İvan Aleksandroviç Gonçarov, Oblomov'u otuz iki-otuz üç yaşlarında, orta boylu, hoş görünümlü, koyu gri gözlü, ama yüz hatlarında herhangi bir fikir, herhangi bir yoğunluk görünmeyen, odacığında oturan silik bir kahraman olarak yarattığında, aslında roman tarihinin en ünlü kişilerinden birine can veriyordu. Hayatın hep dışında ve uzağında kalan Oblomov okurların gözünden asla kaçmayacak, gitgide insana dair belli bir durumu tanımlamanın adı olacak, hatta Lenin, Bolşevik devriminden sonra "hâlâ içimizde yaşayan" Oblomov'lardan yakınacaktı...
Bu kitapta önemli olan Oblomov değil, Oblomovluktur.
Lenin, "Rusya üç devrim geçirdi, ama yine de
Oblomovlar kaldı; çünkü Oblomovlar yalnız derebeyleri, köylüler, aydınlar
arasında değil, işçiler, komünistler arasında da vardır. Onu adam etmek için
daha çok zaman yıkamak, temizlemek, sarsmak, dövmek gerekecektir," diye
yazmıştı.
Bu kitapta önemli olan Oblomov değil, Oblomovluktur.
Dobrolyubov
Rus edebiyatının hiçbir kahramanı, ne Raskolnikov, ne
Miskin, ne Prens Andrey, eski Rus insanını, hatta bütün Doğuluları Oblomov
kadar açıklıkla, en özlü yanıyla temsil etmez.
Doğu, belki de ilk defa olarak Gonçarov'un bu büyük
eserinde kendi kendini tanımaya, Batı'dan farkını anlamaya başlamıştır.
Oblomov klasik kahramanlar gibi genel bir tip, Don Kişot
gibi, Tartuffe gibi insanlığın bir halini göstermekle birlikte, zamanına,
çevresine sıkı sıkıya bağlı bir insandır.
Oblomov, yıkılmakta olan bir toplum düzeninin, Rus derebeyi
sınıfının çocuğudur. Çiftliği vardır, köleleri vardır; ama kendisi, bütün
köklerinden kopmuş derebeyleri gibi, onları bir kâhyaya bırakıp büyük şehre,
devlet kapısına sığınmıştır.
Oblomovka, yaşayışı, gelenekleri, inanışları, aile
kuruluşu, çalışma düzeniyle eski Rusya'dır. Oblomov'un rüyasında gördüğü bu
çiftliği anlatırken, Gonçarov, eski Rusya'nın, yeni bir görüşle, destanını
yazmıştır. Ama 1850'de Oblomovka o kadar sönmüş, o kadar cılızlaşmıştır ki,
Oblomov bile orada barınamamış, Rus şehirlerinde yeni başlayan, fakat
Oblomovka'da yetişen bir adamın kavrayamayacağı, benimseyemeyeceği bir hayata
doğru sürüklenmiştir. İşte, bu iki dünya arasında açıkta kalan bir insan, Rusya'da
o tarihte yaşayan sayısız insanın temsilcisidir. Oblomovka'da köylülerin
hazırlayacağı ekmeği yemek için büyütülmüş Oblomov, ekmeğini kendi kazanan
insanlar arasında ne yapacağını şaşırır; böyle bir hayat için ta küçükten
hazırlanmamış olan iradesi yavaş yavaş söner, hayatla arası her gün biraz daha
açılarak, sonunda toplumdışı bir insan, kendini taşıyamayan bir yük olur.
Toplumsal bir kaderin Oblomov'u içine düşürdüğü bu
kaçınılmaz uyuşmayı rastgele bir tembellikle karıştırmamak gerekir. Tembel,
işten kaçan ve işsizlikte mutluluğu bulan adamdır. Oblomov'sa hiçbir zaman işe
giremeyen, işsizlikten de zevk alamayan bir adamdır. Zaman zaman kendi durumunu
açıkça gören Oblomov, üstüne çöken, hayatını bir bataklığa çeviren bu
durgunluğa acı acı isyan bile eder: "Yarım kalmış bir adam olduğunu, ruh
güçlerinin gelişmeden kaldığını, hayatına bir ağırlığın çöktüğünü düşündükçe
içi parçalanıyordu. Başkalarının zengin ve hareketli hayatını kıskanıyor; kendi
hayatının yolunu ağır bir kaya parçasıyla tıkanmış, daracık zavallı bir patika
gibi görüyordu. İçinde hiç uyanmadan kalmış, biraz kurcalanmış, fakat hiçbiri
sonuna kadar işlenmemiş birçok imkânlar olduğunu acı acı seziyordu... "
Çok eskiden atalarının kazandığı mülke ve isme hiçbir şey
eklemeden rahatça yaşamak imkânını bulan derebeyleri için mutluluk çalışmakta
değil, işsizlikte; değer, çalışanda değil, çalışmayanda idi. Toplumun yeni gelişmesinde
hiçbir rolü kalmayan derebeyleri, çocuklarını yeni hayata, Rusya'ya yeni giren
endüstrinin yarattığı çalışma yollarına sokamıyorlardı. Avrupa'dan gelen
bilgilerin, yeni hayatta gittikçe artan gereğini duyuyor, hatta çocuklarını
Alman öğretmenlere göndermeye razı oluyorlardı. Ama gene de bunun için eski
rahatlıklarından bir şey feda edemiyorlardı. Oblomov işte bu değişen hayat
koşullarının ve bu kararsız aile eğitiminin kurbanıdır; annesinin rüyalarına
büyük bir devlet adamı olarak giren Oblomov, küçük bir memur bile olamamıştır.
Oblomovka'nın ve eski Rusya'nın yıkıntıları üzerine
kurulmaya başlayan yeni hayatın mümessili Ştoltz'dur. Oblomov'un ruh zenginliği
yanında pek kuru, basit bir kukla gibi kalan Ştoltz, derebeyi, hatta Rus bile
değildir. Yeni hayata çocukluğundan beri hazırlanmış olduğu için, doğmaya
başlayan bir hayat görüşünün, Rusya'yı Avrupalılaşma yoluna götürecek
insanların temsilcisi olduğu içindir ki, Oblomov'un kendi ülkesinde
kazanamadığı mevkii, mutluluğu, refahı kolayca elde ediyor. Oblomov ölüme
benzeyen uyuşukluğa gömüldükçe, Ştoltz'un yıldızı her gün biraz daha fazla
parlıyor.
Oblomov'un ruhu Ştoltz'unkinden daha zengin, daha derindir.
Gonçarov bunu bilmiyor değil; fakat Gonçarov şimdilik bu derinlikten, bu ruh
soyluluğundan vazgeçmeye hazırdır. Rusya'nın Ştoltz gibi biraz bayağı, ama
güçlü, çalışkan insanlara ihtiyacı vardır.
Büyük Petro'dan beri Rusya'da devam eden büyük Rusya-Avrupa
kavgasında, Gonçarov hiç gözünü kırpmadan Avrupa'nın tarafını tutuyor. Diğer
büyük Rus romancıları bu yolda o kadar ileriye gidemiyorlar. Gogol,
Dostoyevski, Tolstoy Avrupa'dan çekiniyorlar, Rusya'nın manevi büyüklüğünü
kuran değerleri korumaya çalışıyorlar. Zenginleşen, büyük bir işadamı olan
Ştoltz, Dostoyevski'nin, hele Tolstoy'un nefret ettiği insanlardan biridir.
Gonçarov, Ştoltz-Oblomov karşıtlığında eski ve yeni
Rusya'yı, Doğu'yla Batı'yı karşı karşıya koymuştur. Kardeş gibi sevişen bu iki
çocukluk arkadaşı hiçbir zaman birbirini anlayamayacak, Ştoltz Oblomov'a,
Oblomov Ştoltz'a her zaman şaşarak bakacaktır.
İşte bütün durgunluğuna rağmen Oblomov'un romanını bir dram
haline getiren, bu iki ayrı insan, iki ayrı dünya karşılaşmasıdır. Gonçarov
kendinin ve ülkesinin yaşadığı bu dramı anlatırken bir iç dökme acılığına, bir
kötüleme ya da öğüt verme tatsızlığına düşebilirdi; fakat gözlemci olduğu kadar
da sanatçı olduğu için, romanın en acı yerlerinde bile sakin, hatta babacan bir
hikâyeci gülümsemesini yitirmiyor. Ancak Cervantes, Rabelais, Gogol gibi büyük
romancılarda görülen bu dram karşısında gülümseme, bu humor olmasaydı, Oblomov
bütün önemine rağmen okunamayacak kadar sıkıcı bir kitap olabilirdi. Gonçarov
sık sık konusunu, kahramanını unutarak, bir sahneyi, bir konuşmayı hatırda
tutulamayacak kadar ince, önemsiz ayrıntılarıyla anlatmak zevkine kapılıyor. Bu
yüzden düştüğü tekrarlar, uzunluklar, Fransız çevirmeninin amansız sansürüne
uğramış olmakla birlikte, kanımızca romanın en değerli tarafları arasındadır.
Özellikle "Oblomov'un Rüyası"nda marazi denebilecek bir incelemeye
varan bu ikinci plan tasvirlerinde realist edebiyatın her zaman veremediği
doyulmaz tablolar vardır. Geçmiş zamanı, adeta beş duyunun birden yardımıyla
dirilten bu "Rüya"yı Marcel Proust okumuş olsaydı, Gonçarov'u kendine
en yakın romancılardan sayabilirdi. Proust da onun gibi anlattığı âlemden
hiçbir şeyin kaybolmasına razı olmuyor, ilk bakışta tekrar gibi görünen
belirsiz renkleri biriktirerek canlı bir bütün yaratıyor.
Tıpkı Ştoltz gibi Avrupalı okuyucu da Oblomov'un hikâyesini
hiçbir zaman hakkıyla anlayamayacaktır. Gerçi Oblomov'u ancak Avrupalı bir
kafa, Gonçarov'un Avrupalılaşmış kafası edebiyata sokabilmişti. Ama Avrupa
edebiyatında bu tipin benzerine bile rastlamak imkânsızdır. Ona benzese benzese
Don Kişot, Hamlet, Werther, Adolphe, Rene gibi hasta kahramanlar, işsiz
beyzadeler benzeyebilirdi. Ama onlar işsizlikten bile iş çıkarmanın,
hayallerini şu ya da bu şekilde yaşamanın, hatta hayalleri uğrunda ölmenin
yolunu buluyorlar. Avrupa, hayallerini, gerçekleştirmek için kuran insanların
ülkesidir. Orada gerçekleşemeyen hayal bir acı kaynağı, bir tragedya konusudur.
Doğu'da ise hayal bir keyif, bir gerçekten kaçma vesilesidir. Doğulu, geviş
getirir gibi, kendi içinde başlayıp kendi içinde biten, hedefsiz, başıboş
hayaller kurar. Oblomov'da gerçeğin yerini tutan hayal, Ştoltz'da bir
teşebbüsün hazırlığı, ilk adımıdır.
Rusya'da en çok okunmuş, anlaşılmış, günlük konuşmalara
karışmış olan bu romanın, Avrupa'da en aydın okuyucular tarafından bile
anlayışsızlıkla karşılanması mukadderdi. Bizde ise Oblomov'un büyük bir anlayış
bulması beklenebilir; çünkü Oblomov'u yaratmış olan koşullar bizde de pek yakın
zamanlara kadar vardı. Hatta Türk okuyucusu tanıdıkları arasında Oblomov'a
benzeyen insanlar görebilecektir. Konya'daki çiftliğinin geliriyle Beyoğlu'nda,
bir türlü gerçekleşmeyen hayaller içinde yaşayan işsiz, yarı aydınlar ve
memurlar az değildir. Kaldı ki hepimizde, iş hayatına karışanlarımızda bile,
Oblomovluk vardır. Avrupalılaşma yolunu tutan her Doğu milletinde Oblomovluk
kolay kolay ruhlardan çıkmayacaktır. Oblomovluktan kurtulmak için onun tam
zıddını örnek tutmuş olan, dünya görüşünü iş üzerine kurmuş olan yeni Rusya'da
bile Oblomov'lar kuşağının büsbütün kuruduğu ileri sürülemez. Nitekim Lenin
diyor ki: "Rusya üç devrim geçirdi, ama gene de Oblomov'lar kaldı; çünkü
Oblomov'lar yalnız derebeyler, köylüler, aydınlar arasında değil, işçiler,
komünistler arasında da vardır. Toplantılarda, komisyonlarda nasıl
çalıştığımıza bakarsanız, eski Oblomov'un içimizde olduğunu görürsünüz. Onu
adam etmek için daha çok zaman yıkamak, temizlemek, sarsmak, dövmek
gerekecektir."
Bu çeviriyi Rusça, İngilizce ve Fransızca metinleri
karşılaştırarak yaptık. Asıl metinden başka en çok başvurduğumuz metin
İngilizce çevirisi oldu. Fransızca çevirisi Oblomov'un Fransa'da ne kadar az
anlaşıldığını gösteren bir laubalilikle yapılmıştır. Eserin yarısından fazlası
ve belki de en renkli parçaları atılmıştır. Bu çeviride metinden hiçbir parça
çıkarılmış değildir. Rusça metinden uzaklaşmış görünecek cümleler genel olarak
rahat okunmak kaygısından doğmuştur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder