Rusya
Devlet Başkanı Putin’in The National Interest için kaleme aldığı 'Büyük Zaferin
75. yılı: Tarih ve gelecek karşısındaki ortak sorumluluk' başlıklı makalesi
Kaynak:
https://turkey.mid.ru/tr/
İkinci Dünya Savaşı biteli 75 yıl geçti. Bu süre zarfında
birkaç nesil yetişti. Dünyanın politik haritası değişti. Nazizm karşısında
muazzam ve ezici zafer elde ederek tüm dünyayı kurtaran Sovyetler Birliği artık
yok. Savaşta yaşananlar katılımcıları için bile artık uzak bir geçmiş oldu.
Peki, neden Rusya’da 9 Mayıs en önemli bayram olarak kutlanırken her yıl 22
Haziran’da hayat sanki duruyor ve boğaz düğümleniyor?
Geleneksel bir deyim vardır: Savaş her ailenin tarihinde
derin iz bıraktı. Bu ifadenin ardında, milyonlarca insanın yaşamı, sıkıntılar
ve acılar, aynı zamanda gurur, hak ve hatıralar duruyor.
Ebeveynlerim için savaş, 2 yaşındaki kardeşim Vitya’nın
öldüğü ve mucizevi bir şekilde annemin hayatta kaldığı kuşatılmış Leningrad’ın
korkunç acıları demek. Babam evde kalma fırsatı varken gönüllü olarak doğup
büyüdüğü şehri savunma gitti, milyonlarca Sovyet vatandaşı gibi davrandı.
Nevskiy Pyataçok bölgesinde savaştı, ağır yaralandı. Bu yıllar ne kadar bizden
uzaksa ebeveynlerle konuşma, yaşamlarındaki savaş dönemini daha yakından tanıma
ihtiyacı o kadar büyük. Ama artık bir şeyler sormak mümkün değil, bu yüzden
babam ve annemle bu konudaki sohbetleri, onların cimri duygularını kutsal bir
şey gibi kalbimde saklıyorum.
Çocuklarımızın, torunlarımızın ve çocuklarının atalarının
hangi sınavlardan ve acılardan geçtiğinin farkında olmaları ben ve yaşıtlarım
için önemli. Nasıl ve neden hayatta kalıp zafer elde edebildiler? Tüm dünyayı
şaşırtan ve hayran eden gerçekten demir gibi güçlerini nereden aldılar? Evet,
kendi evlerini, çocuklarını, yakınlarını, ailelerini savunuyorlardı. Ama
herkesi birleştiren vatana, anayurduna olan sevgiydi. Bu bütünüyle halkın özüne
yansıyan derin, kişisel bir duygu, Nazilere karşı kahramanca ve fedakarca
mücadelede belirleyici rol oynadı.
Sıkça şu soru yöneltiliyor: Mevcut nesil kritik durumda
nasıl davranacak, ne yapacak? İnsanların hayatlarını kurtarmak için ‘kırmızı
bölgeye’ giden genç doktorlar, hemşireler, dünkü öğrenciler gözlerimin
önündeler. Kuzey Kafkasya, Suriye’de ölümünü göze alarak uluslararası terörle
mücadele eden askerlerimiz, henüz çok genç çocuklar! Efsanevi, ölümsüz 6. hava
indirme bölüğünde askerlerin çoğu 19-20 yaşlarındaydı. Ama hepsi, Büyük
Vatanseverlik Savaşı’nda vatanımızı koruyan kahramanlara layık olduğunu
gösterdi.
Bu yüzden, borcunu yerine getirmenin ve gerekirse kendine
acımamanın Rusya halklarının huyunda olduğundan eminim. Özveri, vatanseverlik,
evine, ailesine ve ülkesine olan sevgi, bu değerler bugün de Rusya toplumu için
temel, direk niteliğini taşıyor. Ülkemizin bağımsızlığı büyük ölçüde bu
değerler üzerinde duruyor.
Şimdi halkın ortaya çıkardığı Ölümsüz Alay gibi yeni
gelenekler var. Ölümsüz Alay, şükran dolu hatıralarımızın, nesiller arasındaki
canlı kan bağlarının yürüyüşüdür. Milyonlarca insan, anayurdunu korumayı
başaran ve nazizmi bozguna uğratan yakınlarının fotoğraflarıyla yürüyüşe çıkıyor.
Bu, hayatlarının, geçtikleri sınavların ve feda ettiklerinin, bize bıraktıkları
Zaferin hiçbir zaman unutulmayacağı anlamına geliyor.
Geçmiş ve gelecek karşısındaki sorumluluğumuz, korkunç
trajedilerin tekrarlanmasına izin vermemek için her şey yapmak. Bu yüzden
İkinci Dünya Savaşı ve Büyük Vatanseverlik Savaşı ile ilgili bu yazıyı kaleme
almayı bir borç bildim. Dünya liderleriyle sohbetlerde bu fikri defalarca
görüştüm, anlayışla karşıladıklarını gördüm. Geçen yılın sonlarında, Bağımsız
Devletler Topluluğu zirvesinde, şu konuda hemfikirdik: Nazizme karşı zaferin
öncelikle Sovyet halkı tarafından elde edildiği, bu kahramanlıklar dolu
mücadelede tüm Sovyetler Birliği cumhuriyetlerinin temsilcilerinin hem cephede
hem cephenin gerisinde omuz omuza durduğu hatırasını torunlarımıza iletmek
önemli. Aynı zamanda mevkidaşlarımla savaş öncesindeki o karmaşık dönemi de
konuştuk.
Bu konuşma, Avrupa ve dünyada büyük yankı uyandırdı. Demek
ki, geçmişin derslerine dönmek gerçekten gerekli ve güncelliğini koruyor. Aynı
zamanda çok sayıda duygusal tepki, kötü gizlenen duygular, ağır suçlamalar
vardı. Bazı politikacılar alışkanlıktan aceleyle Rusya’nın tarihi yeniden
yazdığını söyledi. Ama aynı zamanda sunduğumuz tek bir olguyu, argümanı
çürütemediler. Tabii, orijinal belgelerle tartışılmak zor ve hatta imkansız.
Üstelik bu belgeler sadece Rusya’nın değil, diğer ülkelerin arşivlerinde de
var.
Bir kez daha şu açık şeyi hatırlatıyorum: 2. Dünya
Savaşı’nın derin nedenleri pek çok açıdan Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra
alınan kararlardan kaynaklanıyor. Versay Barış Antlaşması, Almanya için derin
haksızlığın simgesi haline geldi. Bu anlaşma, ülke için soygun anlamına
geliyordu, zira Batılı müttefiklere, ekonomisini tüketecek dev tazminatlar
ödeme zorunluluğuyla karşı karşıya bırakılıyordu. Müttefik ordunun baş komutanı
Fransız mareşal Ferdinand Foch, Versal için şu isabetli tarifte bulunmuştu: 'Bu
barış değil, yirmi yıllık bir ateşkes.'
Almanya’daki radikal ve intikamcı eğilimleri besleyen uygun
ortamı oluşturan tam da bu küçük düşürülme oldu. Naziler bu duyguları büyük bir
ustalıkla manipüle etti, kendi propagandalarını inşa etti, Almanya'yı 'Versay
mirasından' kurtarma, ülkenin eski gücünü geri kazanma sözünü verdi, aslında
Alman halkını yeni savaşa itti. Paradoks, ama buna doğrudan veya dolaylı olarak
başta İngiltere ve ABD olmak üzere Batı ülkeleri yardımcı oldu. Bu ülkelerin
finansal ve sanayi çevreleri, askeri amaçlı ürünler üreten Alman fabrikalara
oldukça aktif bir şekilde sermaye yatırdı. Aristokrasi ve politik elitler arasında
da, Almanya ve genel olarak Avrupa’da yükselişe geçen radikal, aşırı sağcı,
milliyetçi hareketlerine destek veren çok sayıda kişi vardı.
Versay 'dünya düzeni' çok sayıda gizli çelişki ve açık
çatışmalar doğurdu. Bunların temelinde, Birinci Dünya Savaşı galiplerinin keyfi
bir şekilde çizdiği yeni sınırlar yatıyordu. Yeni harita çizildikten kısa süre
sonra toprak iddiaları ve karşılıklı suçlamalar başladı ve bunlar saatli
bombaya dönüştü.
Birinci Dünya Savaşı’nın en önemli sonuçlarından biri
Milletler Cemiyeti oldu. Uzun vadeli barış ve kolektif güvenliğin sağlanması
konusunda bu uluslararası örgütten yana büyük beklentiler vardı. Bu ilerleyici
bir fikirdi, tutarlı bir şekilde hayata geçirilmesi hiç abartısız küresel savaş
kâbusunun tekrarlamasını önleyebilirdi.
Fakat muzaffer güçler İngiltere ve Fransa’nın
hâkimiyetindeki Milletler Cemiyeti, etkisizliğini sergileyerek boş konuşmalar
deryasında boğuldu. Sovyetler Birliği’nin eşit haklara dayanan bir kolektif
güvenlik sistemini kurma yönündeki sayısı çağrılar Milletler Cemiyeti ve genel
olarak Avrupa kıtası tarafından duyulmadı. Özellikle de saldırganlık önünde
duvar örebilecek Doğu Avrupa ve Pasifik anlaşmalarını imzalama teklif edildi.
Bu teklifler göz ardı edildi.
Milletler Cemiyeti dünyanın farklı bölgelerinde çatışmaları
da önleyemedi, misal İtalya’nın Etiyopya’ya saldırısı, İspanya’daki iç savaş,
Japonya’nın Çin’i işgali, Avusturya’nın ilhakı. Hitler ve Mussolini’nin yanı
sıra İngiltere ve Fransa liderlerinin de katıldığı Münih komplosu sonucu,
Milletler Cemiyeti’nin tam onayıyla Çekoslovakya parçalandı. Bu bağlamda şunu
kaydetmek isterim: Stalin, dönemin Avrupa liderlerinin çoğunun aksine, Batılı
çevreler tarafından oldukça saygıdeğer politikacı olarak gösterilen ve Avrupa
başkentlerinde hoş karşılanan Hitler ile bir araya gelerek imajına leke
sürmedi.
Çekoslovakya’nın parçalanmasında, Almanya’nın yanında
Polonya da yer aldı. Bu ülkeler, Çekoslovakya’nın hangi bölgelerinin kime
kalacağına önceden ve birlikte karar verdi. 20 Eylül 1938’de, Polonya’nın
Almanya Büyükelçisi Jozef Lipski, Polonya Dışişleri Bakanı Jozef Beck’e
Hitler’in şu vaatlerini bildiriyordu: 'Polonya’nın Teschen’deki çıkarları
zemininde, Polonya ve Çekoslovakya arasında çatışmanın çıkması durumunda Reich
yanımızda yer alacak.' Hatta Nazi elebaşı, Polonya’nın eylemlerinin ancak
'Almanlar Südet dağlarını ele geçirdikten sonra… takip etmesi' yönünde tüyo
veriyordu, tavsiyelerde bulunuyordu.
Polonya, Hitler’in desteği olmadan saldırgan planlarının
başarısız olmaya mahkum olduğunun farkındaydı. Bu noktada, 1 Ekim 1938’de
Almanya’nın Varşova Büyükelçisi Moltke’nin Jozef Beck ile Polonya-Çekya
ilişkilerine ve Sovyetler Birliği’nin bu konudaki duruşuna ilişkin sohbetten şu
kaydı aktarmak isterim: 'Sayın Beck … Münih Konferansı’nda Polonya menfaatlerinin
uygun bir şekilde yorumlanmasından ve Çekya çatışması sırasındaki tutumun
samimiyetinden dolayı büyük şükranlarını dile getirdi. Polonya hükümeti ve
halkı, fuhrer ve Reich Şansölyesi’nin duruşuna saygı duyuyor.'
Çekoslovakya’nın bölünmesi acımasız ve arsızca gerçekleşti.
Münih, kıtada kalan kırılgan ve formalite olan garantileri bile yıktı,
karşılıklı anlaşmaların hiçbir değerinin olmadığını gösterdi. Avrupa'da büyük
bir savaşın kaçınılmaz hale gelmesinin tetikleyicisi olan Münih komplosuydu.
Bugün, başta Polonya yöneticileri olmak üzere Avrupalı
politikacılar Münih’i gizli tutmak istiyor. Neden? Sadece ülkelerinin
yükümlülüklerine ihanet ettiğinden, Münih komplosuna destek verdiğinden, bazı
ülkelerin de ganimet dağıtımına katıldığından değil, aynı zamanda, 1938’in o
dram dolu günlerinde Çekoslovakya’yı savunan tek ülkenin Sovyetler Birliği
olduğunu anımsamanın rahatsız edici olmasından kaynaklanıyor.
Sovyetler Birliği, Fransa ve Çekoslovakya ile yapılan
anlaşmalar dahil uluslararası yükümlülüklerinden hareketle bu trajediyi
önlemeye çalışıyordu. Oysa Polonya, çıkarlarını güderek Avrupa’da kolektif
güvenlik sistemini oluşturulmasına tüm var gücüyle engel oluyordu. Polonya
Dışişleri Bakanı Josef Beck, 19 Eylül 1938’de, daha önce adını andığımız
Büyükelçi Lipski’ye, Hitler ile yapacağı görüşme öncesinde şunu yazdı: 'Polonya
hükümeti, Çekoslovakya’yı korumak amacıyla uluslararası bir müdahaleye katılma
teklifini geçen bir yıl boyunca tam dört kez reddetti.'
İngiltere ve o dönemde Çeklerin ve Slovakların başlıca
müttefiki olan Fransa, garantilerden vazgeçerek Doğu Avrupa’nın bu ülkesini
kaderine terk etmeyi tercih etti. Sadece yalnız bırakmak değil Nazilerin doğu
yönündeki emellerini yönlendirdiler, hedefleri Almanya ve Sovyetler Birliği’nin
kaçınılmaz olarak çatışmaya girmesi ve birbirini tüketmesiydi.
Batı'nın 'yatıştırma' politikası bundan ibaretti. Sadece
Nazi Almanya’sına yönelik değil, Anti-Komintern Paktı’nın diğer üyeleri faşist
İtalya ve militarist Japonya’ya yönelik de yanı politika uygulandı. Bu
politikanın Uzay Doğu’daki doruk noktası, Tokyo’yu Çin’de özgür bırakan 1939
İngiltere-Japonya anlaşması oldu. Avrupa’nın önde gelen ülkeleri, Almanya ve müttefiklerinin
dünya için arz ettiği tehlikeyi kabul etmek istemiyorlardı, savaşın onları
teğet geçmesini umuyorlardı.
Münih komplosu, Sovyet Birliği'ne, Batı ülkelerinin
güvenlik sorunlarını onun çıkarlarını dikkate almadan çözmeye çalışacağını,
fırsat olunca da Anti-Sovyet cephe oluşturabileceğini gösterdi.
Bununla birlikte Sovyetler Birliği, tekrar ediyorum Batı
ülkelerinin ikiyüzlü duruşuna rağmen, Hitler karşıtı koalisyonu kurmak için son
ana kadar her fırsatı kullanmaya çalıştı. Sovyetler yönetimi, istihbarat
servislerinden 1939’daki İngiltere-Almanya temaslarıyla ilgili ayrıntılı bir
bilgi elde etti. Dikkat çekiyorum: bu temaslar oldukça yoğundu, üstelik
neredeyse Fransa, İngiltere ve Sovyetler Birliği temsilcilerinin üçlü
görüşmeleriyle aynı anda yapılıyordu. Ayrıca Batılı partnerler bu üçlü
görüşmeleri kasıtlı olarak geciktiriyordu. Bu bağlamda, İngiltere arşivlerinden
şu senedi göstermek istiyorum. Bu, 1939 Ağustos ayında Moskova’ya gelen
İngiltere askeri misyonunun yönergesi. Bu yönergede, doğrudan heyetin
'görüşmeleri çok yavaş yürütmesi' gerektiği, 'Birleşik Krallık hükümetinin,
ayrıntılı bir şekilde açıklanan ve hareket özgürlüğümüzü kısıtlayabilecek
yükümlülükleri üzerine almaya hazır olmadığı' belirtiliyor. Ayrıca şunu
kaydederim ki, İngiliz ve Fransızlardan farklı olarak Sovyet heyetinin başında
Kızıl Ordu’nun üst düzey yöneticileri vardı, onlar 'Avrupa’da saldırganlığa
karşı İngiltere, Fransa ve Sovyetler Birliği tarafından askeri savunmanın
organizasyonu ile ilgili askeri anlaşmayı imzalamak' için gereken tüm yetkilere
sahiplerdi.
Sovyet tarafına herhangi bir taahhütte bulunmak istemeyen
Polonya, müzakerelerin başarısız olmasında rol oynadı. Polonya yönetimi, Batılı
müttefiklerin baskısı altında bile Wehrmacht’la mücadelede Kızıl Ordu ile
işbirliği yapmayı reddetti. Jozef Beck, ancak Ribbentrop’un Moskova’ya
geldiğini öğrendiğinde isteksizce, doğrudan değil, Fransız diplomatlar
aracılığıyla Sovyet tarafını bilgilendirdi: '... Alman saldırganlığına karşı
ortak eylemde bulunmamız halinde, belirlenecek teknik şartlar altında Polonya
ve SSCB arasında işbirliği yapılabilir.' Beck, meslektaşlarına şunları da
söyledi: '... Bu formülasyona sadece taktikleri kolaylaştırmak için karşı
çıkmıyorum ve SSCB’ye ilişkin ilkesel bakış açımız kesindir ve değişmeyecektir.'
Oluşan bu durumda Sovyetler Birliği, Almanya ile
Saldırmazlık Paktı imzaladı ve Avrupa ülkeleri arasında bunu yapan son
ülkelerden biri oldu. Üstelik, batıda Almanya ve Khalkhin-Gol nehri üzerinde
halihazırda yoğun muharebelerin yaşandığı doğuda Japonya ile olmak üzere iki
cephede savaşmaya yönelik gerçek bir tehlike bulunmasına rağmen.
Stalin ve çevresi birçok adil suçlamayı hak ediyor. Bizler,
hem rejimin kendi halkımıza karşı işlediği suçları hem de kitlesel baskıların
oluşturduğu dehşeti unutmadık. Tekrar etmek isterim ki, Sovyet liderleri birçok
konuda suçlayabilirsiniz ancak dış tehditlerin niteliğini anlamadıkları
konusunda değil.
Sovyetler Birliği’ni Almanya ve müttefikleriyle baş başa
bırakma girişimlerini gördüler ve ülke savunmasının pekiştirilmesi için değerli
bir zaman kazanmak adına bu gerçek tehlikenin farkına varılmasında rol aldılar.
O dönemde akdedilen Saldırmazlık Paktı’na ilişkin olarak, günümüzde özellikle
modern Rusya’ya yönelik çok sayıda konuşma ve iddia var. Evet, Rusya SSCB’nin
devamı ve Sovyet dönemi, tüm zaferleri ve trajedileriyle bin yıllık tarihimizin
ayrılmaz bir parçası. Ancak Sovyetler Birliği’nin Molotov-Ribbentrop Paktı
olarak da anılan bu paktı hukuki ve ahlaki açıdan önem verdiğini hatırlatmak
isterim.
24 Aralık 1989 tarihli Yüksek Konsey kararında, gizli
protokoller 'bu komploda sorumluluğu bulunmayan Sovyet halkının iradesini'
yansıtmayan bir 'kişisel iktidar belgesi' olarak resmen kınandı.
Bununla birlikte diğer devletler, Naziler ve Batılı
politikacılar tarafından imzalanan anlaşmaları hatırlamamayı tercih ediyor.
Bazı Avrupalı yetkililerin Nazilerin barbar planlarını ve onların doğrudan
teşvik edilmesini kabul etmesini üzerinin örtülmesi de dahil olmak üzere bu tür
işbirliğini yasal veya siyasi açıdan desteklemelerinden bahsetmiyorum bile.
Polonya’nın Almanya büyükelçisi J. Lipski’nin 20 Eylül
1938’de Hitler’le sohbeti sırasında kullandığı alaycı ifadenin anlamı nedir:
'…Avrupa’nın sorununun çözülmesi karşılığında biz [Polonyalılar] Varşova’da
onun harika bir heykelini dikeceğiz.'
Bazı ülkelerin Nazilerle yaptığı anlaşmaların 'gizli
protokolleri' ve ekleri olup olmadığını da bilmiyoruz. Tek yapabileceğimiz
'söylenenlere inanmak.' Özellikle, gizli İngiliz-Alman müzakereleriyle ilgili
materyallerin gizliliği henüz kaldırılmadı. Bu nedenle, tüm devletleri
Rusya'nın son yıllarda yaptığı gibi arşivlerini açma sürecini başlatmaya, daha
önce bilinmeyen savaş öncesi ve savaş dönemi belgelerini yayınlamaya
çağırıyoruz.
Bu konuda geniş kapsamlı işbirliğine, tarih bilimcilerinin
ortak araştırma projelerine hazırız. Ama şimdi İkinci Dünya Savaşı’ndan hemen
önce yaşanan olaylara geri dönelim.
Çekoslovakya’yı yerle bir ettikten sonra Hitler’in yeni
topraklara yönelmeyeceğine inanmak naiflik olurdu. Bu kez Çekoslovakya
bölümündeki suç ortağı Polonya’ya ilerledi. Bu arada, buradaki gerekçe yine
Versay’ın mirası, yani sözde Danzig koridorunun kaderi oldu. Daha sonra
Polonya’nın trajedisi gerçekleşti. Burada İngiliz-Fransız-Sovyet askeri
ittifakının akdedilmesini engelleyen ve Batılı ortakların yardımına güvenen,
halkını Nazi imha makinesine bindiren Polonya yönetimi tamamen kabahatliydi.
Alman saldırısı, Blitzkrieg doktriniyle tam uyum içinde
gelişti. Polonya ordusunun sert, kahramanca direnişine rağmen, savaşın
başlamasından bir hafta sonra, 8 Eylül 1939’da Alman birlikleri Varşova’nın
eteklerine gelmişti.
Polonya’nın askeri-politik eliti, 17 Eylül’e gelindiğinde
işgalcilere karşı savaşmaya devam eden halkına ihanet ederek Romanya
topraklarına kaçtı.
Almanya’ya savaş ilan edildikten sonra Fransız birlikleri
Alman topraklarının sadece yirmi-otuz kilometre derinliğine kadar ilerledi. Tüm
bunlar, sadece aktif bir gösteri gibi görünüyordu. Ayrıca, 12 Eylül 1939’da
Fransa’nın Abville kentinde ilk kez toplanan İngiliz-Fransız Yüksek Askeri Konseyi,
Polonya’daki olayların hızla gelişmesi nedeniyle saldırıyı tamamen durdurmaya
karar verdi.
Kötü hatırlanan 'garip savaş' başladı. Bu, Fransa ve
İngiltere’nin Polonya’ya olan yükümlülüklerini yerine getirmeyip düpedüz ihanet
etmesidir. Daha sonra, Nürnberg süreci sırasında, Alman generaller doğuda hızlı
bir şekilde başarıya ulaştıklarını açıklalar ve Almanya Silahlı Kuvvetleri
Yüksek Komutanlığı Harekat İdare Merkezi Başkanı General A. Jodl şu itirafta
bulundu: '... Eğer 1939’da yenilmediysek, bunun nedeni, Batı’da Polonya ile
savaşımız sırasında 23 Alman bölüğüne karşı duran yaklaşık 110 Fransız ve
İngiliz bölüğünün tamamen pasif kalmasıydı.'
Ağustos ve Eylül 1939’daki dramatik günlerde SSCB ve
Almanya arasındaki temaslara ilişkin tüm materyallerin arşivlerden
çıkarılmasını talep ettim.
Belgelere göre, 23 Ağustos 1939 tarihli Almanya ve SSCB
arasındaki Saldırmazlık Paktı’nın Gizli Protokolü’nün 2. maddesinde, Polonya
devletinin sınırları içinde yer alan bölgelerin bölgesel ve siyasi olarak
yeniden düzenlenmesi durumunda, iki ülkenin çıkar alanlarının sınırının
'yaklaşık olarak Narev, Vistül ve Sana nehirleri boyunca uzanması' gerektiği
belirtiliyordu.
Başka bir deyişle, Sovyet nüfuz alanı, sadece ağırlıklı
olarak Ukrayna ve Belarus halklarının yaşadığı bölgeler değil, aynı zamanda Bug
ve Vistül nehirleri arasındaki tarihi Polonya topraklarını da içeriyordu.
Şu anda çoğu kişi bu gerçeği bilmiyor. Eylül 1939’un ilk
günlerinde Polonya’ya yapılan saldırıdan hemen sonra, Berlin’in Moskova’yı
askeri operasyonlara katılmaya ısrarla ve tekrar tekrar çağırdığının
bilinmediği gibi.
Ancak Sovyet liderliği bu çağrıları görmezden geldi ve
dramatik şekilde gelişmekte olan olaylara son fırsata kadar karışmayı
düşünmedi. Ancak nihayetinde İngiltere ve Fransa’nın müttefiklerine yardım
etmeye çalışmadığı ve Wehrmacht’ın tüm Polonya’yı hızla işgal edebileceği ve
fiilen Minsk’e kadar ilerleyeceği anlaşıldığında, 17 Eylül sabahı Kızıl Ordu
birliklerinin günümüzde Belarus, Ukrayna ve Litvanya topraklarının bir parçası
olan doğu bölgelere ilerlemesine karar verildi.
Görünene göre, başka seçenek kalmamıştı. Aksi takdirde
SSCB’nin riskleri katbekat artacaktı, zira tekrar etmek isterim ki, eski
Sovyet-Polonya sınırı Minsk’in sadece birkaç on kilometre uzağından geçiyordu
ve Nazilerle olası kaçınılmaz savaş, ülke için son derece olumsuz stratejik
pozisyonda başlayacaktı.
Brest ve Grodno, Przemysl, Lviv ve Vilnius yakınında
yaşayan Yahudiler de dahil olmak üzere farklı milletlerden milyonlarca insan,
yok edilmek üzere Nazilerin ve yerel işbirlikçileri olan Yahudi karşıtlarının
ve radikal milliyetçilerin eline bırakılacaktı.
Sovyetler Birliği’nin son fırsata kadar giderek şiddetlenen
çatışmaya katılmaktan kaçınmaya çalışması ve Almanya tarafında olmak
istememesi, Sovyet ve Alman birliklerinin gerçek temasının gizli protokolde
belirtilen sınırların çok daha doğusunda gerçekleşmesine yol açtı. Taraflar,
Vistül’de değil, henüz 1919’da Entente tarafından Polonya’nın doğu sınırı
olarak önerilen Curzon hattında karşı karşıya geldi. Bilindiği gibi,
halihazırda meydana gelen olaylarda ‘keşke’ demek zordur.
Sadece şunu söyleyebilirim ki, Eylül 1939’da Sovyet
yönetimi SSCB’nin batı sınırlarını daha da batıya, Varşova’ya kadar genişletme
fırsatına sahipti ancak bunu yapmamaya karar verdi. Almanlar yeni bir statüko
kurmayı önerdi.
28 Eylül 1939’da Moskova’da Ribbentrop ve Molotov, SSCB ve
Almanya arasında Dostluk ve Sınır Anlaşması’nın yanı sıra iki ordunun fiilen
olduğu, devlet sınırı olarak tanınan sınır hattının değiştirilmesine ilişkin
gizli protokolü imzaladılar.
1939 sonbaharında, askeri-stratejik, savunma görevlerini
yerine getiren Sovyetler Birliği, Letonya, Litvanya ve Estonya’yı birleştirme
sürecine başladı. Bu ülkelerin SSCB’ye girişleri, seçilmiş yönetimlerin
mutabakatıyla sözleşmeye dayalı olarak gerçekleştirildi. Bu, o dönemin
uluslararası ve devlet hukuku normlarına uygundu. Bunun yanında, Ekim 1939'da,
daha önce Polonya’nın bir parçası olan Vilnius şehri ve çevresindeki bölge
Litvanya’ya iade edildi. SSCB içindeki Baltık Cumhuriyetleri, iktidar
organlarını, dillerini korudu ve Sovyet yüksek devlet yapılarında
temsilcilikler açtı.
Tüm bu aylar boyunca, üçüncü ülkeler tarafından görünmeyen
diplomatik ve askeri-siyasi mücadele, istihbarat çalışmaları durmadı. Moskova
yönetimi, karşısında uzlaşmaz ve acımasız bir düşman olduğunu ve halihazırda
Nazizmle gizli bir savaş yapıldığını anladı. O yıllardaki resmi açıklamaları,
resmi protokol notlarını SSCB ile Almanya arasındaki 'dostluğun' kanıtı olarak
görülmesi için hiçbir dayanak bulunmuyor.
SSCB, sadece Almanya ile değil, diğer ülkelerle de aktif
ticari ve teknik temaslara sahipti. Bununla birlikte Hitler, SSCB’yi defalarca
İngiltere karşı karşıya getirmeye çalıştı ancak Sovyet yönetimi bu çağrılara
boyun eğmedi.
Hitler, Molotov’un Kasım 1940’taki Berlin ziyareti
sırasında Sovyetler Birliği’ni ortak eylemde bulunmaya ikna etmek için son
girişiminde bulundu. Ancak Stalin’in talimatlarına tam olarak uyan Molotov,
Almanların SSCB’nin Eylül 1940’ta imzalanan ve İngiltere ve ABD’ye karşı cephe
alan Üçlü Pakta (Almanya, İtalya ve Japonya ittifakı) katılım fikrine ilişkin
genel konuşmalarla sınırlı kaldı. Molotov’un 17 Kasım’da Londra’da bulunan
Sovyet elçisi Mayskiy’e aşağıdaki talimatı vermesi tesadüf değil: 'Rehber
edinmeniz için... Berlin’de hiçbir anlaşma imzalanmadı ve imzalanması teklif
edilmedi. Berlin’deki olay, görüş alışverişiyle sınırlı kaldı... Almanlar ve
Japonlar, görünüşe göre, bizi Basra Körfezi ve Hindistan’a doğru itmek
istiyorlar. Almanya’dan gelen bu tür tavsiyelerin yersiz olduğunu düşündüğümüz
için bu konunun tartışmasını reddettik.' 25 Kasım’da ise Sovyet yönetimi bu
konuda son noktayı koydu: Alman birliklerinin Finlandiya’dan çekilmesi, SSCB ve
Bulgaristan arasında karşılıklı yardım anlaşması ve daha birçoğu dahil olmak
üzere Berlin’e Naziler için kabul edilemez koşullar sundu ve böylece Pakt’a
katılmaya yönelik her türlü fırsatı bilinçli olarak geri çevirdi.
Bu tutum,
Führer’in SSCB’ye karşı savaş başlatma niyetini kesin olarak pekiştirdi. Aralık
ayına gelindiğinde Hitler, stratejistlerinin iki cephede savaşmanın feci
tehlikeler doğuracağı yönündeki tüm uyarılarını bir kenara bırakarak,
Barbarossa planını onayladı. Bunu yaparken Sovyetler Birliği’nin Avrupa’da
kendisine karşı çıkan ana güç olduğunun ve doğuda gerçekleşecek muharebenin
dünya savaşının sonucunu belirleyeceğinin farkındaydı. Moskova çıkarmasının
kısa süreli ve başarılı olacağından da emindi.
Özellikle vurgulamak isterim ki, o dönemde Batılı ülkeler
Sovyetlerin eylemlerini fiilen onayladılar, Sovyetler Birliği’nin güvenliğini
sağlama amacı güttüğünü kabul ettiler. Nitekim 1 Ekim 1939’da dönemin Bahriye
Nazırı W. Churchill, radyoda yaptığı konuşmada şunları söyledi: 'Rusya kendi
çıkarları doğrultusunda soğuk bir politika izliyor... Rusya’nın Nazi
tehdidinden korumak için Rus ordularının [yeni batı sınırı] bu hatta durmaları
için açık bir şekilde gerekliydi.' 4 Ekim 1939’da Lordlar Kamarası’nda İngiliz
Dışişleri Bakanı E.Halifax şunları söyledi: '...Sovyet hükümetinin eylemlerinin
sınırın esasen Versay Konferansı sırasında Lord Curzon tarafından önerilen
hatta kadar taşınmasını amaçladığı unutulmamalıdır... Ben sadece tarihsel
gerçekleri aktarıyorum ve bunların inkar edilemez olduğunu düşünüyorum.' Ünlü
İngiliz politikacı ve devlet adamı D. Lloyd-George şunları vurguladı: 'Rus
orduları, Polonya’ya ait olmayan ve Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Polonya
tarafından güç kullanılarak ele geçirilen toprakları ele geçirdi... Rusların
ilerlemesini Almanların ilerlemesiyle aynı kefeye koymak suç teşkil eden bir
çılgınlık olurdu.'
Sovyet yetkili temsilci Mayskiy ile yapılan gayri resmi
sohbetlerde İngiliz üst düzey politikacılar ve diplomatlar daha açık
konuştular. 17 Ekim 1939’da İngiltere Dışişleri Bakan Yardımcısı R. Butler
şunları ifade etti: '... İngiliz hükümet çevreleri, Batı Ukrayna ve Belarus’un
Polonya’ya iadesi konusunda bir sorun olamayacağını düşünüyor. Yalnızca SSCB ve
Almanya’nın değil, aynı zamanda İngiltere ve Fransa’nın garantisiyle mütevazi
boyutlara sahip etnografik bir Polonya kurmayı başarsaydık, İngiliz hükümeti
tamamen tatmin olurdu.' 27 Ekim 1939’da N.Chamberlain’in baş danışmanı G.
Wilson şöyle konuştu: 'Polonya, kendi etnografik tabanında ancak Batı Ukrayna
ve Belarus olmadan bağımsız bir devlet olarak yeniden tesis edilmelidir.'
Bu görüşmeler sırasında Sovyet-İngiliz ilişkilerinin
iyileştirilmesi için de ‘sondaj yapıldığını’ belirtmek gerekir. Bu temaslar,
büyük ölçüde gelecekteki ittifakın ve Hitler karşıtı koalisyonun temellerini
attı. Sorumlu, ileri görüşlü politikacılar arasında bilindik SSCB antipatisine
rağmen daha önce SSCB’yle işbirliği yapılmasını savunan Churchill öne
çıkıyordu. Henüz Mayıs 1939’da Avam Kamarası’nda şunları söyledi:
'Saldırganlığa karşı büyük bir ittifak kuramazsak ölümcül tehlike altında
olacağız. Sovyet Rusya ile doğal işbirliğini reddedersek, bu en büyük aptallık
olur.' Avrupa’da askeri eylemlerin patlak vermesinden sonra, 6 Ekim 1939’da
Mayskiy ile yaptığı görüşmede kendinden emin bir şekilde şunları söyledi:
'...İngiltere ve SSCB arasında ciddi görüş ayrılıkları yok, dolayısıyla
gerilimli ve memnun edici olmayan ilişkiler için bir neden de yok. İngiliz
hükümeti ticari ilişkiler geliştirmek istiyor. İkili ilişkilerin
geliştirilmesine yardımcı olabilecek her türlü diğer önlemleri de tartışmaya
hazır.'
İkinci Dünya Savaşı bir saatte çıkmadı, aniden, birden bire
başlamadı. Almanların Polonya’ya yönelik saldırısı da ani değildi. Savaş, o
dönemdeki dünya siyasetinde etkili olan birçok eğilim ve faktörün sonucudur.
Savaş öncesi tüm olaylar tek bir zincirde sıralanmıştı. Ancak elbette, insanlık
tarihindeki en büyük trajedinin zeminini hazırlayan ana husus, devlet egoizmi,
korkaklık, güç kazanan saldırgana göz yumma, siyasi elitlerin uzlaşma aramaya
hazır olmamasıydı.
Bu nedenle, Nazi Dışişleri Bakanı Ribbentrop’un iki günlük
Moskova ziyaretinin İkinci Dünya Savaşı’na yol açan ana sebep olduğunu öne
sürmek adil olmaz. Önde gelen tüm ülkeler, savaşın çıkmasından bir dereceye
kadar sorumludur. Her bir ülke, başkalarının önüne geçmenin, kendine tek
taraflı avantajlar sağlamanın veya yaklaşan küresel felaketin uzağında durmanın
mümkün olduğuna inanarak onarılamaz hatalar yaptı. Bu dar görüşlülüğün,
kolektif güvenlik sistemi kurmayı reddetmenin cezasını milyonlarca can kaybı
vererek ve muazzam kayıplar yaşayarak ödemek zorunda kaldılar.
Bunları bir hakim rolü üstlenme, birilerini suçlama veya
haklı gösterme, dahası tarihsel alanda devletler ve halklar arasında
yaşanabilecek yeni bir uluslararası bilgi çatışması başlatmaya yönelik en ufak
bir niyet taşımadan yazıyorum. Farklı ülkelerden önde gelen bilim insanlarının
geniş şekilde temsil edildiği akademik bilim çevrelerinin, geçmiş olayların
dengeli değerlendirmelerini araştırması gerektiğine inanıyorum. Hepimizin
gerçeğe ve nesnelliğe ihtiyacı var. Kendi adıma, meslektaşlarımı her zaman
sakin, açık, güvenilir bir diyalog kurmaya, ortak geçmişimize kendimizi
eleştirdiğimiz, ön yargısız bir bakış açısıyla yaklaşmaya çağırdım. Bu
yaklaşım, o dönemde yapılan hataların tekrarlanmamasını ve uzun yıllar boyunca
barışçıl ve başarılı bir gelişimin sağlanmasını mümkün kılacaktır.
Ancak, ortaklarımızın çoğu henüz birlikte çalışmaya hazır
değil. Aksine, hedeflerine ulaşmak için, ülkemize yönelik enformasyon
saldırılarının sayısını ve kapsamını artırıyorlar, kendilerini haklı göstermek,
suçluluk duygusu yaşattırmak istiyorlar, ikiyüzlü, politize edilmiş bildiriler
yayınlıyorlar. Örneğin, 19 Eylül 2019’da Avrupa Parlamentosu tarafından
onaylanan ‘Avrupa’nın Geleceği İçin Tarihsel Hafızayı Korumanın Önemi’ ile
ilgili karar, Nazi Almanyası ile birlikte SSCB’yi İkinci Dünya Savaşı’nı
başlatma konusunda doğrudan suçladı. Doğal olarak, orada Münih’ten
bahsedilmiyor.
Bu tür ‘kağıtların’ bu kararı bir belge olarak
adlandıramayacağına inanıyorum ve şurası açık ki, skandalda tehlikeli gerçek
tehditler yer alıyor. Sonuçta, bu karar çok saygın bir organ tarafından kabul
edildi. Peki bu bize neyi gösterdi? Ne kadar üzücü olsa da, bugün bu yalan
deklarasyon lehine oy veren bazı temsilcilerin ülkeleri tarafından onur ve
sorumluluk meselesi olarak görülen savaş sonrası dünya düzenini yok etmek için
bilinçli bir politika izleniyor. Böylece evrensel uluslararası kurumlar,
Nürnberg Mahkemesi’nin sonuçlarına, 1945’teki zaferden sonra kurulan dünya
toplumunun çabalarına ellerini kaldırdılar. Bu bağlamda, Avrupa Parlamentosu da
dahil olmak üzere ilgili yapıların doğduğu Avrupa’daki entegrasyon sürecinin ancak
geçmişten çıkarılan dersler, bu derslerin hukuki ve siyasi açıdan net biçimde
değerlendirilmesi sayesinde mümkün olduğunu anımsatmak isterim.
Bilinçli olarak
bu fikir birliğini sorgulayanlar tüm savaş sonrası Avrupa’nın temellerini
yıkıyorlar.
Dünya düzeninin temel ilkelerine yönelik tehdide ek olarak,
manevi, ahlaki bir taraf da vardır. Hafızayla dalga geçilmesi, alay edilmesi
ahlaksızca bir tutumdur. 2. Dünya Savaşı’nın sona ermesinin 75. yıldönümüyle
ilgili açıklamalarda SSCB hariç Hitler karşıtı koalisyonun tüm üyeleri yer
aldığında, bu ahlaksız tutum kasıtlı, ikiyüzlü ve tamamen bilinçli bir hal
alıyor. Ahlaksızlık, Nazizme karşı mücadele eden savaşçıların onuruna
dikilen anıtları yıkıp, istenmeyen bir ideolojiye ve sözde işgale karşı
mücadeleye dönük sahte sloganlarla utanç verici eylemleri temize çıkarıldığında
korkaklık oluyor. Ahlaksızlık, neo-Nazilere ve Bandera’nın mirasçılarına
karşı olanlar öldürüldüğünde ve yakıldığında kanlı oluyor. Tekrar etmek isterim
ki, ahlaksızlık farklı şekillerde ortaya çıkabiliyor ancak bu durum onu
bayağılıktan kurtarmıyor.
Tarih derslerini unutmak kaçınılmaz olarak ağır bir bedel
ödetiyor. Belgelere dayalı olarak doğrulanmış tarihsel gerçeklere dayanarak
gerçeği kararlılıkla savunacağız ve İkinci Dünya Savaşı’nın olayları hakkında
dürüst ve tarafsız bir şekilde konuşmaya devam edeceğiz. Bunun için Rusya’da
İkinci Dünya Savaşı tarihi ve savaş öncesi dönem ile ilgili en geniş arşiv
belgelerinden, film ve fotoğraflardan oluşan bir koleksiyonunu oluşturmak
amacıyla büyük ölçekli bir projeyi uygulamaya koyduk.
Bu tür çalışmalar halihazırda devam ediyor. Bu makalenin
hazırlanmasında yeni, yakın zamanda açığa çıkarılan, gizliliği kaldırılmış
birçok materyal de kullandım. Bu bağlamda, SSCB’nin Almanya’ya karşı
önleyici bir savaş başlatma niyeti olduğunu teyit edecek hiçbir arşiv belgesi
bulunmadığını sorumluluk bilinci içinde belirtebilirim. Evet, Sovyet
askeri yönetimi saldırganlık durumunda Kızıl Ordu’nun hızlı bir şekilde düşmana
karşılık vermesini, saldırıya geçmesini ve düşman topraklarında savaşmasını
öngören doktrine bağlıydı. Ancak bu tür stratejik planlar, asla Almanya’ya
saldıran ilk taraf olma niyeti bulunduğu anlamına gelmiyordu.
Elbette, bugün tarihçilerin elinde askeri planlama
dokümanları, Sovyet ve Alman karargahlarının direktifleri bulunuyor. En
nihayetinde, olayların gerçekte nasıl geliştiğini biliyoruz. Birçok kişi, bu
bilginin yüksekliğine göre ülkenin askeri-siyasi yönetiminin eylemleri,
hataları, yanlış hesaplamaları hakkında konuşuyor. Bu nedenle, Sovyet liderlerinin
muazzam çeşitlilikte yanlış bilgi akışının yanında Nazilerin hazırlık yaptığı
saldırı hakkında gerçek bilgiler de elde ettiğini belirtmek isterim. Sovyet
liderler, savaş öncesi aylarda savaş yükümlülüğü bulunanların cepheye
çağrılması, birliklerin ve rezervlerin iç askeri bölgelerden batı sınırlarına
kaydırılması da dahil olmak üzere ülkenin savaşa hazırlık durumunun
artırılmasına yönelik adımlar attılar.
Savaş aniden çıkmadı, bekliyorlardı ve hazırlık
yapıyorlardı. Ancak Nazilerin saldırısı, yıkıcı güç tarihinde gerçekten hiç
görülmemişti. 22 Haziran 1941’de Sovyetler Birliği, neredeyse tüm Avrupa’nın
endüstriyel, ekonomik, askeri potansiyelinin hizmet ettiği dünyanın en güçlü,
mobilize ve eğitimli ordusuyla karşı karşıya geldi. Bu ölümcül istilaya sadece
Wehrmacht değil, aynı zamanda Almanya’nın uyduları, Avrupa kıtasındaki diğer
birçok ülkenin askeri birlikleri de katıldı.
1941’deki ağır askeri yenilgiler ülkeyi felaketin eşiğine
getirdi. Olağanüstü yöntemlerle, ulusal seferberlikle ve ülkenin ve halkın tüm
güçlerinin harekete geçirilmesiyle savaşa hazırlık durumunu ve askeri yönetimi
yeniden aktif hale getirmeleri gerekti. 1941 yazında, düşman ateşi altında,
ülkenin doğusunda milyonlarca vatandaşın, yüzlerce fabrika ve üretim tesisinin
tahliyesine başlandı. En kısa sürede, savaşın yaşandığı ilk kış mevsiminde
cepheye teslim edilen silah ve mühimmatların üretimine başlandı ve 1943’e doğru
Almanya ve müttefiklerinin askeri üretimi değerlerinin üstüne çıkıldı. Bir
buçuk yıllık sürede, Sovyet halkı hem cephede hem de cephe arkasında imkansız
görünen şeyleri başardı. Bu büyük başarılar için gereken sıradışı çabaları,
cesareti ve özveriyi idrak etmek, anlamak, tahayyül etmek hala zor.
Güçlü, dişlerine kadar silahlanmış, soğukkanlı, işgalci
Nazi makinesi, vatan topraklarını koruma, barışçıl hayatı, insanların
planlarını ve umutlarını yerle bir eden düşmandan intikam alma arzusuyla birlik
olan Sovyet toplumunun devasa gücünü ayağa kaldırdı.
Elbette bu korkunç, kanlı savaş sırasında, bazı insanlar
korku, kargaşa ve umutsuzluğun esiri oldu. İhanet ve firar vakaları görüldü.
Devrim ve İç Savaş’ın yarattığı acımasız faylar, nihilizm, ulusal tarihe,
geleneklere, Bolşeviklerin özellikle iktidara geldikten sonraki ilk yıllarda
aşılamaya çalıştıkları dine yönelik alaycı tutum kendisini hissettirdi. Ancak
Sovyet vatandaşlarının ve yurtdışına giden yurttaşlarımızın genel tutumu
farklıydı, onlar anavatanı korumak ve kurtarmak istiyordu. Bu gerçek ve
durdurulamaz bir motivasyondu. İnsanlar, gerçek vatanseverlik değerlerinden güç
bulmaya çalıştılar.
Nazi ‘stratejistleri’ büyük bir çok uluslu devletin kendi
başına kolayca ezilebileceğine inanıyordu. Ani savaşın, savaşın acımasızlığının
ve dayanılmaz güçlüklerin etnik gruplar arasındaki ilişkileri kaçınılmaz olarak
şiddetlendireceğini ve ülkenin parçalara ayrılabileceğini umuyorlardı. Hitler
açıkça şöyle dedi: 'Rusya’nın geniş alanlarında yaşayan halklara yönelik
politikamız, her türlü anlaşmazlık ve parçalanmayı teşvik etme amacını
gütmelidir.'
Ancak ilk günlerden bu Nazi planının başarısız olduğu
anlaşıldı. Brest Kalesi otuzdan fazla milletten gelen askerler tarafından son
kan damlasına kadar savunuldu. Savaşın tamamı boyunca, büyük belirleyici
muharebelerde ve her köprü başının, vatan topraklarının her metresinin savunmasında,
bu tür birlik örnekleri görüyoruz.
Volga bölgesi ve Urallar, Sibirya ve Uzak Doğu, Orta Asya
ve Kafkasya cumhuriyetleri, tahliye edilen milyonlarca kişi için memleket
haline geldi. Bu yerleşimlerin sakinleri ellerindeki her şeyleri son damlasına
kadar paylaştılar, ellerinden gelen her türlü desteği verdiler. Halkların
dostluğu, yardımlaşmaları, düşman için gerçek bir yıkılmaz kale haline geldi.
Sovyetler Birliği, Kızıl Ordu, şu anda ne kanıtlamaya
çalışırlarsa çalışsınlar, Nazizmin yıkılmasında ana ve belirleyici katkıyı
sundu. Onlar, Belostok ve Mogilev, Uman ve Kiev, Vyazma ve Harkiv çevresinde
sonuna kadar savaşan kahramanlardır. Moskova ve Stalingrad, Sivastopol ve
Odessa, Kursk ve Smolensk yakınlarında saldırıya katıldılar. Varşova, Belgrad,
Viyana ve Prag’ı özgürlüğüne kavuşturdular. Taarruz düzenleyerek Königsberg ve
Berlin’i aldılar.
Savaş hakkındaki gerçek, pürüzsüz ya da cila yapılmamış
gerçeği savunuyoruz. Bu ulusal, insani, sert, acı ve acımasız gerçek, bizlere
büyük ölçüde, cephelerin ateşinden ve cehenneminden geçen yazarlar ve şairler
tarafından aktarıldı. Onların dürüst, derin hikayeleri, romanları, delici
‘teğmen nesri’ ve şiirleri, benim neslim için olduğu gibi ve diğer nesillerin
de ruhunda sonsuza dek kalacak bir iz bıraktı.
Bugün, Sovyet-Alman cephesinin orta bölümünde Büyük
Anavatan Savaşı’nın kanlı, acımasız muharebesine katılanlara adanmış olan
Aleksandr Tvardovski’nin 'Rjev yakınında öldürüldüm...' şiirinin basit ve büyük
satırları bizleri sarsıyor. Sadece Ekim 1941’den Mart 1943’e kadar süren
Rjev şehri ve Rjev tepesi için gerçekleşen muharebeler sırasında Kızıl Ordu,
yaralılar ve haber alınamayanlar da dahil 1 milyon 342 bin 888 kişiyi kaybetti.
Arşiv kaynaklarından toplanan bu korkutucu, trajik ve hala daha eksik rakamları
savaş sonrası yıllarda çeşitli nedenlerle haksız yere, hiç de adil olmayan bir
şekilde çok az anılan veya hiç anılmayan ünlü ve isimsiz kahramanların
cesaretinin anısına ilk kez açıklıyorum.
Bir belgeye daha atıfta bulunacağım. Bu, Şubat 1945’te
hazırlanan, Mayskiy başkanlığındaki Almanya Uluslararası Geri İade
Komisyonu’nun raporudur. Komisyonun görevleri arasında, mağlup Almanya’nın
muzaffer güçlerin maruz kaldığı zararı telafi etmesinde esas alınan formülün
tanımlamasını bulunuyordu. Komisyon şu sonuca vardı: 'Almanya'nın Sovyet
cephesinde geçirdiği asker-gün sayısı, diğer tüm müttefik cephelerde kaydedilen
sayının en az 10 kat üzerinde. Sovyet cephesi ayrıca Alman tanklarının beşte
dördünü ve Alman uçaklarının yaklaşık üçte ikisini püskürttü.' Toplamda, SSCB,
Hitler karşıtı koalisyonun tüm askeri çabalarının yaklaşık yüzde 75’ini
gerçekleştirdi. Savaş yılları boyunca Kızıl Ordu, 508’i Alman olmak üzere
‘eksen’ ülkelerinin 626 bölüğünü yerle bir etti.
28 Nisan 1942’de Roosevelt, Amerikan ulusuna hitaben
yaptığı konuşmada şu ifadeleri kullandı: 'Rus birlikleri, ele geçirilenlerle
birlikte tüm diğer birleşmiş milletlerden daha fazla insan gücü, uçak, tank ve
silahı yok etti ve yok etmeye devam ediyor.' Churchill, 27 Eylül 1944’te
Stalin’e gönderdiği bir mesajda 'Alman askeri makinesini cesaretini bizzat Rus
ordusu oldu...' yazdı.
Bu değerlendirme tüm dünyada yankı buldu. Çünkü o zaman
kimsenin şüphe duymadığı büyük hakikat bu sözlerde saklı. Yaklaşık 27 milyon
Sovyet vatandaşı, cephelerde, Alman esaretinde, açlıktan ve bombardımanlardan,
Nazi ölüm kamplarının gettolarında ve fırınlarında hayatını
kaybetti. SSCB, vatandaşlarının yedide birini, İngiltere 127’de birini,
ABD ise 320’de birini kaybetti. Ne yazık ki, Sovyetler Birliği’nin en ağır ve
telafisi mümkün olmayan bu kayıplarının sayısı henüz nihai değil. Kızıl Ordu
askerleri, partizanlar, yeraltı işçileri, savaş esirleri ve toplama kampları
esirleri ile cezaevlerinde yok edilen siviller de dahil tüm ölenlerin
isimlerini ve akıbetlerini ortaya çıkarmaya yönelik hummalı çalışmayı devam
ettirmemiz gerekiyor. Bu bizim borcumuz. Burada arama hareketi katılımcıları,
askeri-vatansever ve gönüllü dernekler, arşiv belgelerine dayanan 'Halkın
Hafızası' adlı elektronik veritabanı gibi projeler özel bir role sahiptir.
Elbette, böyle bir genel insani sorunun çözümünde yakın uluslararası işbirliği
de gereklidir.
Zafere, ortak düşmanla çarpışan tüm ülkelerin ve halkların
çabalarıyla ulaşıldı. İngiliz ordusu topraklarını istiladan korudu, Akdeniz ve
Kuzey Afrika’daki Akdeniz’deki Nazilerle ve onların uydularıyla savaştı.
Amerikan ve İngiliz birlikleri İtalya’yı kurtardı, ikinci cepheyi açtı. ABD,
Pasifik’te saldırgana güçlü, yıkıcı darbeler indirdi. Çin halkının muazzam
fedakarlıklarını ve Japon ordusunun yenilgisindeki büyük rolünü unutmuyoruz.
Utanç verici kapitülasyonu tanımayan ve Nazilere karşı mücadeleye devam eden
‘Çarpışan Fransa’ savaşçılarını unutmayacağız.
Ayrıca Kızıl Ordu’ya mühimmat, hammadde, gıda ve teçhizat
sağlayan müttefiklerin uzattığı yardım eline her zaman minnettar
olacağız. Bu yardım çok önemliydi ve Sovyetler Birliği’nin toplam askeri
üretim hacminin yaklaşık yüzde yedisine tekabül ediyordu.
Hitler karşıtı koalisyonun çekirdeği, ABD ve İngiltere’nin
Nazi Almanyası’na karşı mücadelede SSCB’yi koşulsuz olarak desteklemeye
başladığı Sovyetler Birliği’ne yönelik saldırıdan hemen sonra şekillenmeye
başladı. 1943 Tahran Konferansı sırasında, Stalin, Roosevelt ve Churchill
büyük güçler ittifakı kurdu, ortak ölümcül tehdide karşı mücadelede koalisyon diplomasisi,
ortak strateji geliştirilmesine karar verdi. Büyük Üçlü’nün liderleri,
SSCB, ABD ve İngiltere’nin endüstriyel ve askeri potansiyellerini, kaynaklarını
birleştirmeleri halinde düşman üzerinde yadsınamaz bir üstünlük
sağlayacaklarını açık şekilde anlıyorlardı.
Sovyetler Birliği, müttefiklere karşı olan
yükümlülüklerinin tamamını yerine getirdi ve her zaman yardım elini uzattı.
Böylece Kızıl Ordu, Belarus’taki büyük çaplı Bagration Harekatı ile
İngiliz-Amerikan birliklerinin Normandiya’ya çıkarma yapmasına destek verdi.
Ocak 1945’te, Oder’e kadar uzanan askerlerimiz, Ardennes’te Wehrmacht’ın Batı
cephesindeki son güçlü saldırısına son verdi. SSCB, Almanya’ya karşı kazanılan
zaferden üç ay sonra Yalta anlaşmalarına tamamen uygun şekilde Japonya’ya savaş
ilan etti ve bir milyon kişilik Kwantung ordusunu mağlup etti.
Sovyet yönetimi, Temmuz 1941’de, 'faşist zalimlere karşı
savaşın amacının sadece ülkemize yönelik tehdidi ortadan kaldırmak değil, aynı
zamanda Alman faşizm boyunduruğu altında inleyen tüm Avrupa halklarına yardım'
olduğunu açıkladı. 1944 ortalarında düşman tüm Sovyet topraklarından çıkarıldı.
Ama inine girilerek sonuna kadar bitirilmesi gerekiyordu. Ve Kızıl Ordu
Avrupa’da özgürlük misyonunu başlattı, birçok halkı yok olmaktan ve kölelikten,
Holokost kabusundan kurtardı. Yüz binlerce Sovyet askerinin canı pahasına
kurtardı.
Sovyetler Birliği’nin, kurtarılan ülkelere açlık tehdidini
ortadan kaldırmak, ekonomilerini ve altyapılarını canlandırmak için sağladığı
muazzam maddi yardımı unutmamak da önemli. Tüm bunlar, Brest’ten Moskova ve
Volga’ya kadar binlerce kilometrekarelik alanlar külken yapıldı. Örneğin, 1945
Mayıs ayında Avusturya hükümeti Sovyetler Birliği’nden gıda yardımı istedi,
çünkü 'önümüzdeki yedi hafta boyunca, yeni hasat toplanana kadar halkı neyle
besleyeceğini' bilmiyordu. Sovyet yönetiminin gıda ürünlerini göndermeyi kabul
etmesi, Avusturya Cumhuriyeti’nin geçici hükümetinin şansölyesi Karl Renner
tarafından, 'Avusturyalıların hiçbir zaman unutmayacağı kurtarma eylemi' olarak
nitelendirilmişti.
Müttefikler, Nazi siyasi ve savaş suçlularını cezalandırmak
için tasarlanmış Uluslararası Savaş Mahkemesi’ni birlikte kurdu. Mahkemenin
kararlarında, soykırım, etnik ve dini temizlik, Yahudi düşmanlığı ve yabancı
düşmanlığı gibi insanlığa karşı işlenen suçlara net yasal nitelikler
kazandırıldı. Nürnberg mahkemesi direk ve net bir şekilde nazilerin suç
ortaklarını, farklı türden işbirlikçilerini de kınadı.
Bu utanç verici durum Avrupa’nın tüm ülkelerinde
yaşanmıştı. Petain, Quisling, Vlasov, Bandera gibi 'failler', onların
yardakçıları ve takipçileri, ulusal bağımsızlık veya komünizmden kurtuluş
kıyafetlerine bürünseler de aslında hain ve cellatlar. İnsafsızlıktan sıkça
efendilerini bile geride bırakıyorlardı. Efendilerinin gözüne girmek amacıyla
seve seve cezalandırma grupları içinde en yamyamca görevleri yerine
getiriyorlardı. Kanlı elleriyle işledikleri ameller arasında Babi Yar Katliamı,
Volin Katliamı, yakılan Hatın kötü, Litvanya ve Letonya’daki Yahudilerin yok
edilmesi.
Bugün de bu konudaki duruşumuz değişmedi: Nazi
yardakçılarının işlediği suçların mazereti olamaz, zamanaşımı yok. Bu yüzden,
bazı ülkelerde, Nazilerle işbirliği yaparak kendilerini kirletenlerin
birdenbire 2. Dünya Savaşı gazileriyle eş tutulması şaşkınlık yaratıyor. Kurtarıcılar
ve işgalciler arasında eşittir işaretini göstermenin kabul edilemez olduğunu
düşünüyorum. Nazi işbirlikçilerini kahramanlaştırmayı sadece ve sadece
babalarımızın ve dedelerimizin anısına ihanet olarak değerlendirebilirim. Bu,
nazizme karşı mücadelede halkları birleştiren ideallere ihanettir.
O dönemde Sovyetler Birliği, ABD ve İngiltere yöneticileri
hiç abartısız tarihi bir görevle karşı karşıyaydı. Stalin, Roosevelt, Churchill
farklı ideolojilere, özlemlere, çıkarlara, kültürlere sahip olan ama büyük siyasi
irade sergileyerek çelişkilerin üstesinden gelen ve ön plana dünyanın gerçek
çıkarlarını koyan ülkeleri temsil ediyorlardı. Sonuç olarak onlar bir anlaşmaya
vararak tüm dünyayı kazançlı kılan bir çözüme ulaşmayı başardılar.
Muzaffer güçler bize, birkaç yüzyılın entelektüel ve
politik arayışlarının özeti olan bir sistem bıraktılar. Tahran, Yalta,
San-Francisco, Potsdam gibi bir dizi konferans, dünyaya en büyük çelişkilere
rağmen 75 yıldır küresel savaş olmadan yaşamaya izin veren şeyin temelini atmıştı.
Halihazırda Batı’da, özellikle de 2. Dünya Savaşı ve
sonuçlarına yönelik tezahürlerini gözlemlediğimiz tarih revizyonizmi tehlikeli,
çünkü 1945’te Yalta ve San Francisco konferanslarında temeli atılan barışçıl
kalkınma ilkelerinin kavramını kaba ve alaycı bir şekilde çarpıtıyor. Yalta
konferansının ve o dönemin diğer kararlarının temel tarihi başarısı, önde gelen
güçlere aralarındaki anlaşmazlıkların çözümünde diplomasi çerçevesi içinde
kalmaya izin veren mekanizmanın oluşturulması.
20. yüzyıl total ve geniş kapsamlı dünya çatışmalarını
getirdi, buna ilave 1945’te Dünya’yı fiziksel olarak yok etme yeteneğine sahip
nükleer silah ortaya çıktı. Başka bir deyişle, anlaşmazlıkları güç yoluyla
çözmek son derece tehlikeli hale geldi. Ve 2. Dünya Savaşı’nın kazananları bunu
anlıyorlardı. Beşeriyet karşısındaki sorumluluklarını anlıyor ve görüyorlardı.
Milletler Cemiyeti'nin hüzünlü deneyimi 1945’te dikkate
alındı. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin yapısı, barış garantilerini
mümkün olduğunca somut ve etkili hale getirecek şekilde tasarlandı. Böylelikle
Güvenlik Konseyi’nde daimi üyeler kurumu ve onların ayrıcalığı ve
sorumluluğunun simgesi olarak veto hakkı ortaya çıktı.
BM Güvenlik Konseyi’nde veto hakkı ne anlama geliyor?
Açıkça söylemek gerekirse bu, en büyük ülkelerin doğrudan çatışmasına tek makul
alternatiftir. Bu, beş güçten birinin, bir kararın onun için kabul edilemez
olduğu, çıkarlarına ve doğru yaklaşım anlayışına aykırı olduğunun duyurusudur.
Ve diğer ülkeler, karşı olsalar da bu duruşu kabul edip tek taraflı özlemlerini
hayata geçirme çabalarından vazgeçiyorlar. Yani ne olursa olsun uzlaşı aramak
lazım.
Yeni bir küresel çatışma, 2. Dünya Savaşı bittikten hemen
sonra başladı ve zaman zaman çok şiddetli haller aldı. Ve soğuk savaşın üçüncü
dünya savaşına dönüşmemesi, Büyük Üçlü’nün vardığı anlaşmaların ne kadar etkili
olduğunu ikna edici bir şekilde gösterdi. BM kurulurken tüm tarafların onayını
alan davranış kuralları, daha sonra tüm riskleri minimize etme ve çatışmaları
kontrol altında tutma fırsatını verdi.
Elbette şimdi BM sisteminin ağır ve etkisiz çalıştığını
görüyoruz. Fakat yine de BM temel işlevini yerine getirmeye devam ediyor. BM
Güvenlik Konseyi’nin faaliyet ilkeleri, büyük savaş ve küresel çatışmayı
önlemek için eşsiz bir mekanizma.
Veto hakkını kaldırma ve Güvenlik Konseyi’nin daimi
üyelerini özel yetkilerinden mahrum bırakma yönünde son yıllarda oldukça sıkça
yapılan çağrılar aslında sorumluluk duygusundan yoksun. Zira böyle bir şey
olursa Birleşmiş Milletler aslında Milletler Cemiyeti’ne, yani boş konuşmaların
yapıldığı, küresel süreçler üzerinde hiçbir etkiye sahip olmayan meclise
dönüşecek. Bunun nasıl bittiği çok iyi biliyorsunuz. Tam da bu yüzden muzaffer
ülkeler, seleflerinin hatalarını tekrarlamamak adına, yeni bir dünya düzenini oluşturma
görevine son derece büyük ciddiyetle yaklaştı.
Çağdaş bir uluslararası ilişkiler sisteminin oluşturulması,
İkinci Dünya Savaşı’nın en önemli sonuçlarından biri. Jeopolitik, ideolojik,
ekonomik olsun en uzlaşmaz çelişkiler bile eğer bir istek ve irade varsa barış
içinde bir arada yaşamaya ve işbirliği biçimlerinin bulunmasına engel olmuyor.
Bugün dünya en huzurlu günlerini yaşamıyor. Küresel güç ve etki dengesinden
toplumların, ülkelerin ve kıtaların sosyal, ekonomik ve teknolojik hayat
temellerine kadar her şey değişiyor. Geçmişte bu ölçekteki değişimler neredeyse
her seferinde büyük savaşlar, yeni bir küresel hiyerarşi oluşturma
mücadelesiyle bitiyordu. Müttefik güçlerin siyasi liderlerinin bilgeliği ve
öngörüsü sayesinde, böyle nesnel, tarihsel olarak küresel kalkınmaya özgü
rekabetin aşırı tezahürlerinden uzak tutan bir sistem oluşturuldu.
Başta İkinci Dünya Savaşı’nın muzaffer güçlerinin
temsilcileri olmak üzere üzerine siyasi yükümlülük alan hepimizin görevi, bu
sistemin korunmasını ve mükemmelleşmesini garanti etmek. 1945’te olduğu gibi
bugün de siyasi irade sergileyerek geleceği birlikte konuşmak önemli.
Mevkidaşlarımız, sayın Şi Cinping, Macron, Trump, Johnson, Rusya’nın BM
Güvenlik Konseyi’nin daimi üyesi olan 5 nükleer ülke liderinin görüşmesini
düzenleme teklifine destek verdiler. Bundan dolayı onlara teşekkür ediyor, ilk
fırsatta böyle bir yüz yüze görüşmenin gerçekleşmesini umuyoruz.
Önümüzdeki zirvenin gündemini nasıl görüyoruz? Her şeyden
önce, görüşümüze göre, dünya işlerinde kolektif ilkelerin geliştirilmesi
yönünde atılacak adımları değerlendirmek; barışı koruma, küresel ve bölgesel
güvenliği güçlendirme, stratejik silah kontrolü ile ilgili konuları, terör,
aşırılık, diğer güncel sorun ve tehditleri açık bir şekilde konuşmak gerekiyor.
Görüşmenin gündeminden bir başka konu da küresel
ekonomideki durum, her şeyden önce koronavirüs salgınının yol açtığı ekonomik
krizin üstesinden gelinmesi. Ülkelerimiz, insanların sağlığını ve yaşamlarını
korumak, salgın yüzünden zor durumda olan vatandaşlara destek sağlamak için
benzeri görülmemiş önlemler alıyor. Ancak pandemi sonuçlarının ne kadar ağır
olacağı, küresel ekonominin durgunluktan ne kadar çabuk çıkacağı, bizim gerçek
ortaklar gibi birlikte ve uyum için çalışma yeteneğimize bağlı. Dahası, ekonomiyi
baskı ve mücadele aracına dönüştürmek kabul edilemez. Talep gören konular
arasında çevre koruma ve iklim değişikliğiyle mücadele, ayrıca küresel bilgi
alanının güvenliğinin sağlanması.
Rusya’nın 'beşli' zirve için önerdiği gündem, ülkelerimiz
için olduğu kadar tüm dünya içinde son derece önemli ve geçerli. Ve her madde
için somut fikir ve tekliflerimiz var.
Rusya, Çin, Fransa, ABD ve İngiltere zirvesinin günümüz
sorunlara ve tehditlere ortak yanıtların bulunmasında önemli rol oynayacağı ve
ittifak ruhuna, atalarımızın omuz omuza uğruna savaştığı yüksek hümanist
idealler ve değerlere ortak bağlılığımızı sergileyeceği konusunda şüpheler
olamaz.
Biz, ortak bir tarih belleğine dayanarak birbirimize
güvenebiliriz, güvenmemiz lazım. Bu, görüşmelerin başarılı olması ve dünya
genelinde istikrar ve güvenliğin güçlendirilmesi, tüm ülkelerin refahı ve
saadeti için koordineli eylemleri sağlanması için sağlam bir temel oluşturacak.
Bu, abartısız, tüm dünyaya, şimdiki ve gelecek nesiller karşısında ortak
görevimiz ve sorumluluğumuzdur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder