Kaynak: http://www.moskovalife.com/
Sinema tarihinin en büyük yönetmenlerinden A. Tarkovski’nin
1970-1986 yılları arasında tuttuğu günlüklerinde küçük bir anket vardır. 3 Ocak
1974 tarihli. 17 sorudan oluşan bu anketteki “En sevdiğiniz öykü?” sorusuna tek
bir öykü adı veriyor: Solneçnıy Udar- Bunin.
–Güneş Çarpması- Bunin.Tarkovski tam bir Bunin hayranıdır. Günlüklerin
devamında sık sık bunu da dile getirir ve bir yerde şöyle der: ”İçimde sanki
Bunin’le kardeşmişiz gibi bir duygu var.”
GÜNEŞ ÇARPMASI
Yemekten sonra sıcak, parlak ışıklarla aydınlatılmış yemek
salonundan çıkıp geminin güvertesine geldiler; tırabzanların yanında durdular.
Kadın gözlerini kapadı, avucunu yanağına bastırdı ve güldü. Bu çekici kadının
gülüşü sade ve güzeldi; diğer başka her şeyi gibi.
“Sanırım sarhoş oldum,” dedi. “Siz nereden çıkıp geldiniz? Üç saat
öncesine kadar sizin varlığınızdan haberim bile yoktu. Bu gemiye nereden
bindiğinizi bile bilmiyorum. Samara’dan mı? Neyse, sanırım bir önemi yok… Benim
başım mı dönüyor, yoksa gemi mi dönen?”
Karanlık ve uzak ışıklar önleri sıra uzanıyordu. Derken ışıklar
iyice kayboldu ve karanlığın içinden yoğun, tatlı bir meltem gelip yüzlerine
çarptı. Gemi yön değiştirmiş – sanki gururla Volga’nın ne kadar geniş olduğunu
gösterircesine büyük bir kavis çizerek- ve küçük bir limana yanaşıyordu.
Teğmen kadının ellerini tutup dudaklarına götürdü; küçük,
bronzlaşmış eller güneş kokuyordu. Alaca renkli elbisenin altındaki teni
hayalledi teğmen: Her bir yeri eşit derecede bronzlaşmış olmalıydı. Çünkü kadın
ona Anapa’dan geldiğini, orada kumsalda, sıcak güney güneşinin altında tam bir
ay geçirdiğini söylemişti. Hayalledikçe teğmenin kalbi korku ve zevkle atar
hale geldi.
“Hadi gelin. Burada inelim,” dedi.
“Nereye?” diye sordu kadın. Şaşırmıştı.
“Bu limanda inelim.”
“Neden ki?”
Yanıt vermedi teğmen. Kadın sıcak yanağını tekrar eline dayadı.
“Delilik…”
“Hadi inelim,” diye yineledi teğmen. “Yalvarıyorum size.”
“İyi, pekala, “ dedi kadın dönerek, “Sizin dediğiniz olsun…”
Gemi loş bir şekilde ışıklandırılmış limana hafifçe çarpıp
sendelediğinde az kalsın birbirlerinin üzerine düşeceklerdi. Palamar başlarının
üzerinden geçti; motorlar gürültüyle çalışıp gemiyi iskeleye doğru ittikçe
deniz sanki kaynıyormuş gibi görünüyordu. İskele tahtaları gürültüyle açılıp
karaya düştüğünde teğmen çantaları almak için acele etti.
Kısacık bir sürede limandaki ‘uyuklayan’ küçük ofisten çıkmışlar,
bileğe kadar batan kumlu yoldan karşıya geçip tozlu bir at arabasına
binmişlerdi bile. Tek kelime bile konuşulmamıştı. Dağın eteğindeki tozlu,
birkaç –o da yamuk direkli- lambanın aydınlattığı yokuşu çıktıkça yol sanki hiç
bitmeyecekmiş gibi geliyordu. Nihayet tepeye ulaştıktan sonra taş döşeli
anayoldan devlet dairelerinin, saat kulesinin, meydanın yanından devam ettiler.
Hava sıcak ve bir vilayetin yaz gecesinin kokularıyla doluydu. Sürücü arabayı
bir otelin ışıklandırılmış girişinde durdurdu. Açık kapıların arasından
eskimiş, dik, tahta basamaklar görünüyordu. Yaşlı, sakalları uzamış, kocaman
ayaklı, pembe bir gömlek ve frak giyinmiş asık suratlı bir otel çalışanı
valizleri alıp basamakları çıkmaya başladı. Oldukça havasız ve hala gündüzden
kalma sıcağı barındıran büyük bir odaya girdiler. Pencereler beyaz perdelerle
kapatılmıştı. Şöminenin üstünde kullanılmamış iki büyük mum duruyordu. Adam
valizleri bırakıp kapıdan çıkar çıkmaz teğmen ateşli bir şekilde kadına doğru
fırladı ve ikisi de yıllar sonra bile hatırlayacakları bir esriklik içinde
öpüşmeye başladılar. Böyle bir şeyi daha önce ikisi de yaşamamıştı.
Kilise çanları ile, otelin bitişiğindeki çarşıda alışveriş
edenlerle, saman, katran ve Rus kentinin başka kekremsi kokularıyla dolu bir
hava ile gelen sabah; güneşli, keyifli ve saat daha on olmasına rağmen sıcak
bir sabahtı ve o zarif, adı sorulduğunda şakayla karışık söylemeyi reddeden ve
kendisine “güzel yabancı” diyen o kadın da gitmişti artık. Çok az uyumuşlardı.
Ama beş dakikalık bir banyodan ve giyindikten sonra yatağın yanındaki paravanın
arkasından geldiğinde hala on yedi yaşındaki bir genç kız gibi dinç ve taze
görünüyordu. Sıkıntılı ya da utanmış mıydı? Hayır, hiç de değil. Tersine önceki
gün kadar mutlu ve kafası rahattı.
“Hayır, hayır tatlım,” diye yanıt verdi teğmen seyahati beraber
yapmalarını önerdiğinde.
“Sen burada kalmalı ve bir sonraki gemiyi
beklemelisin. Eğer beraber gidersek her şeyi mahvetmiş oluruz. Benim için hoş
olmaz. Dürüstçe söylemeliyim ki ben asla senin hayal ettiğin insana
benzemiyorum. Böyle bir şey bana nasıl oldu anlamıyorum, oysa düşüncesi
aklımdan bile geçemezdi. Aklımı kaybetmiş olmalıyım. Ya da ikimizi de güneş
çarpmış olmalı.”
Nedense teğmen kolayca boyun eğdi bu söze ve onunla birlikte biraz
da kaygısız bir şekilde limana kadar gitti. Pembe renkli buharlı gemi Samolyot*
tam ayrılmak üzereydi ki yetiştiler. Kalabalığa aldırmadan güvertenin ortasında
kadını öptü teğmen ve tam iskele tahtası çekilirken gemiden geri, karaya
atladı.
Otele dönerken tasasız, mutlu bir ruh hali içindeydi. Fakat
geldiğinde bir şeyler değişmişti. Oda biraz önce kadının içinde olduğu odadan
daha farklı görünmüştü gözüne. Hala onunla doluydu ama aynı zamanda da bomboştu.
Ne tuhaf! İçerisi hala onun o İngiliz parfümü kokuyor, yarısına kadar çayını
içtiği fincan tepsinin ortasında duruyordu. -Gelgelelim gitmişti işte! Aniden
gelip saran bir özlem ve incinmişlik içinde aceleyle bir sigara yaktı ve odanın
içinde yürümeye başladı.
“Ne garip bir macera!” dedi yüksek sesle, bir yandan gülüyor bir
yandan da gözlerinin dolduğunu hissediyordu. Dürüstçe söylemeliyim ki ben asla
senin hayal ettiğin insana benzemiyorum. Ve ardından da çekip gitti.
Paravan yana doğru çekilmişti; daha biraz önce içinde yattıkları o
yastıklara, çarşaflara bakmaya cesaret edemeyeceğini bildiği için paravanı
bozulmuş yatağın önüne doğru çekti. Sokaktan geçen arabaların gıcırtılarını,
pazardan yükselen insan seslerini duymamak için pencereleri kapattı. Beyaz tül
perdeleri çekip kanepeye oturdu. Evet, hepsi bu: Bir gezginin macerasının sonu.
Artık çok uzaklardaydı; geminin her yeri pencereli, beyaza boyanmış salonunda
veya güvertede oturmuş, güneşin altında parlayan devasa nehir dalgalarına, sarı
kumlardan oluşmuş sahil kıyılarına, nehirde dolaşan sallara, Volga’nın
bitimsiz, parıldayan suların ufukla birleştiği uca bakıyor olmalıydı.
Hoşça kal! Bir hoşça kal dersin ve hepsi bu kadardır, her zaman ve
sonsuza kadar... Tanrı bilir bir daha nerede karşılaşacaklardı? “Asla bir
kocası, üç yaşındaki kızı ile normal bir yaşam sürdürdüğü bir kentte karşısına
çıkmayacağım,” diye geçirdi aklından. Yasak bir kent olarak canlandı orası
gözünde birden. Ve onun o yasak kentte, o yalnızlık dolu yaşamını, sık sık o
kısacık birlikteliklerini, teğmenin onu bir daha görmeyecek olmamasına rağmen
yine de karşılaşma ihtimalini hatırlayarak yaşadığını düşünmek… Bu düşünce
teğmeni adeta sarstı. Hayır, böyle olamaz! Bu çok zalimce, imkansız ve delice
bir şeydi. Hayatının manzarası –acılı, onsuz geçirdiği onca anlamsız yıl- bir
anda adamı korku ve umutsuzluğun içine çekti. “Tanrı aşkına!” diye söylendi ve
gözlerini paravanın arkasındaki yataktan kaçırmaya çalışarak tekrar odanın
içinde volta atmaya başladı. “Ne oluyor bana böyle? Onda bu kadar ne buldum ki?
Dün olanlar gerçekte neydi? Evet, bir çeşit güneş çarpması olmalı bu! Ve şimdi
bu artakalmışlık içinde onsuz tek başımayım. Bugünü nasıl atlatacağım?”
Onunla ilgili her şeyi hala anımsıyordu; en küçük şeyleri, en
önemsiz detayları bile-yanık teninin kokusu, elbisesini, dik vücudunu,
coşkunluk dolu sesini… Tüm kadınlık cazibesi ile verdiği o enfes zevklerin
izleri hala yoğun bir biçimde duruyordu teğmenin ruhunda ama o duygular da
şimdiden anlam veremediği yabancı bir duygu tarafından gölgelenmekteydi. Dün
kadınının peşindeyken böyle bir duygunun gelip yakasına yapışacağını asla
tahmin edemezdi. Sıradan bir karşılaşma diye düşünürken, beraberken böyle bir
duygunun geleceğinin tek bir işareti bile yoktu -ve şimdi ona ne hissettiğini
söylemenin imkansızlığı.
“Öyle bir imkanım asla olmayacak,” diye düşündü. “En
kötüsü de bu. Bir daha asla onunla konuşamayacağım bile. Peki şimdi ne olacak?
Atıp kurtulamayacağım hatıralar…
Dindiremediğim acı…Tanrı’nın unuttuğu bu kente
saplanıp kalmış, bitmek bilmeyen gün. Ve içinde onun olduğu pembe gemi
uzaklaşırken suları güneşte parlayan Volga!”
Bir şekilde kendini toparlamalıydı. Zihnini bir şeyle meşgul
etmeli, bir yerlere gitmeli, ilgisini çekecek bir şeyler bulmalıydı. Karalı bir
tavırla şapkasını giydi, at binerken kullandığı kırbacını aldı, mahmuzları çın
çın öterek hızla boş koridorlardan geçti. “İyi de nereye gidiyorum ki?” diye
sordu kendine o dik ahşap merdivenleri inerken. Temiz, kolsuz bir palto giymiş
genç bir sürücü sakin sakin sigarasını tüttürerek otelin kapısında bekliyordu.
Teğmen ona şöyle bir baktı: “Nasıl oluyor da bu adam böyle arabasında oturup
sigara içebiliyor, böylesine sakin, umarsız ve tevekkül içinde bekleyebiliyor?”
Bu kentte kendini sefil, berbat durumda hisseden tek kişi ben olsam gerek,”
diye geçiriyordu aklından pazar yerine doğru yürürken.
Pazar dağılmak üzereydi ve çoğu satıcı çoktan gitmişti bile. Yine
de giden atların bıraktığı dışkıların arasında, salatalık yüklü araba ve
kağnıların, sergilenen yeni yapılmış çanak çömleklerin arasında yürümeye devam
etti. Ve her şey – salatalığın en kralı beyler! diye bağırarak kafa şişiren
adamlar, yerde oturmuş ellerindeki çanak çömleği kaldırıp çatlak olmadığını
göstermek amacıyla parmaklarıyla vurarak dikkatini çekmeye çalışarak yanlarına gelmesi
için birbiriyle yarışan kadınlar- her şey, hepsi çok aptalca ve anlamsız
göründü ve hızla bir kiliseye doğru kaçtı, içeri girdi. Koro büyük bir neşe,
inanç ve görevlerini istekle yerine getiriyor olmanın farkındalığı içinde ilahi
okuyordu. Buradan sonra dağın öte yamacında kalmış, bakımsızlığa terk edilmiş
küçük bir bahçeye geçip daireler çizerek dolaştı. Aşağında nehrin bitimsiz
uzantısı çelik gibi parıldıyordu…
Omzundaki kayışlar, düğmeler o kadar ısınmıştı ki dokunmak
imkansızdı. Şapkasının içi terden sırılsıklam olmuştu. Otele dönüp aşağı
kattaki serin, geniş ve boş olan yemek salonuna girince derin bir hoşnutlukla
doldu içi. Aynı hoşnutluğu şapkasını çıkarıp açık pencerenin yanındaki küçük
bir masaya oturduğunda da duyumsadı. Sıcağa rağmen az da olsa temiz hava
giriyordu pencereden. Soğuk bir botvinya**sipariş etti. Her şey iyiydi. Her
şeyde büyük bir mutluluk vardı. Sıcak bile; pazar yerinden gelen koku, bu küçük
ve yabancı kent, hatta bu eski şehir oteli bile mutlukla doluydu. Ve bunların
ortasında kalbi parçalara ayrılıyordu. Dört kadeh votka yuvarlayıp dereotlu
turşulardan yedi biraz. Eğer bir mucize onu yarın geri getirmesine yardım
etseydi, onunla bir gün daha birlikte olup her şeyi anlatmasına izin verseydi,
sonrasında ölüme bile razı olacağını düşündü. Çünkü tüm istediği nasıl da büyük
bir aşkla ve sefaletle onu sevdiğini göstermek, onu buna inandırmaktı… Ama ne
için? Neden onu inandırsın ki? Neden her şeyi göstersin ki? Bilmiyordu ama bu
kendi yaşamından bile daha değerliydi işte.
“Yaşamım tamamen alt üst oluyor,” dedi yüksek sesle ve bir içki
daha koydu.
Çorba kasesini eliyle itti ve sütsüz bir kahve söyleyip, bu
beklenmedik, aniden kapıldığı sevdadan kendini nasıl kurtaracağını çaresizlik
içinde düşünmeye başladı. Türlü kaçış yollarını düşünebilse yine de kaçış diye
bir şeyin imkansız olduğunu çok açık bir şekilde görebiliyordu. Yine birden
ayağa kalkıp şapkasını, kırbacını eline aldı ve postanenin yerini sorduktan
sonra aceleyle çıktı: Kafasında telgrafı yazmıştı bile: “Tüm ömrüm bugünden
itibaren sizindir. Tamamen sizin. Sonsuza dek. Ben ölene kadar.”
Fakat eski, bodur bir binanın içinde olan posta merkezine
yaklaştığında dehşet içinde durakaldı: Hangi kentte yaşadığını, bir kocası ve
üç yaşında bir kızı olduğunu biliyordu ama ismini bilmiyordu. Akşam yemeğinde
olsun otelde olsun birkaç kez sormuştu fakat yanıt vermek yerine o hep
gülmüştü. Adımı veya kim olduğumu neden bilmen gerekiyor ki?
Postanenin yanı başındaki dükkanın camı fotoğraflarla doluydu.
Uzun süre göz alıcı uzun favorileri, şişkin gözleri olan bir askerin resmine
baktı. Kalın apoletleri vardı ve geniş göğsü tamamen madalyalarla kaplanmıştı.
Mahvedilmiş bir kalbin karşısında nasıl da bu dünyadaki her şey berbat, kötücül
ve bayağı bir biçime dönüşüyordu! –Evet, bunu işte şimdi anlıyordu- Güneş
çarpmasının mahvettiği, fazla mutluluğun ve aşkın mahvettiği bir kalp… Yeni
evlenmiş bir çiftin resmine baktı –Uzun bir frak ve beyaz kravatı ile esas
duruşta bekler gibi duran asker tıraşlı genç bir adam ve kolunda ince tüllü
gelinliğiyle karısı.- Bu tanımadığı, acı çekmeyen insanlara imreniyordu ve bunu
onu ezdikçe ezdi; tekrar umutsuzca bir şeyler ararmışçasına caddeye yöneldi.
Peki ama nereye? Şimdi ne olacak?
Cadde tamamen boşalmıştı, tüm binalar birbirinin aynı gözüküyordu:
Beyaz, iki katlı, büyük bahçeleri ama ruhu olmayan hepsi ticari ürün olan evler.
Kalın, beyaz bir toz tabakası sokak kaldırımlarını kaplamıştı, hepsi de çıkmaz
sokaktı ve hepsi de yakıcı, keyifli güneş ışıklarının altında sözlerle tarif
edilemeyecek kadar anlamsızdı. Cadde uzunca bir süre gittikten sonra yükseliyor
ve sonra birden alçalıyordu; sanki bulutsuz gökyüzüne boyun eğer gibi.
Caddeden
yansıyan parlaklık sayesinde ufuk gri bir renge bürünüyordu. Bu ona Sivastopol,
Kerç, Anapa gibi güney illerini hatırlattı. Teğmen daha fazlasına
dayanamıyordu; tökezleyerek, sendeleyerek, ışığın şaşılaştırdığı gözlerle
bastığı yeri görmeye çalışarak geldiği yöne doğru sersem sepelek yürümeye
başladı.
Otele geldiğinde Türkistan’da ya da Sahara’da yüzlerce kilometre
yürümüş biri gibi bitip tükenmişti. Gücünün son damlasını da kullanarak büyük
ve boş odasına tekrar girdi. Oda temizlenmişti. Komodinin üstünde unutulmuş saç
tokasından başka ona ait olan ne varsa silinmişti. Ceketini çıkarıp aynada
kendine baktı. Bıyıkları beyazlamış ve yüzü güneşten yanmıştı, hafifçe maviye
bulanmış göz akları kararmış teninde dikkat çekiyordu. Sıradan bir subayın
yüzüydü ama şimdi bezgin ve dağılmış gözüküyordu. İnce beyaz gömleğinden,
gömleğin küçük kolalarından hem gençlik hem de derin bir hüzün akıyordu. Yatağa
sırt üstü uzandı, tozlu botlarını yatağın ucundaki demire dayadı. Açık
pencerelerdeki perdeler arada bir odaya giren, kavrulan metal bina çatılardan
taşıdığı sıcakla daha da sıcaklaşan– etrafını saran tüm sessiz, parlak ve
cansız dünyadan da gelen sıcaklık- hafif meltemlerle hışırdıyordu. Ellerini
başının altına yerleştirdi ve gözlerini karşıya dikti. Dişlerini sıkıp
gözlerini yumdu; ılık yaşların yanaklarından süzüldüğünü hissediyordu. Sonunda
uykuya daldı.
Uyandığında akşam olmuştu, kızıl-sarı güneş perdelerin arkasında
duruyordu, meltem kesilmişti, oda bir fırın kadar sıcak ve kuruydu. Bu sabah ve
dün belleğinde yeniden canlandığında sanki her şey on yıl önce yaşanmış gibi
göründü birden.
Acele etmeksizin kalktı ve yıkandı, perdeleri açtı, bir semaver
çay ile hesabının getirilmesini istedi. Bir fincan limonlu çay içti. Ardından
da bir araba istedi, valizlerini kapının önüne koydu, arabanın paslı, güneşte
kavrulan koltuğuna oturduğunda valizlerini taşıyan adama beş ruble uzattı.
Sürücü neşeli bir şekilde “Sanırım dün gece sizi buraya getiren de
bendim,” dedi dizginleri eline alırken.
Limana geldiklerinde Volga’nın üzerindeki yaz akşamı göğü çoktan
koyu mavi karanlığa gömülmüştü. Nehir kenarı boyunca bolca asılmış farklı
renkte lambalar yanıyordu, daha büyük lambalar ise yaklaşan buharlı geminin
direklerinde asılıydı. Övünürcesine “Tam zamanında geldik,” dedi sürücü.
Teğmen ona da beş ruble bahşiş verdi, biletini aldı ve iskele
tahtasına yürüdü. Her şey önceki gün gibiydi: Rıhtıma hafifçe çarpışı geminin
ve küçük bir sersemleme, havada savrulan halatın birkaç saniyelik görüntüsü,
geri vitese takılan motor, pervanelerden ileri doğru hareket eden nehir, gemi
rıhtıma doğru hareket ettikçe kaynar gibi fokurdayan sular…Gemi bu sefer
umulmadık şekilde hoş göründü: Güçlü ışıklarla aydınlatılmış güvertesi
insanlarla doluydu, mutfaktan gelen yemek kokuları etrafı sarmıştı.
Kısa bir zaman sonra nehirle birlikte hepsi götürülüyordu işte,
tıpkı onun da götürüldüğü gibi.
Yaz akşamı uzaklarda iyice kararmıştı: Yorgun bir kızıllık büyüdü,
sudaki renkle soldu, titreyen dalgalar birbirinin ardından tek tük de olsa
göründü ve arkalarında batan güneşin izlerini sildi – ve etrafı dolduran
lambaların ışıkları çökmekte olan karanlığın içinde uzadıkça uzadı…
Teğmen güvertede tentenin altına oturdu; on yıl yaşlanmış
hissediyordu.
* Samolyot: Buharlı geminin adı. Rusçada Uçak anlamına gelir.
**Botvinya: Daha çok yazın yapılan ve soğuk servis edilen bir
çeşit Rus çorbası.
Çeviren:
Behlül Dündar
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder