Mehmet
Öztunç - Yol Hikâyeleri
Volga, Avrupa’da doğar, Asya’ya dökülür; bütün Asya’yı
besleyecek kadar güçlü, bütün Asya’yı yutacak kadar öfkelidir. Yatağı kendisine
dar gelen bir ırmaktır. Yatak, Volga’nın hırçın suları altında evladına ah u
vah eden bir anne gibi mahcup ve sadıktır; Volga sükûnete erdiği, yatağına
kurulduğu yerlerde boynunu büker, suyunu eksiltir.
Üzerinde, bir tarih yazılmıştır Volga’nın. Göçlerle kurulan
bir medeniyete geçit vermiş, medeniyetler korumuş; bazen keskin bir kılıç bazen
sağlam bir kalkan gibi arz-ı endam etmiştir tarihin yüzünde.
Rus, Tatar, Başkurt, Kazak… Bütün Asya Volga’yı bilir. Bir
Rus ressamın fırçasında Volga, gri bir nehir olur akar. Etrafı sazlıktır ve
sazlıklar yaban ördeği doludur. Bir Tatar gencinin gönlünde Volga bir sevda
hazinesidir. Gelinlik kız kardeşi Mehru, Volga’ya sevdalanmış olmalıdır ki
evlendiği gün Volga’nın kollarında ölmüştür. Bir Başkırt nine için Volga,
çocukların kanına susamış katil bir nehirdir. Oğlu Togay, Volga’nın gümüş pullu
balıkları için evden ayrılmış ve onda yitmiştir. Bir Kazak delikanlı için
Volga, soy bir aygırdır Asya çöllerinde coşan. Boz rengi şavkıyınca daha da
coşan soy bir aygır. Hiçbir aygır, Volga kadar uzun mesafe kat edemez.
Volga, şairlere ilhamdır, yazarlara konu . Puşkin,
Volga’nın sularından matarasını doldurmuştur. Abay, Volga sularında taze kımız
tadı almıştır. Lermantov, Volga’nın suyunu tattıktan sonra bir daha
durulmamıştır. Aytmatov, Kırgız bozkırlarında Volga’nın serinliğini almıştır.
Gümüş bir balıkla, pinti bir martının hikâyesi Volga’da bir
destan gibi anlatılır. Ne gül ile bülbülün aşkı ne de Kerem ile Aslı’nın
aşkı... Varsa yoksa gümüş balıkla, pinti martının aşkı. Fakat Volga ketum bir
nehir… Şimdiki çocuklar bu aşkı bilmezler. Atalarının pervasızlıklarının
bedelini, çocukları ödemişlerdir, bu aşkı bilmemekle, unutmakla. Volga,
Tataristan’dan geçerken toprağa âdeta bin yıllık hasretle dokunmuştur. Tatar
topraklarında Volga’nın bir buketi gibi iç içe, rengârenk bir öbek çiçeği
vardır. Efsane bu ya, kim bu öbek çiçeği kopardıktan sonra kurutmadan kırk gün
evinde saklarsa o eve ne dert girer ne de bela. O çiçekler, kundaktaki
bebeklerden daha narin, daha sevilesi çiçeklerdir.
Yolu Volga’ya düşen bir gezgin bu nehrin hiddetinden
korktu. Bir sevdayı dindirir gibi eğildi ve Volga’yı öptü. Aklına Nergis’in
hikâyesi geldi ve korkuyla gerisin geri çekildi. Çantasından bir kitap çıkardı
ve kendisini taşıyan botun üstünde Volga’ya, “İnsan Ne ile Yaşar” kitabından
ilk hikâyeyi okudu. Volga, derin bir huşu içinde bu hikâyeyi dinledi. İçindeki
kini, öfkeyi, bu yalancı dünyanın gelip geçiciliğini siyah bir yılanın gömlek
değiştirmesi gibi değiştirdi ve beyaz bir gömlek giydi. Ne sancılı bir gömlek
değiştirmeydi! Günlerce Volga’nın Hazar’a gark olduğu yerde simsiyah bir su
aktı. Barbar kavimlerin Volga’ya bıraktıkları bütün kötü duygular Hazar’da yok
olup gitti. Volga coşmuştu, gezgin elindeki kitabı korkuyla çantasına
yerleştirdi, aklına Anton Çehov’un “Vişne Bahçesi” adlı eserinden, “Git,
Volga’ya git. Volga, acı çekenlerin sesleri ile dolu.” cümlesi geldi. Canından
endişe etmişti. Gezgin, kitabını yerleştirirken bottaki hasır şapkalı Tatar
balıkçı, Rusça, kimi okuduğunu sordu. Gezgin, “Lev Nikolayeviç Tolstoy” dedi.
Tatar balıkçı, hasır şapkasını çıkardı ve sağ elinin tersi ile alnındaki kirli
teri sildikten sonra, “Tolstoy mu?” dedi.
O Tolstoy ki bütün bir dönemin kahrını çekti; bütün bir
coğrafyada Volga gibi yalnızdı bazen coşkun bazen dingin bir şekilde aktı. Her
milletten insan Tolstoy’u bilir ve ondan hikâyeler anlatır. Tolstoy’u tanımak
isteyen önce Volga’yı bilmeli, Volga bilinmeden Tolstoy tanınmaz. Bazı
varlıkların kaderi benzerdir, Tolstoy’un kaderi Volga’nın kaderine benzer.
İkisi de doğdukları yere yabancılaşır, doğdukları yerden uzaklarda, çok
uzaklarda ölürler.
Dünyanın en önemli romancılarından biri olmuş, ünü ülkesini
çoktan aşmıştı. O, ise edebiyattan kazandığı üne sert bir tekme savurmuştu.
Savaş ve Barış’ı, Anna Karanina’yı, Kroyçer Sonat’ı ayağının düzüyle itmiş;
sanatı; “mukaddes olanla sava şan bir savaşçı” olarak nitelendirmişti. Belki
onun hayatındaki kadar keskin virajlı başka hayat yoktur; buna rağmen o bütün
bu virajları son sürat almıştı. Geride bıraktıkları onu üzdüğü gibi sahip
olamadığı değerler de onu üzüyordu. Hayatının birinci döneminde sadece iyilik
ve masumiyet bayrağını elinde taşıyor; hayatının ikinci döneminde ise bu
bayrağın nasıl dokunması ve nasıl taşınması gerektiği üzerine dersler
veriyordu.
Yasnaya Polyana’da bir kont çocuğu olarak dünyaya gözlerini
açmıştır ve oldukça varlıklı bir aile içinde, şahsî yanlışlıkları dışında,
ekonomik sıkıntı çektiği bir zaman olmamıştır. Hayatının ilk döneminde ait
olduğu sınıfın farkında olan ve bunun avantajlarını en iyi şekilde kullanan bir
Tolstoy vardır. Hayatının ikinci döneminde ise yalınayak, yoksul ve her türlü haktan
yoksun insanları gördükçe içi burkulan, onların acısını yaşayan bir Tolstoy.
Dünyanın uçuruma doğru sürüklendiği dönemde o, uçurumu çok uzaklardan fark
etmiş ve çığlık çığlığa insanları eteklerinden tutmaya çalışmıştır. Dünyada
birçok insan bu çığlığı duymuş; ama ailesi onun ne çığlığını duymuş ne de
derdini dinlemiştir. O, bu hafakanlar içinde kıvranırken kendisine on üç çocuk
veren eşi Sofya bile adeta onun varlığını görmezden gelmiştir. Tolstoy,
edebiyattan elini eteğini çekmişken kitaplarının telif ücretini eşi almaktaydı;
o, insanların ölüm karşısında eşit olduklarını söylerken eşi, mensubu olduğu
sınıfın fildişi kulelerinden halka yukardan bakmaktaydı. Tolstoy, mülkiyetini
yoksullara dağıtarak kendisini Yaratıcı’dan uzaklaştıran bütün maddî
fazlalıklardan kurtulmak için uğraşırken eşi, varlığına varlık katmakla
meşguldü. O, bütün Rus gençliğine akıl hocası olmuşken eşi, onun bütün
anlattıklarına, “maval” diye gülüp geçiyordu. Dünyanın seren direği, birdenbire
çatırdamış ve Tolstoy o keskin gözleri ile direkteki çatlakları görmüştü, eşi
ise elindeki balta ile bu direğe vurdukça vuruyordu. Sonunda Yasnaya
Polyana’daki o ihtişamlı malikâne Tolstoy’un ruhunu kemiren farelerle dolmuştu,
her gece kâbuslar görmeye başlamıştı. Malikânesinin önünde toplanan gençler
Tolstoy’a makalelerinde anlattığı fikirleri pratikte de görmek istediklerini
söylüyorlardı. O ise utancından insanların içine çıkamaz olmuştu, kestane rengi
atına atlıyor ve güneş doğmadan kilometrelerce koşturuyordu. Uzaklara gitmek,
uzaklaşmak daha uzaklara gitmek… Geriye dönüp baktığında ise kendisini yanı
başında buluyordu ve uzaklığın içinde gizli olduğunu anlıyordu.
İnsanın kendisini Allah karşısında hissettiği o acziyet
içinde buluyor ve kaleminden şu satırlar dökülüyordu: “Niçin yaşamalı,
hayatımın ve başkalarının hayatının sebebi ne? Hayatımın ve başkalarının
hayatının gayesi ne? Kendi içimde hissettiğim şu iyilik ve kötülük ikiliği ne
anlama geliyor ve niçin var, nasıl yaşamalıyım? Ölüm nedir, ölüme rağmen nasıl
var olabilirim?” “Bana inanç ver Allah’ım ve başkalarının da onu bulmasına
yardımcı olmamı sağla lütfen.”
Bir ara, inziva manastır hayatı da yaşamıştı fakat Ortodoks
inancının kendisine yetmediğini, ruhundaki yaraları sağaltmadığını anlamıştı.
Zaten kilise de onu aforoz etmişti. O, Allah’a giden yolun kilisenin karanlık
ve rutubetli koridorlarından geçmediğine inanıyordu.
O, mimarı olduğu “Tolstoy”dan kaçtıkça daha güçlü bir
Tolstoy’la karşılaşıyor ve ruhunda daha derin acılar hissediyordu. Yoksul olmak
istiyor, yazdığı kitaplardan para kazanmak istemiyordu; oysa ailesi buna izin
vermiyordu. O, servetini azaltmak isterken yakınları servetini arttırıyorlardı.
Yalnız kalmak istiyordu; oysa teorisine inanmış insanlar ve gazeteciler onun
yalnız kalmasına izin vermiyorlardı. O, kendisinin acziyetini, değersizliğini
vurguladıkça insanlar, ona ermiş muamelesi yapıyorlardı.
Günlüğündeki şu cümle onun içindeki ruh travmasını çok açık
yansıtıyor: “Söyle, Leon (Aslan) Tolstoy, doktrininin ilkelerine göre mi
yaşıyorsun? Hayır, utançtan ölüyorum ve hor görülmeyi hak ettim.” Artık
kararını vermişti yaşadığı şehri, malikânesini ve kendisine azaplar veren, on
üç çocuğunun annesini, eşini Sofya Andreyevna’yı terk edecekti. Yani kendi
kendisini kovuyordu. “Bize hayatı öğret!” diye yazan gence daha cevap yazmadan
başka bir mektupta: “Malını mülkünü dağıtma ve Allah yolunda hacca giden bir
gezgin gibi yollara düşme zamanı g eldi.” yazılıydı. Kusursuzluğa ulaşmak için
yola düşmesi gerektiğine artık o da inanmaya başlamıştı.
1884’te evini terk etti ancak yoldan geri döndü, eşi doğum
sancıları çekiyordu ve eşini bu acılar içinde bırakıp gitmeyi içine
sindiremedi.
1887’de tekrar kaçtı ve eşine şu mektubu bıraktı: “ Kaçmaya
karar verdim, çünkü ilk olarak, yaşım ilerledikçe bu hayat bana daha ağır
geliyor ve yalnızlığı gittikçe artan bir kuvvetle özlüyorum. Önemli olan şey,
altmış yaşına gelen her dindar insan gibi ben de son yıllarımı Allah’a ayırmak
istiyorum. Ben şimdi yetmiş yaşındayım ve hayatımla inancım arasındaki acı ve
keskin uyumsuzluktan kurtulabilmek için ruhumun olanca gücüyle huzurun 26 Yol Hikâyeleri
ve yalnızlığın özlemini çekiyorum.” Bu cümlelerin sahibinin gücü yolda
tüketiyor ve süklüm püklüm geri dönüyor.
Son kaçışının üzerinden on üç yıl geçmiştir. Bu kez sadece
evinden değil, hayattan da kaçmıştı. 7 Kasım 1910’da Aspatova tren istasyonunda
alnı kırış kırış, güçlü ve gür sakallı bir ihtiyar, zatürreeden ölüyordu. Bu
ihtiyar, Tolstoy’du.
28 Ekim günü, daha güneş doğmadan, önceden planlandığı gibi
uşaklar, derin bir sessizlik içinde arabayı hazırlamış. Bu seksenini aşmış
ihtiyar; bir hırsız dikkati ve tedirginliği içinde arabaya yerleşmişti;
tanınmamak için, kaba saba köylü elbiseleri giymişti. Başına bir hayvan ölüsünü
andıran kirli bir kasket geçirmişti; kendisini kurtuluşa götürecek trende
üçüncü mevki bir kompartımana yerleşti. Zamanın bilinmezliği içinde sürüklenen
Tolstoy, sonunda mekânın da bilinmezliği içine savruldu ve bir ermiş edasıyla
dünyanın çekilmezliğini bir bohça gibi ruhunda taşıdı.
Bütün uğraşılarına rağmen trende bir yolcu onu tanıdı.
Devletin bütün güvenlik birimleri, onun peşindeydi. Ondan hayatı öğrenmek
isteyen insanlar, evini terk etmesini ona çok görüyorlardı. Tren Bulgaristan
sınırına yakın Aspatova’ya varınca memur, Lev Tolstoy’a geçiş izni vermedi.
Kaçarken yanına en küçük kızını da almıştı. Kız, babasının ağırlaştığını ve
terlediğini görmüş, babasının yolun sonunda olduğunu anlamıştı. Bir Germen
savaşçının bedeni kadar sert ve dayanıklı olan bu beden içinde ölümü saklayan
hastalığa yenik düşüyordu.
Tren istasyonunda ağırlanıyor. İstasyondaki oda, Tolstoy’un
vasiyetiymişçesine uğruna hayatını adadığı bir mekân gibi karşısına çıkıyor.
Yoksullar için hazırlanmış, dar ve köhne bir oda. Tolstoy, içerde can çekişirken
dışarıda aslında onun kabullenmediği fakat kopamadığı ünü yine başına dert
oluyor, meraklı yüzlerce insan, ona bir mürşitmiş gibi inanan gençler ve
pervasız gazeteciler bir gürültü tufanı koparıyorlar. Eşi Sofya Andreyevna,
gözyaşları içinde Aspatova’ya kadar geliyor. Ölmeden önce son sözleri: “Ya
mujikler! Mujikler nasıl ölür?” 28 Ekim 1910’da evini terk eden adam, 7 Kasım
1910’da bir tren istasyonunda öldü.
Yolu sıla bilmiş, yolda gurbeti tatmış yaşlı bir Rus
bilgenin yol serüveni, içinde hayatı da saklı bir serüven. Bir Rus dostum bana
bir şeyler fısıldadı: “Tolstoy, İstanbul’a gelmek için yola çıkmıştı. Çünkü
ruhunun açlığını İstanbul’da doyuracağına inanıyordu.”
Volga’ya yolunuz düşerse suya iyi bakın eğilin Tolstoy’u
sorun, inanın size ondan bahsedecektir.
Yol bitmiyor, yolculuk özlemleri dinmiyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder