Moskova

Moskova

20 Mart 2017 Pazartesi

“Geometri ortaya çıktı”: Bataklıklar üzerindeki şehir


MARSHALL BERMAN

St. Petersburg’un kuruluşu yukarıdan aşağı, zorbaca yürütülen ve dayatılan dünya modernleşme tarihinin, belki de en dramatik kertesidir. I. Peter, bu şehri 1703’de, Neva (“Çamur”) Nehrinin Lagoda Gölünden topladığı sularını getirip Baltık Denizine açılan Finlandiya Körfezine döktüğü yerde kurmaya başladı. Burasını büyük bir donanma üssü ve ticaret merkezi olarak kurmayı tasarlamıştı. Petro, Felemenk doklarında çıraklık yapmıştı. Tahta geçtiğinde ilk başarısı Rusya’yı bir deniz gücü haline getirmek oldu. Şehir, o sıralarda ülkeyi ziyaret eden bir İtalyan seyyahının dediği gibi, “Avrupa’ya açılan bir pencere” olacaktı: hem fiziksel anlamda -Avrupa ile evvelce olamadığınca yakın ilişki kurulabilecekti- hem de simgesel anlamda. Her şeyden önce Petro, Rusya’nın başkentini burada, pencereleri Avrupa’ya açılan bu yeni şehirde kurarak yüzyıllara dayalı bir geleneği ve dinsel havası olan Moskova’nın işini bitirmek istiyordu. Demeye getiriyordu ki, Rus tarihi tertemiz bir sayfada yepyeni bir başlangıç yapmalıdır. Bu sayfaya yazılanlar tamamen Avrupai olacaktı: Bu nedenle Petersburg’un kuruluşu baştan sona İngiltere, Fransa, Hollanda ve İtalya’dan getirilen yabancı mimar ve mühendislerce planlanıp tasarlandı.

Bu şehir, Amsterdam ve Venedik gibi bir adalar ve kanallar sistemi üzerine yayılacak; şehir merkezi kıyı boyunca uzanacaktı. Modeli, Rönesans’tan beri Avrupa’da geçerli standartlara uygundu; gelgelelim tüm şehirleri Ortaçağ’dan kalma eğri büğrü, dolambaçlı sokaklarla dolu Rusya’nın alışık olmadığı bir tarzda geometrik ve düz hatlıydı. Devlet resmi evrak kâtibi, bu yeni düzen karşısındaki tipik şaşkınlığı ifade eden bir şiir yazmıştı:
geometri ortaya çıktı,
kadastro her şeyi kaplıyor.
Ölçülemeyen bir şey kalmadı yeryüzünde.


Öte yandan, yeni şehrin bellibaşlı tüm özellikleri Ruslara özgüydü. Batıdaki hiçbir yönetici böylesine muazzam ölçekte bir inşaata girişemezdi. On yıl içinde bu bataklıkların ortasında 35.000 bina yükseldi; yirmi yıl içinde nüfus 100.000’e yaklaşmış ve Petersburg, bir gece içinde Avrupa’nın büyük metropollerinden biri olmuştu.
(1800 yılında Petersburg’un nüfusu 220.000’e ulaştı. Bu tarihte Moskova’nın gerisinde yeralmasına karşın (250.000) eski başkenti kısa sürede geride bırakacaktı. 1850’de Petersburg’un nüfusu 485.000’e, 1860’da 667.000’e, 1880’de 877.000’e, 1890’da bir milyonun üzerine, Birinci Dünya Savaşından hemen önceyse 2 milyona ulaştı. 19. yüzyıl boyunca Londra, Paris ve Berlin’in ardından, Viyana’yla atbaşı gelerek Avrupa’nın dördüncü ya da beşinci en büyük şehri Petersburg’du.)

XIV. Louis’nin Paris’den Versailles’a taşınması bir ölçüde bu duruma benziyordu; ama Louis’nin amacı eski başkentin siyasal önemini azaltmak değil, onu hemen yanıbaşındaki bir mevkiden denetlemekti.

Başka özellikleri de aynı ölçüde Batılıları havsalasına sığmaz şeylerdi. Petro, Rusya İmparatorluğunun her yerindeki tüm taş ustalarının yeni inşaat alanına taşınmasını emretti ve başka yerlerde taş inşaatı yasakladı. Soyluların büyük bir bölümünün yeni başkente taşınmasını ve orada saraylar yaptırmalarını emretti, aksi takdirde ünvanları ellerinden alınacaktı. Üstelik, halkın büyük bir çoğunluğunun soyluların ya da devletin mülkü durumunda olduğu bir serf toplumunda Petro, neredeyse tükenmez bir emek gücü üzerinde tam bir yetki sahibiydi. Bu esirleri soluk almaksızın çalışmaya zorlayarak zemini temizletti, bataklıkları kurutturdu, nehrin suyunu boşalttırdı, kanallar açtırdı, yumuşak toprağa payandalar yerleştirdi ve şehri inanılmaz bir hızla kurdurdu. İnsanî kayıplar muazzamdı: Üç yıl içinde yeni şehir, sayısı 150.000’e yaklaşan bir işçi ordusunu yutmuştu - sakat kalan ve ölenlerin sayısıydı bu. Devlet, durmak bilmeksizin yenilerini getirtmek için Rusya’nın içlerine uzanıp duruyordu. Şehrin inşaatı uğruna tebâsmı kütle halinde yokedebilecek bir güce ve iradeye sahip olan Petro, çağdaşı Batılı mutlak hükümdarlardan çok eski devirlerin Doğulu despotlarına -örneğin, piramitleri yaptıran Firavunlara- benziyordu. Petersburg’un dehşet verici İnsanî bedeli, en görkemli anıtlara bulaştı. Ölülerin kemikleri çok geçmeden şehrin mitoloji ve folklorunun ayrılmaz bir parçası oldu; bu şehri en çok sevenler bile farkındaydı bunun. 18. yüzyıl boyunca Petersburg, yeni seküler resmi kültürün hem merkezi, hem de simgesi haline geldi. Petro ile halefleri matematikçileri ve mühendisleri, hukukçuları ve siyasal kuramcıları, imalatçıları ve siyasal iktisatçıları teşvik edip yurtdışından getirttiler. Bir Bilimler Akademisi, devlet destekli bir teknik eğitim sistemi kurdular. Leibniz ve Christian Wolff, Voltaire ve Diderot, Bentham ve Herder, bütün bunlar imparatorluktan himaye gördüler; yapıdan tercüme edildi. Büyük Katerina devrine kadar, iktidarlarına akılcı ve faydacı bir görüntü kazandırmayı uman birçok imparator ve imparatoriçe tarafından kendilerine danışıldı, desteklendiler ve sık sık davet edildiler. Aynı zamanda özellikle İmparatoriçe Anna, Elizabeth ve Katerina devirlerinde yeni başkent, Batı tarzı mimari ve tasarım -klasik perspektif ve simetri, Barok anıtsallık, Rokoko gösterişçiliği ve neşesi- uygulanılarak süslendi, donatıldı. Tüm şehir bir siyasal tiyatroya, gündelik şehir hayatı bir seyirliğe dönüştürüldü. En önemli anıtlardan ikisi Bartolomeo Rastrelli’nin yapıtı, yeni başkentte ilk emperyal malikâne olan Kışlık Saray (1754-62) ile Etienne Falconet’in yaptığı şehrin odak noktalarından birine, Neva Nehrine bakan Senato Meydanına (1782’de) dikilen Büyük Petro’nun heykeli Bronz Süvari idi. Tüm yapılarda standart, Batı tarzı dış cepheler zorunlu tutuldu (tahta duvarlı ve soğan kubbeli geleneksel Rus stilleri kesinlikle yasaktı); sokak genişliği ve bina yüksekliği oranlan 2:1 ya da 4:1 şeklinde belirlenerek şehrin manzarasına ufuk boyunca sonsuza dek uzanır bir görüntü verilmek istendi. Öte yandan, dış duvarların gerisinde mekânın kullanımı tümüyle düzensizdi. Öyle ki özellikle şehir büyüdükçe gösterişli dış mekânlar, diplerinde teneke mahalleleri saklar oldu. Pyotr Çadayev’in deyimiyle “medeniyetin örtüleri” idi bunlar; Rusya’nın sadece medeni dış görüntüsüydü.

Kültürün bu tarzda siyasal kullanımı yeni değildi: Piedmond’dan Polonya’ya dek prensler, kral ve imparatorlar rejimlerini süslemek, meşrulaştırmak için sanat ve bilimi kullanmaya çalışıyorlardı. (Bu, Rousseau’nun 1750 tarihli Sanatlar ve Bilimler Üzerine Söylev’inde sert eleştiri konusu olmuştur.) Petersburg’da farklı olan neydi? İlk olarak, ölçeğin muazzamlığı; ikinci olarak başkent ile ülkenin geri kalan kısmı arasındaki hem çevre, hem de ideolojik anlamda köklü kopukluk, şiddetli bir direnç ve uzun dönemli kutuplaşma yaratan kopukluk; son olarak da, despot yöneticilerin ihtiyaç ve korkularından doğmuş bir kültürün olağanüstü istikrarsızlığı ve sallantısı...

18. yüzyıl boyunca Petersburg’da görülen bu oldu: Saray tarafından desteklenip teşvik edilen mucitler birden bire kendilerini itibardan düşmüş ve hapse tıkılmış (Rusya’nın ilk siyasal iktisatçısı Posoşkov ve ilk seküler siyasal kuramcısı Dmitri Golitsin gibi) kuleleri şehrin ufkunu çeviren, Petersburg’un Bastille’i Petropavlosk Kalesinde çürümeye terkedilmiş buluyor; Batı’dan getirtilerek ağırlanıp pohpohlanan düşünürler kısa süre sonra sepetleniyor; Sorbonne’da, Glasgow’da ya da Almanya’da eğitim görmek için dışarı gönderilmiş genç soylular birdenbire geri çağrılıp daha fazla öğrenmeleri yasaklanıyor; büyük afra tafrayla başlatılan anıtsal entelektüel projeler yarıda kesiliveriyordu - Diderot’un Ansiklopedisinin Pugaçev ayaklanması esnasında sürmekte olan tercüme ve edisyonu, K harfinde kalıp asla tamamlanamamıştı.

Büyük Katerina ve halefleri, 1789 sonrasında Avrupa’yı saran devrimci dalgalar karşısında dehşete kapıldılar. I. Aleksandr ile Napoleon arasındaki kısa ömürlü, imparatorluk bürokrasisinin içerisinde liberal ve meşrutiyetçi inisiyatifleri besleyen yakınlaşma haricinde 19. yüzyıl boyunca Rusya’nın üstlendiği siyasal rol, Avrupa karşı devriminin öncülüğü oldu. Ama bu rol bazı paradokslar doğuruyordu. İlk olarak, gerici düşünürlerin en yetenekli ve dinamik olanlarının -de Maistre ve Alman Romantiklerinden oluşan tüm bir yelpaze- işe koşulmasını gerektiriyordu. Ama bu da Rusya’yı başetmek için uğraştığı Batı kaynaklı itki ve enerjilerle daha fazla haşır neşir hale getiriyordu. Sonra, 1812’de Napoleon’a karşı levee-en-masse isteri, yabancı korkusu, gericilik ve zulüm dalgaları yaratmasına rağmen, ironiktir ki tam da başarısı sayesinde bir kuşağı -daha da önemlisi genç soylular ve resmi görevliler kuşağını- Paris sokaklarına sürekledi (Tolstoy’un Savaş ve Banş’ının kahramanlan gibi) bizzat kökünü kazımak için yollandıktan Batıdan geri dönen gazilere reform hevesini bulaştırdı. Bu bölümün başında bir alıntı yaptığımız de Maistre böylesi bir paradoksu hisseder gibiydi. Bir yandan, şehir merkezindeki sarayların dingin ihtişamının fırtınaya karşı bir sığmak olduğunu düşünüyor ya da düşünmek istiyor; öte yandansa, kaçtığı her şeyin burada da, hem de şehrin muazzam mekânında daha da büyümüş olarak peşinden gelmesinden korkuyordu. Devrimden kaçmaya çalışmak güneşten kaçmaya çalışmak kadar boştu belki de.

İlk kıvılcım 14 Aralık 1825’de, I. Aleksander’ın ölümünün hemen ardından imparatorluk muhafızlarının yüzlerce reformcu mensubunun - “Aralıkçılar”ın- Senato Meydanındaki Petro heykeli etrafında toplanıp Grandük Konstantin ve anayasal reform lehine karmakarışık bir gösteri düzenlemesiyle parladı. Liberal bir hükümet darbesinin ilk adımı olarak planlanan gösteri çabucak söndü gitti. Göstericiler ortak bir program üzerinde anlaşamamışlardı -kimileri için en önemli mesele anayasa ve hukukun üstünlüğü idi; ötekiler için Polonya’nın özerkliğine bürünen bir federalizm; bazıları içinse serilerin kurtuluşu- ve kendi aristokratik, askeri çevreleri dışında destek sağlamak için hiçbir çaba harcamamışlardı. Ezilmeleri ve şehadetleri -ibret duruşmaları, infazlar, kitle halinde hapis ve Sibirya sürgünleri, bütün bir kuşağı sarstı- yeni Çar I. Nikolas yönetimi boyunca otuz yıl süren bir örgütlü zorbalık ve hödüklük dönemi izledi bunu. Herzen ve Ogarev, ilk gençlik yıllarında yenik kahramanların öcünü almak için bir “Hanibal yemini” ettiler ve 19. yüzyıl boyunca onların yaktığı meşaleyi taşıdılar.

20. yüzyılın tarihçileri ve eleştirmenleri Aralıkçıların tutarsız veya karmakarışık hedeflerini, otokrasiye ve tepeden inme reforma bağlılıklarım, saldırdıkları yönetimle paylaştıkları, dışa sıkı sıkıya kapalı dünyayı vurgulayarak kuşkucu bir tavır almaktadırlar. Ama 14 Aralık’a Petersburg ve modernleşme perspektiflerinden baktığımızda, eskilere duyulan bu saygının pek de boşuna olmadığını görürüz. Şehrin kendisini yukarıdan aşağıya modernleşmenin simgesel bir ifadesi olarak gördüğümüzde 14 Aralık, şehir mekânı ve siyasal merkezinde, aşağıdan yukarıya alternatif bir modernleşme tarzını gerçekleştirmek için girişilen ilk çabayı temsil eder. O ana kadar Petersburg’un tüm sakinlerini şehre getiren devlet olmuş, hatta birçoğu buna zorlanmıştır. 14 Aralık’taysa ilk kez Petersburglular kendilerine ait nedenlerden ötürü orada olma haklarını ortaya koymuşlardır. Rousseau, en güçlü cümlelerinden birinde evlerin bir kent, hemşehrilerin ise bir şehir yaptıklarını yazmıştı.14 Aralık 1825 Petersburg’un en büyük evlerinden bazılarının sakinlerinin kendilerini birer hemşehriye, kentlerini birer şehre dönüştürme girişimleridir.

Girişim zorunlu olarak başarısız kaldı elbette ve benzer bir girişimin yinelenmesi için onlarca yıl geçmesi gerekti. Onun için Petersburgluların yaptığı, yarım yüzyıl boyunca kendine özgü ve parlak bir edebiyat geleneği, takıntı halinde, örselenmiş ve acılı modernleşmenin bir simgesi olarak kendi şehirleri üzerinde odaklaşan ve Peterburg’un yarattığı modem insanlar adına, tasavvurlar alanında şehri ele geçirmek için mücadele eden bir gelenek yaratmak oldu.


(MARSHALL BERMAN, Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor, s. 237-243, İletişim Yayınları)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder