylece
polemik yadsıma fiilen yapıtın merkezi biçimi haline geliyorsa söz konusu
örtüşme kaçınılmazdır. Batı Avrupa'nın tarihsel gelişimi böyle bir gelişmeye
olanak sağlamamıştı.
Ruhun bu ütopik talebi, en başından beri, ulaşılamayacak
bir şeye yönelmiştir: son derece ayrımlaşmış, incelmiş ve bir içsellik haline
gelmiş bir ruha yeterli olabilecek bir dış dünya. Uzlaşımın yadsınması,
uzlaşımsallığın kendisini hedef almaz; asıl reddedilen, uzlaşımsallığın ruhtan
kopukluğu ile incelikten yoksun oluşudur. Yadsınan, kültüre değil de uygarlığa
ait olan karakteri ile kuru ve çorak tinsellik eksikliğidir. Neredeyse mistik
denilebilecek saf anarşik eğilimler bir yana bırakılırsa, arzu edilen şey,
içselliğe yeterli olabilecek yapılarda nesnelleşen bir kültürdür hep. (Goethe'
nin romanının bu özgül gelişmeyle birleştiği nokta tam da budur, şu farkla ki
Wilhelm Meister'âa böyle bir kültür sahiden de bulunur ve kitaba eşsiz ritmini
kazandıran da budur: Kahraman olgunlaşıp yavaş yavaş soyut idealizm ve ütopyacı
Romantizmden uzaklaşırken toplumsal yapı katmanları da gittikçe daha özselleşir
ve kahramanın beklentilerini aşmaya başlar.) Bu tip bir eleştiri (reddediş)
kendini ancak lirik biçimde ifade edebilir. Romantik dünya görü şü tüm
kültürel yapıların reddine yol açan Rousseau'da bile, polemikçilik saf
polemikçilik biçimine bürünür, başka bir deyişle retorik, lirik ve
düşünümseldir. Batı Avrupa kültürünün dünyası, kendi kurucu yapılarının
kaçınılmazlığına öylesine derinden kök salmıştır ki onlara karşı yalnızca
polemik bir tutum benimseyebilir.
On dokuzuncu yüzyıl Rus edebiyatının belirli organik doğal
koşullara daha yakın oluşu (bu koşullar onun temel tavrının ve yaratıcı
niyetinin dayanağıydı) Rus edebiyatının yaratıcı biçimde polemiksel olmasını mümkün
kılmıştır. Tolstoy, özünde Batı Avrupalı bir düş kırıklığı romancısı olan
Turgenyev'in ardından, epikle azami ölçüde örtüşen bir roman biçimi
yaratmıştır. Tolstoy'un, roman biçimiyle çok az ilgisi olan büyük ve sahiden
epik zihniyeti, doğaya sıkı sıkıya bağlı sıradan insanlar arasında duygu
ortaklığına dayanan bir hayata yönelmiştir; doğanın muazzam ritmine son derece
uyum sağlamış, doğanın doğum-ölüm döngü süne göre seyreden ve doğal-olmayan,
küçük, çarpıtıcı, çözülmeye ve atıllığa neden olan tüm yapıları dışlayan bir
hayattır bu. "Mujik sessizce ölür," diye yazar Tolstoy, Kontes A. A.
Tolstoy'a, Üç Ölüm adlı öyküsü hakkında: "Tüm ömrünü adadığı dini doğadır.
Ağaç kesmiş, çavdar ekmiş, ekin biçmiş, koyun kesmiştir; çiftliğinde koyunlar
doğmuş, çocuklar dünyaya gelmiş, yaşlılar ölmüştür; o, toprağın sahibi soylu
hanımın tersine, asla sırtım dönmediği bu yasayı bilir, hem de çok iyi bilir,
karşısında hiçbir zaman gözünü kırpmaz... Ağaç sessizce ölür, basit ve güzel
bir ölümdür bu. Güzeldir çünkü yalan söylemez, aldatmaz, yüzünü ekşitmez,
hiçbir şeyden korkmaz, hiçbir şey için yazıklanmaz."
Tolstoy'un tarihsel konumunun paradoksal doğası -ki romanın
nasıl da çağımızın zorunlu epik biçimi olduğunu başka her şeyden daha iyi
kanıtlamaktadır- bu dünyanın devinim ve eyleme tercüme edilemeyeceği, hatta bu
eylemi istemekle kalmayıp gerçekten görmüş ve berrak bir biçimde betimlemiş bir
yazar tarafından bile tercüme edilemeyeceği gerçeğinde ortaya koyar kendini;
devinim, epik yapıtın bir öğesi olarak kalır yalnızca, ama epik gerçekliğin
kendisi değildir. Eski epiklerin doğal organik dünyası, sonuçta, organik
karakteri kendi özgül niteliği olan bir kültürdü; oysa Tolstoy'un ideal olarak
ortaya koyduğu ve var olarak deneyimlediği doğanın en derin özünde doğa olması
amaçlanmıştır (dolayısıyla bu haliyle kültüre karşıttır). Bu zorunlu karşıtlık
Tolstoy'un romanlarının çözülemez sorunsalıdır. Başka bir deyişle, Tolstoy'un
epik niyeti sorunsal bir roman biçimiyle sonuçlanmak zorundaydı, ama bunun
nedeni kendi içinde kültürü alt edememesi veya deneyimlediği ve betimlediği
şekliyle doğayla olan ilişkisinin duygusal bir ilişki olması değildi (yani asıl
sebep psikolojik değildi): Biçim ve biçimin tarihsel-felsefi alt-yapısıyla olan
ilişkisinden kaynaklanan nedenler yüzünden böyle sonuçlanmak zorundaydı.
İnsanlar ve olaylardan oluşan bir bütünlük, kişinin kültür
karşısındaki tutumu ne olursa olsun, ancak kültür temelinde mümkündür. Bu
yüzden, Tolstoy'un epik yapıtlarında belirleyici öğe hem genel çerçeve olarak
hem de somut içerik olarak kültürün dünyasına, Tolstoy'un sorunsal diye
reddettiği kültürün dünyasına aittir. Ama doğa, içkin olarak tamamlanmış bir
bütünsellik haline gelemese bile, yine de nesnel olarak var olduğu için, yapıt
da gerek kendilerine verilen değer gerekse varlıklarının niteliği bakımından
birbirine tümüyle dışsal iki gerçeklik katmanı içerecektir. Ve bütünselliğe
sahip bir yapıtın kurulmasını mümkün kılacak şekilde bu iki gerçekliğin
birbiriyle ilişkilendirilmesi de ancak bir gerçeklikten diğerine geçişin
yaşanmış deneyimi biçimini alabilir. Daha kesin bir ifadeyle, seçilen yön her
iki gerçekliğe de atfedilen değerin verili sonucu olduğu için, söz konusu
deneyim kültürden doğaya geçiş deneyimi olacaktır. Dolayısıyla, yazarın zihniyeti
ile yaşadığı tarihsel dönem arasındaki paradoksal ilişkinin paradoksal bir
sonucu olarak, duygusal, romantik bir deneyim son kertede tüm yapıtın merkezi
haline gelir: merkezi karakterlerin, kendilerini kuşatan kültürün dünyası
onlara ne sunarsa sunsun bundan duydukları tatminsizlik ve daha temel bir
gerçeklik olarak doğayı arayıp bulmaları. Bu deneyimden kaynaklanan paradoksu
şiddetlendiren bir etken de şudur: Tolstoy'un "doğası", Goethe'nin
romanının sonundaki görece daha tözsel dünyadan farklı olarak, karakterlerin
ulaşıp huzura erecekleri bir yuva haline gelmesini sağlayan bir doluluk ve
kusursuzluğa sahip değildir. Tolstoy'daki doğa, daha çok, uzlaşımsallığın
ötesinde özsel bir hayatın gerçekten var olduğunun olgusal teminatıdır - tam ve
sahici bir benliğin yaşanmış deneyimleriyle, ruhun kendini deneyimlemesiyle
ulaşılabilecek, ama kişinin ulaştığı anda tekrar uzlaşım dünyasına düşeceği
bir hayat.
Tolstoy, tarihsel çapta büyük bir yazarın kahramanca
katılığıyla, kendi dünya görüşünün tatsız sonuçlarından kaçmaz; aşk ve evliliğe
biçtiği benzersiz konum bile (doğa ve kültür arasında kalan, her iki alanda da
yuvasında olan ama yine de ikisine de yabancı bir konum) bu sonuçlan önleyemez.
Doğal hayatın ritminde, duygusal-olmayan doğal büyüme ve ölümün ritminde, aşk,
hayatın baskın güçlerinin en somut ve en anlamlı biçimlerine büründüğü
noktadır. Yine de saf bir doğa gücü olarak, tutku olarak aşk, Tolstoy'un
doğasının dünyasına ait değildir, orada yeri yoktur; tutkulu aşk iki birey
arasındaki ilişkiyle gereğinden fazla doludur ve bu nedenle insanı aşın
yalıtır, çok fazla derece ve nüansın belirmesine yol açar; aşın kültüreldir.
Tolstoy'un dünyasında gerçekten merkezi bir konum işgal eden aşk, evlilik
olarak, birlik olarak aşktır (birleşme, bir olma gerçeği, böylece birleşenlerin
kim olduğundan daha önemlidir), doğumun öndeyişi olarak aşktır; hayatın doğal
sürekliliğinin aracı olarak evlilik ve ailedir. Bunun sonucu, tüm yapıya
kavramsal bir ikilemin sokulmasıdır; ama kendileri de birbirlerine heterojen
olan diğer iki alanla kompozisyon açısından ilişkilendirilemeyen yeni bir
heterojen gerçeklik katmanı yaratmasaydı, bu ikilemin sanatsal açıdan pek önemi
olmazdı. Bu gerçeklik katmanının tasviri ne kadar sahici olursa, başlangıçta
niyetlenilenin tersine dönüşmesi de o kadar kaçınılmazlaşır: Böyle bir aşk'ın
kültür karşısındaki zaferinin, doğalın sahte ve yapay olarak inceltilmiş olan
karşısındaki zaferi olması bekleniyordu, oysa insanda büyük ve soylu olan her
şeyin doğa tarafından sefilce yutulması haline gelmektedir. Doğa insanın içinde
canlıdır ama kültür olarak yaşandığında insanı en düşük, en zihinsiz, en fikir
yoksunu uzlaşımsallığa alçaltır. Savaş ve Barışın sonuç bölümündeki ruh
halinin, tüm tutkuların tükendiği ve tüm arayışların sona erdiği bir çocuk
odası atmosferiyle, en sorunsal düş kırıklığı romanlarının sonundan bile daha
derin bir umutsuzluk içermesinin nedeni budur. Orada daha önce olandan hiçbir
ize rastlanmaz; tıpkı çölün kumlarının piramitleri kaplaması gibi, tinsel olan
her şey hayvani doğa tarafından yutulmuş, hiçliğe dönüştürülmüştür.
Kitabın sonunun bu tasarlanmamış, niyet-dışı derin
umutsuzluğu, uzlaşımsal dünyanın betimlenişinde, tasarlanmış, kasıtlı bir
umutsuzlukla birleşir. Tolstoy’un yargılayıcı ve yadsıyıcı tutumu, betimlediği
her ayrıntıya sızar. Betimlediği hayatın amaçsızlığı ve tözsüzlüğü, bunu fark
eden okuyucular için kendisini yalnızca nesnel olarak, yalnızca tedrici düş
kırıklığının yaşanmış deneyimi olarak açığa vurmakla kalmaz, ayrıca önsel,
yerleşik ve huzursuz bir boşluk olarak, tedirgin edici bir iç sıkıntısı olarak
açığa vurur. Her konuşma, her olay yazarın yargısının damgasını taşımaktadır.
Bu iki deneyim kümesi (evliliğin özel dünyası ve toplumun
kamusal dünyası) doğanın özünün deneyimiyle tezat oluşturur. Nadir büyük
anlarda -bunlar genellikle ölüm anlarıdır- bir gerçeklik kendisini insana
hissettirir; insan kendisini yöneten ve içinde işleyen özü, hayatının anlamını
bir anlığına görür ve kavrar. İnsanın önceki tüm hayatı bu deneyim karşısında
yok olup hiçliğe karışır; o hayatın tüm çatışmaları, çelişkileri, acıları,
eziyetleri ve karışıklıkları önemsiz ve asılsız görünür. Anlam kendini şöyle
bir gösterivermiştir ve canlı hayata giden yollar ruha açıktır. Tolstoy burada
bir kez daha, gerçek bir dahinin paradoksal acımasızlığıyla, biçiminin ve bu
biçimin temellerinin son derece sorunsal do ğasını gösterir: Bu önemli
mutluluk anları tam da ölümün büyük anlarıdır: Andrey Bolkonskiy’in
Austerlitz'de ölümcül bir yara alarak yığılıp kalması. Karenin ve Vronskiy’in
ölüm döşeğindeki Anna'nın baş ucunda yaşadıkları birlik duygusu -öyle ki şimdi
ölmek, böyle ölmek gerçek bir erinç olacaktır. Ama Anna sağlığına kavuşur,
Andrey hayata döner ve büyük anlar geride hiçbir iz bı rakmadan kaybolur.
Uzlaşım dünyasında hayat devam eder, amaçsız, özsüz bir hayat. Büyük anlar
geçerken, göstermiş oldu ğu yollar da yönlerini, gerçekliklerini yitirir.
Böyle yollarda yürümek imkânsızdır; ve insanlar bu yollarda yürüdüklerine
inandıklarında, yaşadıkları deneyim, büyük anların açığa çıkarmış olduğu şeyin
acı bir karikatürü olur. (Levin'in Tanrı deneyimi ve böylece ulaşmış olduğu
şeye -elinden kaçmakta olduğu gerçeğine rağmen- tutunma çabası, sanatçı
Tolstoy'un uzgörüsünden çok, düşünür Tolstoy'un istencinden ve kuramından
kaynaklanır. Programatiktir ve diğer büyük anların dolaysız inandırıcılığından
yoksundur.) Yaşanmış deneyimlerini gerçekten yaşantılayabilen az sayıda
karakterse -Planton Karatayev belki de bu tür tek karakterdir- ister istemez
ikincil karakterlerdir: Olaylar onları değiştirmez, etkilemez, özsel doğaları
da olaylara karışmaz, hayatları kendi kendilerini nesnelleştiremediği gibi,
hayatlarına bir biçim de verilemez, ancak örtük bir şekilde hissettirilebilir,
diğer karakterlerin tersine ancak somut sanatsal biçimlerde tanımlanabilir. Birer
gerçeklik değil, marjinal estetik kavramlardır sadece.
Bu üç gerçeklik katmam, Tolstoy'un dünyasında üç zaman
kavramına tekabül eder ve bunları kaynaştırmanın olanaksızlığı da bütün
zenginlik ve derinlikleriyle Tolstoy'un yapıtlarının iç sorunsalını en güçlü
şekilde hissettirir. Uzlaşım dünyası özünde zamansız bir dünyadır; kendi
anlamsız yasalarıyla seyreden, ebediyen tekerrür eden, kendini yineleyen bir
tekdüzeliktir; hiçbir yön, hiçbir gelişme, hiçbir büyüme, hiçbir ölüm
barındırmayan ebedi bir devinimdir. Karakterler gelir gider, ama bu sürekli
akışın sonucunda hiçbir şey olmaz, çünkü her figür bir diğeri kadar tözsüzdür
ve birinin yerine bir başkası koyulabilir. Biri ne zaman bu sahneye adım atsa,
biri ne zaman buı sahneden ayrılsa, hep aynı karma şık tözsüzlükle karşılaşırız
- y a da onu yadsımak zorunda kalırız. Bunun altındaysa Tolstoy doğasının
ırmağı akmaktadır: Ezeli bir ritmin sürekliliği ve tekdüzeliği. Doğada değişen
tek şey bireyin yazgısıdır ve bu da tözden yoksundur. Bireysel yazgı, akıntıya
kapılan, onunla yükselip batan bireysel yazgı, kendisinde temellenen hiçbir
anlama sahip değildir; bütünle ilişkisi kişiliğini özümlemek yerine parçalar;
farklı, benzer veya eşdeğer sayısız birçok hayatla yan yana, genel bir ritmin
öğesi değil, sadece bireysel bir yazgıdır ve böylece tamamen maddesizdir. Özsel
bir hayatı, anlamlı bir süreci bir anlığına sezdiren büyük anlar sadece birer
an olarak kalır, diğer iki dünyadan yalıtılmışlardır ve onlara kurucu,
oluşturucu, biçimlendirici bir göndermede bulunamazlar. Böylece üç zaman
kavramı sadece birbirine heterojen ve kaynaştırılamayan gerçeklikler olmakla
kalmaz, üçünün de gerçek süreyi, romanın hayat-öğesi olan gerçek zamanı ifade
etmesi imkânsızlaşır.
Kültürün dışına ve ötesine geçmek, sadece kültürü ortadan
kaldırmış, ama yerine daha sahici, daha özsel bir hayat koyamamıştır; epikle
örtüşme, arzulanan hedefe, epiğin her türü sorundan muaf gerçekliğine somut
olarak daha fazla yaklaşmak şöyle dursun, roman biçimini daha da sorunsal hale
getirmektedir sadece. (Sırf sanatsal açıdan bakındığında, Tolstoy'un romanları,
bir uç noktaya götürülmüş düş kırıklığı romanlarıdır: Flaubert'in biçiminin
aşırı, barok bir versiyonu.) Özsel doğanın bir anlığına kavranan dünyası,
sadece bir sezdiriş olarak, sadece yaşanmış bir deneyim olarak kalır;
betimlenen gerçeklik bakımından öznel ve düşünümseldir; ama sırf sanatsal bir
anlamda, daha yeterli bir gerçeklik özlemiyle aynı türden bir özlemdir yine de.
Edebi gelişme, henüz düş kırıklığı romanının ötesine geçmiş
değildir ve son dönemin edebiyatı da, özünde yeni sayılacak başka bir roman
tipinin yaratılma imkânına işaret etmemektedir; eski tiplerin eklektik ve
müritçe taklididir şu an elimizde bulunanlar, görünürdeki üretici güçleri
lirizm ve psikolojinin biçimsel olarak özsüz alanlarıyla sınırlı taklitler.
Evet, Tolstoy'un ikili bir konum işgal ettiği doğrudur.
Sırf bi çimin perspektifinden (Tolstoy'un özel örneğinde, uzgörüsünün veya
yaratmış olduğu dünyanın en önemli yönünün hakkını veremeyecek bir
perspektiftir bu), Tolstoy Avrupa Romantizminin nihai dışavurumu olarak
görülmelidir. Ama yapıtlarının taşkınlaştığı nadir büyük anlarda -her tikel yapıtın bütünü
açısından öznel ve düşünümsel olarak görülmesi gereken anlarda- Tolstoy açıkça
ayrımlaşmış, somut ve varolan bir dünyaya işaret eder: bir bütünselliğe
açılabilecek olsa, romanın kategorilerinin asla erişemeyeceği ve yeni bir
sanatsal yaratım biçimini, yenilenmiş bir epik biçimi gerektirecek olan bir
dünya.
Bu dünya, insanın bir toplumsal varlık ya da yalıtık,
benzersiz, saf ve dolayısıyla soyut bir içsellik olarak değil, sadece insan
olarak var olduğu saf "ruh-gerçekliğin" alanıdır. Bu dünya doğal ve
basitçe deneyimlenen bir şey olarak, tek sahici gerçeklik olarak ortaya
çıkabilseydi eğer, tüm tözlerinden ve ilişkilerinden yepyeni bir eksiksiz
bütünsellik inşa edilebilirdi. Bölünmüş gerçekliğimizin salt bir artalan olarak
kalacağı bir dünya olurdu bu; biz doğanın dünyasını ne kadar geride
bıraktıysak bu dünya da bizim toplumsal gerçekliğimizin ikili dünyasını o kadar
geride bırakmış olurdu. Ne var ki, sanat böyle bir dönüşümün faili olamaz asla:
Büyük epik, tarihsel uğrağa bağımlı bir biçimdir ve ütopik olanı varolan olarak
betimlemeye yönelik her çaba da, gerçekliğin yaratılmasıyla değil, biçimin
parçalanmasıyla sonuçlanabilir sadece. Roman, Fichte'nin söylediği gibi, mutlak
günahkârlık çağının biçimidir ve dünyaya aynı yıldızlar hükmettiği sürece
baskın bi çim olarak kalacaktır. Tolstoy'da, yeni bir çağm gelişine dair
sezinlemeler hissedilebilir; ama bunlar polemiksel, nostaljik ve soyut kalır.
Bu yeni dünyanın, fiilen varolana karşı her türlü
mücadeleden uzak, sadece görülen bir gerçeklik olarak resmedilişi ilk kez Dostoyevki'nin
cümlelerinde gerçekleşir. Dostoyevski'nin ve yaratmış olduğu biçimin, bu
kitabın kapsamı dışında kalmasının nedeni budur. Dostoyevski'nin yazdıkları
roman değildi ve yapıtlarında açığa çıkan yaratıcı uzgöriinün de, gerek bir
olumlama gerek bir yadsıma olarak ne ondokuzuncu yüzyıl Avrupa Romantizmiyle ne
de Avrupa Romantizmine karşı aynı ölçüde Romantik diğer birçok tepkiyle ilgisi
vardı. O, yeni dünyaya aittir. Yeni dünyanın Homeros'u veya Dante'si midir,
yoksa başka öncüler gibi o da sadece şarkılar mı bırakmıştır, daha sonra
gelecek sanatçıların bir gün hepsini büyük bir bütünlük haline getireceği
şarkılar mı sunmuştur: Sadece bir başlangıç mıdır, yoksa çoktan bir tamamlanma
mıdır - bunu ancak yapıtlarının biçimsel bir analizi gösterebilir. Tarihsel-felsefi
yorumun görevi de şuna karar vermek olacaktır o zaman: Mutlak günahkârlık
çağını gerçekten mi geride bırakmak üzereyiz, yoksa yeninin umutlarımızdan
başka habercisi yok mu?: O umutlar ki gelecekteki bir dünyanın işaretleridir,
ama sadece varolanın kısır gücüyle bile kolaylıkla ezilebilecek kadar da
cılızdırlar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder