MARSHALL BERMAN
St. Petersburg’un kuruluşu yukarıdan aşağı, zorbaca
yürütülen ve dayatılan dünya modernleşme tarihinin, belki de en dramatik
kertesidir. I. Peter, bu şehri 1703’de, Neva (“Çamur”) Nehrinin Lagoda Gölünden
topladığı sularını getirip Baltık Denizine açılan Finlandiya Körfezine döktüğü
yerde kurmaya başladı. Burasını büyük bir donanma üssü ve ticaret merkezi
olarak kurmayı tasarlamıştı. Petro, Felemenk doklarında çıraklık yapmıştı. Tahta
geçtiğinde ilk başarısı Rusya’yı bir deniz gücü haline getirmek oldu. Şehir, o
sıralarda ülkeyi ziyaret eden bir İtalyan seyyahının dediği gibi, “Avrupa’ya
açılan bir pencere” olacaktı: hem fiziksel anlamda -Avrupa ile evvelce
olamadığınca yakın ilişki kurulabilecekti- hem de simgesel anlamda. Her şeyden
önce Petro, Rusya’nın başkentini burada, pencereleri Avrupa’ya açılan bu yeni
şehirde kurarak yüzyıllara dayalı bir geleneği ve dinsel havası olan Moskova’nın
işini bitirmek istiyordu. Demeye getiriyordu ki, Rus tarihi tertemiz bir sayfada
yepyeni bir başlangıç yapmalıdır. Bu sayfaya yazılanlar tamamen Avrupai
olacaktı: Bu nedenle Petersburg’un kuruluşu baştan sona İngiltere, Fransa,
Hollanda ve İtalya’dan getirilen yabancı mimar ve mühendislerce planlanıp
tasarlandı.
Bu şehir, Amsterdam ve Venedik gibi bir adalar ve kanallar
sistemi üzerine yayılacak; şehir merkezi kıyı boyunca uzanacaktı. Modeli,
Rönesans’tan beri Avrupa’da geçerli standartlara uygundu; gelgelelim tüm
şehirleri Ortaçağ’dan kalma eğri büğrü, dolambaçlı sokaklarla dolu Rusya’nın
alışık olmadığı bir tarzda geometrik ve düz hatlıydı. Devlet resmi evrak
kâtibi, bu yeni düzen karşısındaki tipik şaşkınlığı ifade eden bir şiir
yazmıştı:
geometri ortaya çıktı,
kadastro her şeyi kaplıyor.
Ölçülemeyen bir şey kalmadı yeryüzünde.
Öte yandan, yeni şehrin bellibaşlı tüm özellikleri Ruslara özgüydü.
Batıdaki hiçbir yönetici böylesine muazzam ölçekte bir inşaata girişemezdi. On
yıl içinde bu bataklıkların ortasında 35.000 bina yükseldi; yirmi yıl içinde
nüfus 100.000’e yaklaşmış ve Petersburg, bir gece içinde Avrupa’nın büyük
metropollerinden biri olmuştu.
(1800 yılında Petersburg’un nüfusu 220.000’e ulaştı. Bu
tarihte Moskova’nın gerisinde yeralmasına karşın (250.000) eski başkenti kısa
sürede geride bırakacaktı. 1850’de Petersburg’un nüfusu 485.000’e, 1860’da
667.000’e, 1880’de 877.000’e, 1890’da bir milyonun üzerine, Birinci Dünya
Savaşından hemen önceyse 2 milyona ulaştı. 19. yüzyıl boyunca Londra, Paris ve
Berlin’in ardından, Viyana’yla atbaşı gelerek Avrupa’nın dördüncü ya da beşinci
en büyük şehri Petersburg’du.)
XIV. Louis’nin Paris’den Versailles’a taşınması bir ölçüde
bu duruma benziyordu; ama Louis’nin amacı eski başkentin siyasal önemini
azaltmak değil, onu hemen yanıbaşındaki bir mevkiden denetlemekti.
Başka özellikleri de aynı ölçüde Batılıları havsalasına
sığmaz şeylerdi. Petro, Rusya İmparatorluğunun her yerindeki tüm taş
ustalarının yeni inşaat alanına taşınmasını emretti ve başka yerlerde taş
inşaatı yasakladı. Soyluların büyük bir bölümünün yeni başkente taşınmasını ve
orada saraylar yaptırmalarını emretti, aksi takdirde ünvanları ellerinden
alınacaktı. Üstelik, halkın büyük bir çoğunluğunun soyluların ya da devletin mülkü
durumunda olduğu bir serf toplumunda Petro, neredeyse tükenmez bir emek gücü
üzerinde tam bir yetki sahibiydi. Bu esirleri soluk almaksızın çalışmaya
zorlayarak zemini temizletti, bataklıkları kurutturdu, nehrin suyunu
boşalttırdı, kanallar açtırdı, yumuşak toprağa payandalar yerleştirdi ve şehri
inanılmaz bir hızla kurdurdu. İnsanî kayıplar muazzamdı: Üç yıl içinde yeni şehir,
sayısı 150.000’e yaklaşan bir işçi ordusunu yutmuştu - sakat kalan ve ölenlerin
sayısıydı bu. Devlet, durmak bilmeksizin yenilerini getirtmek için Rusya’nın
içlerine uzanıp duruyordu. Şehrin inşaatı uğruna tebâsmı kütle halinde
yokedebilecek bir güce ve iradeye sahip olan Petro, çağdaşı Batılı mutlak
hükümdarlardan çok eski devirlerin Doğulu despotlarına -örneğin, piramitleri
yaptıran Firavunlara- benziyordu. Petersburg’un dehşet verici İnsanî bedeli, en
görkemli anıtlara bulaştı. Ölülerin kemikleri çok geçmeden şehrin mitoloji ve
folklorunun ayrılmaz bir parçası oldu; bu şehri en çok sevenler bile
farkındaydı bunun. 18. yüzyıl boyunca Petersburg, yeni seküler resmi kültürün
hem merkezi, hem de simgesi haline geldi. Petro ile halefleri matematikçileri
ve mühendisleri, hukukçuları ve siyasal kuramcıları, imalatçıları ve siyasal iktisatçıları
teşvik edip yurtdışından getirttiler. Bir Bilimler Akademisi, devlet destekli
bir teknik eğitim sistemi kurdular. Leibniz ve Christian Wolff, Voltaire ve
Diderot, Bentham ve Herder, bütün bunlar imparatorluktan himaye gördüler;
yapıdan tercüme edildi. Büyük Katerina devrine kadar, iktidarlarına akılcı ve
faydacı bir görüntü kazandırmayı uman birçok imparator ve imparatoriçe
tarafından kendilerine danışıldı, desteklendiler ve sık sık davet edildiler.
Aynı zamanda özellikle İmparatoriçe Anna, Elizabeth ve Katerina devirlerinde
yeni başkent, Batı tarzı mimari ve tasarım -klasik perspektif ve simetri, Barok
anıtsallık, Rokoko gösterişçiliği ve neşesi- uygulanılarak süslendi, donatıldı.
Tüm şehir bir siyasal tiyatroya, gündelik şehir hayatı bir seyirliğe
dönüştürüldü. En önemli anıtlardan ikisi Bartolomeo Rastrelli’nin yapıtı, yeni
başkentte ilk emperyal malikâne olan Kışlık Saray (1754-62) ile Etienne
Falconet’in yaptığı şehrin odak noktalarından birine, Neva Nehrine bakan Senato
Meydanına (1782’de) dikilen Büyük Petro’nun heykeli Bronz Süvari idi. Tüm yapılarda
standart, Batı tarzı dış cepheler zorunlu tutuldu (tahta duvarlı ve soğan
kubbeli geleneksel Rus stilleri kesinlikle yasaktı); sokak genişliği ve bina
yüksekliği oranlan 2:1 ya da 4:1 şeklinde belirlenerek şehrin manzarasına ufuk
boyunca sonsuza dek uzanır bir görüntü verilmek istendi. Öte yandan, dış
duvarların gerisinde mekânın kullanımı tümüyle düzensizdi. Öyle ki özellikle
şehir büyüdükçe gösterişli dış mekânlar, diplerinde teneke mahalleleri saklar
oldu. Pyotr Çadayev’in deyimiyle “medeniyetin örtüleri” idi bunlar; Rusya’nın
sadece medeni dış görüntüsüydü.
Kültürün bu tarzda siyasal kullanımı yeni değildi: Piedmond’dan
Polonya’ya dek prensler, kral ve imparatorlar rejimlerini süslemek,
meşrulaştırmak için sanat ve bilimi kullanmaya çalışıyorlardı. (Bu,
Rousseau’nun 1750 tarihli Sanatlar ve Bilimler Üzerine Söylev’inde sert
eleştiri konusu olmuştur.) Petersburg’da farklı olan neydi? İlk olarak, ölçeğin
muazzamlığı; ikinci olarak başkent ile ülkenin geri kalan kısmı arasındaki hem
çevre, hem de ideolojik anlamda köklü kopukluk, şiddetli bir direnç ve uzun
dönemli kutuplaşma yaratan kopukluk; son olarak da, despot yöneticilerin
ihtiyaç ve korkularından doğmuş bir kültürün olağanüstü istikrarsızlığı ve
sallantısı...
18. yüzyıl boyunca Petersburg’da görülen bu oldu: Saray
tarafından desteklenip teşvik edilen mucitler birden bire kendilerini itibardan
düşmüş ve hapse tıkılmış (Rusya’nın ilk siyasal iktisatçısı Posoşkov ve ilk
seküler siyasal kuramcısı Dmitri Golitsin gibi) kuleleri şehrin ufkunu çeviren,
Petersburg’un Bastille’i Petropavlosk Kalesinde çürümeye terkedilmiş buluyor;
Batı’dan getirtilerek ağırlanıp pohpohlanan düşünürler kısa süre sonra
sepetleniyor; Sorbonne’da, Glasgow’da ya da Almanya’da eğitim görmek için
dışarı gönderilmiş genç soylular birdenbire geri çağrılıp daha fazla
öğrenmeleri yasaklanıyor; büyük afra tafrayla başlatılan anıtsal entelektüel
projeler yarıda kesiliveriyordu - Diderot’un Ansiklopedisinin Pugaçev
ayaklanması esnasında sürmekte olan tercüme ve edisyonu, K harfinde kalıp asla
tamamlanamamıştı.
Büyük Katerina ve halefleri, 1789 sonrasında Avrupa’yı
saran devrimci dalgalar karşısında dehşete kapıldılar. I. Aleksandr ile
Napoleon arasındaki kısa ömürlü, imparatorluk bürokrasisinin içerisinde liberal
ve meşrutiyetçi inisiyatifleri besleyen yakınlaşma haricinde 19. yüzyıl boyunca
Rusya’nın üstlendiği siyasal rol, Avrupa karşı devriminin öncülüğü oldu. Ama bu
rol bazı paradokslar doğuruyordu. İlk olarak, gerici düşünürlerin en yetenekli
ve dinamik olanlarının -de Maistre ve Alman Romantiklerinden oluşan tüm bir
yelpaze- işe koşulmasını gerektiriyordu. Ama bu da Rusya’yı başetmek için uğraştığı
Batı kaynaklı itki ve enerjilerle daha fazla haşır neşir hale getiriyordu.
Sonra, 1812’de Napoleon’a karşı levee-en-masse isteri, yabancı korkusu,
gericilik ve zulüm dalgaları yaratmasına rağmen, ironiktir ki tam da başarısı
sayesinde bir kuşağı -daha da önemlisi genç soylular ve resmi görevliler
kuşağını- Paris sokaklarına sürekledi (Tolstoy’un Savaş ve Banş’ının
kahramanlan gibi) bizzat kökünü kazımak için yollandıktan Batıdan geri dönen
gazilere reform hevesini bulaştırdı. Bu bölümün başında bir alıntı yaptığımız
de Maistre böylesi bir paradoksu hisseder gibiydi. Bir yandan, şehir
merkezindeki sarayların dingin ihtişamının fırtınaya karşı bir sığmak olduğunu
düşünüyor ya da düşünmek istiyor; öte yandansa, kaçtığı her şeyin burada da,
hem de şehrin muazzam mekânında daha da büyümüş olarak peşinden gelmesinden
korkuyordu. Devrimden kaçmaya çalışmak güneşten kaçmaya çalışmak kadar boştu belki
de.
İlk kıvılcım 14 Aralık 1825’de, I. Aleksander’ın ölümünün
hemen ardından imparatorluk muhafızlarının yüzlerce reformcu mensubunun -
“Aralıkçılar”ın- Senato Meydanındaki Petro heykeli etrafında toplanıp Grandük
Konstantin ve anayasal reform lehine karmakarışık bir gösteri düzenlemesiyle
parladı. Liberal bir hükümet darbesinin ilk adımı olarak planlanan gösteri
çabucak söndü gitti. Göstericiler ortak bir program üzerinde anlaşamamışlardı
-kimileri için en önemli mesele anayasa ve hukukun üstünlüğü idi; ötekiler için
Polonya’nın özerkliğine bürünen bir federalizm; bazıları içinse serilerin
kurtuluşu- ve kendi aristokratik, askeri çevreleri dışında destek sağlamak için
hiçbir çaba harcamamışlardı. Ezilmeleri ve şehadetleri -ibret duruşmaları,
infazlar, kitle halinde hapis ve Sibirya sürgünleri, bütün bir kuşağı sarstı-
yeni Çar I. Nikolas yönetimi boyunca otuz yıl süren bir örgütlü zorbalık ve
hödüklük dönemi izledi bunu. Herzen ve Ogarev, ilk gençlik yıllarında yenik
kahramanların öcünü almak için bir “Hanibal yemini” ettiler ve 19. yüzyıl
boyunca onların yaktığı meşaleyi taşıdılar.
20. yüzyılın tarihçileri ve eleştirmenleri Aralıkçıların
tutarsız veya karmakarışık hedeflerini, otokrasiye ve tepeden inme reforma
bağlılıklarım, saldırdıkları yönetimle paylaştıkları, dışa sıkı sıkıya kapalı
dünyayı vurgulayarak kuşkucu bir tavır almaktadırlar. Ama 14 Aralık’a
Petersburg ve modernleşme perspektiflerinden baktığımızda, eskilere duyulan bu
saygının pek de boşuna olmadığını görürüz. Şehrin kendisini yukarıdan aşağıya
modernleşmenin simgesel bir ifadesi olarak gördüğümüzde 14 Aralık, şehir mekânı
ve siyasal merkezinde, aşağıdan yukarıya alternatif bir modernleşme tarzını
gerçekleştirmek için girişilen ilk çabayı temsil eder. O ana kadar
Petersburg’un tüm sakinlerini şehre getiren devlet olmuş, hatta birçoğu buna
zorlanmıştır. 14 Aralık’taysa ilk kez Petersburglular kendilerine ait
nedenlerden ötürü orada olma haklarını ortaya koymuşlardır. Rousseau, en güçlü
cümlelerinden birinde evlerin bir kent, hemşehrilerin ise bir şehir
yaptıklarını yazmıştı.14 Aralık 1825 Petersburg’un en büyük evlerinden
bazılarının sakinlerinin kendilerini birer hemşehriye, kentlerini birer şehre
dönüştürme girişimleridir.
Girişim zorunlu olarak başarısız kaldı elbette ve benzer
bir girişimin yinelenmesi için onlarca yıl geçmesi gerekti. Onun için
Petersburgluların yaptığı, yarım yüzyıl boyunca kendine özgü ve parlak bir
edebiyat geleneği, takıntı halinde, örselenmiş ve acılı modernleşmenin bir
simgesi olarak kendi şehirleri üzerinde odaklaşan ve Peterburg’un yarattığı
modem insanlar adına, tasavvurlar alanında şehri ele geçirmek için mücadele
eden bir gelenek yaratmak oldu.
(MARSHALL
BERMAN, Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor, s. 237-243, İletişim Yayınları)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder