Mehmet
Tanju Akad
Kaynak:
https://www.gercekedebiyat.com/
1695 yılının 10 Temmuz günü Çar Petro aniden Azak kalesi
önünde belirdiği sırada Osmanlı devleti henüz Rusya’yı önemli bir tehdit
saymıyordu.
Karadeniz tümüyle bir Türk gölü, Baltık kıyıları ise İsveç
hakimiyetindeydi. Kuzey Denizi’nde yılın büyük bölümünde buzlarla kaplı
Archangelsk hariç, tam bir kara devleti olan Rusların tek bir sandalları bile
yoktu. Ayrıca, karşılarındaki Yeniçeriler gibi ikide bir barakalarından
fırlayıp Moskova’yı dehşetten titreten “strelsy” askerleri ile köylülerden
oluşan Rus ordusu kuşatma teknikleri konusunda bilgisiz, kalabalık bir güruhtan
ibaretti.
Nitekim üç ay dört gün süren çok çetin çatışmalardan sonra
Ruslar otuz binden fazla ölü vererek çekildiler. Azak müftüsü İsmail Efendi
burada elinde kılıçla vuruşurken şehit düşmüştü.
Bu durum çok kısa bir süre içerisinde değişecekti. Dünya
tarihine “Büyük Petro” (Peter the Great) adıyla geçecek olan çar ardarda dev
reformlar yapacak ve kürk ticareti dışında hiçbir konuda önemsenmeyen Rusya
yirmi yıl içerisinde birinci sınıf devletler arasına yükselecek; üstelik ayrıca
bir deniz gücü oluşturacaktı. O kış Petro ordusunu yeniden düzenledi, kuşatma
işlerini bilen Gordon adlı bir İskoç ile Lefort adlı bir Fransızı ordularının
başına getirdi.
Ancak esas başarısı bir kış içerisinde çok sayıda gemi inşa
ederek Don Nehri ve Azak Denizi’ndeki Türk üstünlüğüne darbe vurmasıydı. Azak
Kalesi ise yeterli tamir görmemiş, takviye alamamıştı. 1696 yılında, sefer
mevsiminin hemen başında harekete geçen Petro bu kez Osmanlı gemilerini ele
geçirdi ve takviyelerin ulaşmasını önleyerek 2 ay 3 gün süren bir kuşatmadan
sonra kaleyi aldı. O sırada yıllardır Avusturya ve Venedik başta olmak üzere
“Kutsal İttifak” güçleriyle savaşan ve üç yıl sonra Karlofça Antlaşması’nı
imzalamak zorunda kalacak olan Osmanlı İmparatorluğu Azak’ı koruyacak gücü
ayıracak halde değildi. Petro buna rağmen Osmanlıların üzerine daha fazla
gitmeyi düşünmedi ve kuzeye, İsveç’in elindeki Baltık kıyılarına yöneldi.
İSVEÇ
OSMANLI İTTİFAK ARAYIŞI
Osmanlılar İsveç ile ilk olarak on altıncı yüzyılın
sonlarında temas kurmuş ancak ilişkilerin siyasi anlamda önem kazanması 1632
yılında Gustaf Adolph tarafından İstanbul’a gönderilen Paul Strassburg ile
başlamıştır.
Protestan İsveç bu sırada Avrupa’yı kasıp kavuran otuz yıl
savaşlarının önemli taraflarından biri olarak Avusturya ile savaş halindeydi.
Osmanlılar ise genel olarak katoliklere karşı protestanları destekleme
politikası güdüyordu.
Ne var ki dünyanın ilk modern ordularından birisini kurmuş
olan Gustav kısa süre sonra muharebede hayatını yitirdi. Yine de İsveçliler
önce Avusturyalılara, sonra da Ruslara karşı ittifak arayışlarını sürdürdüler.
İsveç komutanı Torstenson Erdel Kralı Rakoçi ile bir savunma antlaşması yapmış
ve bu sayede onun Avusturya’dan bazı kaleleri almasını sağlamıştı. Otuz Yıl
Savaşları 1648 yılında sona ermiş, İsveç 1652 yılında Osmanlıların üst
otoritesini kabul eden Erdel ile bu kez Ruslara karşı bir antlaşma yapmıştı.
1656’da İstanbul’a elçi olarak Claude Soholam gönderilmiş,
kendisi kuzeyden Ruslara hücum ederken Kırım Hanı’nın da güneyden ilerleyerek
birlikte hareketlerini önermişti. Ne var ki İsveç kralı Karl Gustaf o dönemde
Polonya ile savaş halindeydi ve Sadrazam Köprülü Mehmet Paşa onun önce Polonya
ile barış yapmasını şart koştu.
Anti-katolik politikalarına rağmen Osmanlılar zayıf bir
katolik Polonya’nın varlığının devamından yanaydılar. İsveçliler yine de bir
Erdel heyeti ile İstanbul’a geldiler. Osmanlı hükümeti Lehistan kralı olmak isteyen
Rakoçi’nin elçisini Yedikule’de hapsederek İsveçlileri eli boş geri gönderdi.
Daha sonra İsveçlilerle birlikte Polonya’ya yürüyen Rakoçi, Kırım Hanı
tarafından bozguna uğratıldı ve 18. yüzyıl başına kadar İsveç ile ticari veya
siyasi hiçbir ilişki kurulmadı.
İşte, tam da bu dönemde Büyük Petro Rusya’yı modern bir
devlet haline getirdi.
Osmanlıların “Deli” adını verdikleri Petro hanedan içinde
uzun bir mücadeleyi takiben iktidara gelirken Rusya’yı gerilik ve
ilkellikten kurtarmaya karar vermişti. Bunun için seçtiği yol, Osmanlıların yüz
yıl sonra başvuracakları yolun aynısı idi: askerlikten eğitime, hukuktan devlet
yönetimine kadar her alanda batı kurumlarını almak.
Henüz bir prens iken maiyetinden iki bölük oluşturarak yeni
taktikleri denemeye başlamış, bu birlikler daha sonra 1917’ye kadar yaşayacak
olan Preobrazenshky ve Semyonovsky alaylarına dönüşmüştü. Denize çıkmadan büyük
bir devlet olunamayacağını görmüştü.
Henüz çar olmadan Pleschev gölünün kıyısında Rusya’nın ilk
sandalını inşa etti. Bu sandal Rus donanmasının atası sayılarak müzeye
kaldırılacaktı.
Söz konusu başlangıç girişimleriyle, daha on altıncı
yüzyılda yetmiş tersanede her yıl yüzlerce gemi yapan Osmanlıları denizde
yenecek bir gücü oluşturması büyük bir ibret dersidir.
Petro bundan sonra Yeniçeriler gibi başlarına buyruk olan
strelsy birliklerini çok kanlı bir şekilde lağvetmişti. Osmanlı ise
Yeniçerileri kaldırmak için yüz yirmi yıl daha bekleyecekti.
Petro gemi yapımını öğrenmek için Hollanda’ya giderek sade
bir işçi olarak aylarca tersanede çalışmış, Avrupa’yı gezerek krallar ve bilim
adamlarıyla tanışmış, yeni icatları ve parlamento uygulamalarını öğrenmiş ve
her alanda uzman kişileri ülkesine getirmişti.
Askerlikte de topçu erliğinden başlamış ve her rütbeyi tek
tek sıra ile kazandıktan sonra ordusunun başına geçmişti.
Osmanlıların ona deli demeleri yaptıklarını
anlayamadıklarını gösterir. Petro Baltık kıyılarını alınca Neva Nehri’nin
denize kavuştuğu yerde kendi adıyla anılan Petrograd kentini kurmuş ve büyük
bir idari, ticari merkez haline getirmiş, bu kent aynı zamanda Rusya’nın bilim
ve sanat merkezi olmuştur. Rusya’nın Avrupa kültürünü ve kurumlarını
almakta Osmanlılardan daha başarılı olmasının nedeni, hiç kuşkusuz Hıristiyan
olmasıydı.
Petro yeni Rus ordusunu hazırlarken önce savaşa girmeye
cesaret edememiş, ancak Polonya Kralı Jan Sobieski, Karlofça öncesinde Türkler
ile ayrı bir barış yapacağını söyleyince Azak’a karşı harekete geçmişti.
Acelesinin nedeni Kutsal İttifak karşısında sıkışan
Osmanlılar ile yapılacak anlaşmada kendisinin de çıkar beklemesiydi.
Azak’a karşı ikinci seferinde kendisine güven gelince bu
kez İsveç ile savaşı göze aldı. 1700 yılında Osmanlılar ile İstanbul’da bir
antlaşma yaparak güneyini sağlama aldı, Polonya ve Danimarkalılar ile
Saksonları yanına alarak harekete geçti. Ne var ki karşısında dişli bir rakip
olan XII. Karl’ı buldu.
1697 yılında henüz on beş yaşında kral olan XII. Karl tüm
hayatını askerlik mesleğine adamıştı. Önce Danimarka üzerine yürüyüp onları
barışa razı ettikten sonra 30 Kasım 1700 tarihinde Narva’da Rusları yendi.
1701’de Dvina’da Saksonları, 1702 yılında da Polonyalıları bozguna uğratıp
kendi istediği Stanizlav Leszczynski’yi kral seçtirdi. Bundan sonraki beş yıl
boyunca Baltık kıyısındaki nehir ve bataklıklarda Ruslar ile kale almaca
oynadılar. O sırada yelken teknolojisine tam hakim olamamış olan Ruslar sığ
sular için inşa ettikleri kadırgalarla etkin oluyorlardı.
1707 yılında Karl Petro’nun günden güne kuvvet kazandığını
görerek kesin sonuçlu bir muharebe için Rusya’yı istila etmeye karar verdi.
Kaynakları sınırlı olan İsveç Rusya ile sonsuza kadar savaşamazdı.
İsveç ordusu hazırlıklarını tamamladıktan sonra Rusların
Polonya sınırında savunma mevzileri hazırlamalarını bekledi. 1908 yılının ilk
günlerinde tüm mevzilerin uzağından geçip savaşmadan ilerleyerek Rusya’ya
girdiler. Ne var ki burada ilerde Napoleon ve Hitler’in karşılaşacakları
şeylerin aynısıyla, yani karakış, gerilla savaşı ve yanmış toprak politikasıyla
karşı karşıya geldiler. Buna rağmen seferi sürdürecek kaynakları
toplayabildiler, çünkü Baltık kıyılarından destek alabiliyorlardı. Bütün yıl
İsveçliler kesin sonuçlu muharebe aradılar ve Ruslar her şeyi yakıp yıkarak
çekildiler. Bu arada Karl’a ikmal maddeleri götüren bir İsveç birliğinin ele
geçirilmesi Rusların moralini yükselti. Buna rağmen Petro İsveçlilerin
karşısına çıkabilmek için daha uygun bir fırsatın oluşmasını bekliyordu.
İsveçliler ise Ukrayna Kazaklarının şefi Mazeppa’nın kendilerine katılmasıyla
bir miktar destek buldular.
Petro derhal harekete geçerek Kazakların başkenti Baturin’i
ele geçirdi ve Karl gelmeden bütün cephane ve yiyecek maddelerini yaktı, halkı
kılıçtan geçirdi.
İsveçliler şimdi Rusya’nın ortasında ikmalsiz kalmışlardı.
1908 kışı Karl için son derece zor geçti ve Petro her geçen
gün kuvvetlenirken İsveç ordusu soğuk, açlık ve küçük muharebelerle erimeye
başladı.
İSTANBUL'DA
NELER OLUYORDU?
Tüm bunlar olurken İstanbul’da muazzam bir diplomatik
hareketlilik vardı. Protestan İsveçliler, Katolik Polonyalılar ve Müslüman
Kırım Tatarlarının Hanı Devlet Giray, nefret edilen Ortodoks Ruslara karşı
savaş açılması için padişahı sıkıştırıyorlardı.
Petro’nun İstanbul’daki elçisi Peter Tolstoy ise
Osmanlıların tarafsızlığını sağlamak için bunlara karşı sürekli mücadele
içerisindeydi.
Bu tarihi an Rusya’nın kaderini belirleyecekti. Ne var ki
1703 yılındaki darbe sonunda tahtı kardeşi II. Mustafa’dan devralmak zorunda
kalan III. Ahmet savaş yapmamaya kararlıydı.
Bu büyük bir basiretsizlikti, çünkü aradan iki yıl bile
geçmeden Rusya’ya karşı tek başına savaşmak zorunda kalacaktı.
İkmal hatları kesilmiş durumda Rusya’nın ortasında kalan
Karl, 8 Temmuz 1709 günü Poltava’da nihayet savaşı kabul eden Petro karşısında
yenildi ve ordusunu yitirerek yanında kalan altı yüz askeriyle birlikte
Osmanlılara sığınarak Bender kalesindeki uzun misafirliğine başladı.
Karl’ın Rusya’da iki kış geçirerek iyice yıprandıktan sonra
Poltava’da dağılan ordusu o dönemde dünyanın en etkili birliklerinden
oluşuyordu ve birebir girdiği her muharebeyi kazanacak güçteydi.
Osmanlılar bu ordunun dağılmasını beklemek yerine birlikte
hareket etmeyi seçselerdi dünyanın kaderi değişecekti!
Poltava’dan sonra Petro, küstah bir şekilde Karl ve
Mazeppa’nın iadesini isteyip ayrıca Balkanlardaki Ortodoks tebayı isyana teşvik
edince III. Ahmet savaşa mecbur oldu. Osmanlı ordusu 1711 yazında Rus ordusunu
Prut kıyısındaki bataklıklarda sıkıştırdı.
Petro barış istedi ve bunun hemen kabul edilmesi kendisinin
de şaşırmasına neden oldu.
Baltacı Mehmet Paşa’nın kıpırdayacak hali kalmayan
kuşatılmış Petro ile son derece ılımlı koşullarla antlaşma yaptıklarını öğrenen
Karl onun ordugahına gelerek bu durumu şiddetle protesto etti.
Baltacı’nın Azak kalesinin iadesi karşısında Petro’nun tüm
ordusuyla çekip gitmesine izin vermesinin nedenleri daima tartışma konusu
olmuş, hatta bu konuda Petro’nun eşi Katerina’ya rol veren birçok asılsız
efsaneler uydurulmuştur.
Rus ordusu imha edilseydi Petro’nun yeni bir ordu kurması
çok uzun bir zaman alabilirdi. Olayın gerçek nedenini tam olarak bilmemekle
birlikte Paşa’nın son hücum için Yeniçerilere güvenmemesi birçok tarihçi
tarafından nakledilen bir konudur.
Ama sadece birkaç gün beklese bile Ruslar açlıktan bitap
düşeceklerdi.
Diğer nedenler de Osmanlı yönetiminin içinde bulunduğu
kargaşalık, paşaların sürekli olarak birbirleri aleyhine komplo kurmaları ve
kimsenin ordu ve bürokrasiye hakim olamamasıdır.
Karl bu sırada, Osmanlıların Rusya politikasını etkilemek
için sınıra yakın Bender’deki ikametini uzattıkça uzatıyordu.
Aradan 3.5 yıl geçtikten sonra Osmanlılar 1713 yılında onu
zorla Dimetoka’ya getirdiler. Burada da 1.5 yıl kaldıktan sonra nihayet
ülkesine döndü.
Bu zorunlu misafirlik Rusya yerine Avusturya ve Venedik ile
hesaplaşma peşindeki Osmanlı yönetimi için ciddi bir sıkıntı yarattı.
Gitmemekte direndiği için ona “demirbaş” dediler.
Olaylar Osmanlıların çok yıpranmış oldukları bir dönemde
meydana geldi ama krizi son derece basiretsiz bir şekilde yönettikleri ve
ellerine geçen hiçbir avantajı kullanamadıkları da bir gerçektir. Bunun nedeni
yönetimin çözülme sürecine girmesiydi.
Karl 1718 yılında Norveç’te bir kaleyi kuşatırken bir
keskin nişancının kurşunuyla öldü. İsveç, Baltık’taki kayıplarından sonra artık
büyük güçler arasından çıkmıştı. Petro ise 1725 yılında öldüğü zaman Rusya
artık büyük güçler arasında yer alıyordu.
III. Ahmet’e gelince, bir ayaklanma sonucunda hükümdar olan
bu padişah yine bir ayaklanma ile 1730 yılında tahtı bırakmak zorunda kaldı.
Daha acısı bu hareketin liderinin Patrona Halil bir hamam tellağı olmasıydı.
III. Ahmet sadrazam ve kaptan paşayı öldürtüp cesetlerini
at meydanına gönderdiği halde asileri tatmin edememiş ve hayatı için
pazarlık ve feragat etmişti. Çekildiği saray dairesinde altı yıl daha yaşadı.
ÇORLULU
ALİ PAŞA’NIN İDAMI
Krizin tırmanmakta olduğu 1706 yılında sadrazam olan
Çorlulu Ali Paşa Karl’ı destekleyerek III. Ahmet’i Ruslara karşı savaşa razı
etmek istiyordu. Padişahtan gizli olarak Kırım Hanı’na haber göndererek
İsveçlilere yardım etmesini istemişti.
Ama başka paşalar bu durumu padişaha anlatınca hem
azarlandı, hem de engellenip, Karl’a karşı sözünde durmamış vaziyete düştü. Ona
gönderdiği aracılar ve hediyeler de kabul edilmedi.
Ne var ki Poltava muharebesinden sonra İsveçlilerin
aleyhine dönerek Karl’ın ülkeden çıkartılması için girişimde bulundu.
Karl’ın İstanbul’daki elçisi Kont Poniatowski bu
değişikliğin Rus elçisi Tolstoy’dan alınan rüşvete bağlı olduğunu III. Ahmet’e
anlatınca 1710 Haziran’ında sadrazamlıktan alındı ve Kefe’ye tayin edildi.
Ne var ki Rusya ile ilişkiler giderek gerginleşirken
hiddete kapılan III. Ahmet Kapıcıbaşı Mustafa Ağa’yı peşinden gönderip onu
yoldan döndürdü. Gelibolu’dan bir çektiriye bindirilip Midilli’ye gönderildi.
Kendisinden de iki bin kese altın istendi.
Bu parayı vermedi ama esas itibariyle Rus politikasındaki
değişikliği ihanet olarak görüldüğü için idamı için Şeyhülislam Parmakçızade
Seyyid Efendi’den fetva alındı.
27 Aralık 1711 günü idam edildi, başı kesilip İstanbul’a
getirilerek Divanyolu’ndaki cami ve medresesinin yanına defnedildi.
Kendisinin İstanbul’da başka hayratları da bulunmaktadır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder