Murat Gülsoy
Olaylar Rusya’da geçiyor… Woody Allen’ın unutulmaz
şakasıdır: “Hızlı okuma kursuna gittim, Savaş ve Barış’ı yirmi dakikada okudum.
Olaylar Rusya’da geçiyor.” Leviathan’ı izlerken aklımda hep bu cümle vardı.
Olaylar Rusya’da geçiyor. Tabii bu cümlenin bizim coğrafyada farklı bir devamı
vardır; Woody Allen bu şekilde devam eder mi bilmiyorum ama biz hep “Olaylar
Rusya’da geçiyor ama ne kadar da bizim ülkemize benziyor,” deriz.
Bazılarımızın
daha da ileri gidip Ruslar Türklerin Ortodoks Hıristiyan hali de dediğine de
tanık olmuşumdur hatta itiraf etmek gerekirse bu filmi izlerken ben de bu
düşünceye kapıldım. Oysa “milletlerin karakterleri” ya da “ulusların
kendilerine has özellikleri” gibi kavramların açıklayıcı güçleri ile
kıyaslandığında yarattıkları düşünsel sorunların daha büyük olduğuna inandığım
için bu şekilde düşünmemeye çalışırım. Edebiyat ise yaratım ortamı dil olduğu
için sanırım kendiliğinden bizi bu terimlere doğru itiyor. Fredric Jameson’ın ünlü tezi de
hemen kendini hatırlatıyor: Tüm üçüncü dünya metinleri zorunlu olarak
alegoriktir. Bir başka deyişle, Jameson’a göre “özel bireysel bir kaderin
hikayesi ait olduğu üçüncü dünya kültürünün ve toplumunun mücadelesinin bir
alegorisi olarak okunur.” Gerçekten de Leviathan filmi günümüz Rusya’sının ya
da Rus halkının karşı karşıya olduğu yıkımın bir alegorisi olarak
değerlendiriliyor. Kendini tam bir Rus olarak tanımlayan yönetmen Andrey
Zvyagintsev evrensel bir konuyu kendi ülkesinin ruh durumuyla birleştirmeye
çalıştığını ifade ediyor söyleşilerinde. Bu arada filmi bir edebiyat eseri gibi
değerlendirdiğimin farkındayım, sanırım bu da filmin yarattığı etkilerden biri.
Hakkında yazılan eleştirilerde ne kadar yoğun bir şekilde edebiyat göndermeleri
yapıldığını görünce bunun bana özgü bir durum olmadığını anladım.
Leviathan Rusya’nın kuzey kıyılarında bir
balıkçı kasabasında yaşayan Kolya adlı bir adamın hikayesini anlatıyor. Kolya,
oğlu Roma ve ikinci karısı ile kasabanın güzel bir yamacında aydınlık
pencerelerle çevrili evinde yerel otoritenin tehdidi altındadır. Yakında orada
belki lüks bir site ya da kendine bir Daça yapacak olan boğazına kadar
yolsuzluğa batmış belediye başkanının evini değerinin çok altında bir bedele
istimlak edip elinden almak istemesine karşın Kolya umutsuz bir direniş
göstermektedir. Bu bölümleri Leviathan’ın Hobbes’un her şeye kadir olan
devletin bir simgesi olduğunu düşünerek izliyoruz. Çok da haksız değiliz
aslında. Mahkeme sahnelerinde insanı yabancılaştıracak denli hızlı ve karmaşık
bir şekilde kanun maddelerini davacı ve davalıların yüzüne okuyan üç kadın
hakim kanunun aşılması imkansız bir duvar olarak kişinin karşısında
dikildiğinin açık bir temsili gibi. Belediye, polis, mahkeme kurumları
aralarında kirli bir ittifak yapmışlardır ve onları yenmeye ne Kolya’nın ne de
Moskova’dan gelen etkili bir avukat olan eski arkadaşının gücü yetecektir.
Üstelik bu kurumların çürümüşlüğü -her biri 19. yüzyıl Rus hikayelerinden
fırlamış gibi duran- yerel karakterlerle sınırlı değildir. Kolya’nın arkadaş
eğlencesi olarak “votka-mangal-silahla şişe vurma” etkinliğinde eski
askerlerden birinin hedef tahtası olarak Sovyet Rusya’nın devlet dairelerine
asılan liderlerinin eski çerçeveli fotoğraflarını getirmesi çürümenin tüm
Rusya’ya mal edilebileceği izlenimi doğar. Sarhoş eski asker “Önce duvarda
biraz olgunlaşmaları gerekir,” gibi bir şakayla yeni liderlerin de yakında
bunlara katılacağının ifade ederek meselenin Sovyet deneyimi ile sınırlı
olmadığının altını çizer. O halde mesele “Rus” karakteriyle mi ilgilidir? Yoksa
çok daha evrensel bir yerden mi bakmalıyız?
Yıkımın nedeni nedir? Kolya’nın kasabanın panoramik
görüntüsüne baktığında görmek istediği 1929 yılında çekilmiş bir fotoğraftır:
haliç boyunca işleyen balıkçı tekneleriyle canlı, kendine yeten bir kasaba. Bu
arada yönetmen kamerasını sıklıkla batık teknelere çevirerek bir zamanlar o
fotoğrafta mutlu bir şekilde gezinen teknelerin şimdi çürüyüp dağıldığını
gösteriyor. Bununla da kalmıyor, sahildeki dev bir balinanın iskeletiyle
perdeyi doldurarak yıkımın kaçınılmaz bir son olduğunu, insan yapımı uygarlığın
da, hatta tüm doğanın da bu yıkımdan kurtulamayacağını hissettiriyor. Balina
iskeleti ile birlikte dini meseleler de gündeme gelmeye başlayacaktır ikinci
yarıda.
Ana karakterimizin başına gelenlerin dozu
arttıkça onun hikayesinin Rusya’nın alegorisi olmanın ötesine geçtiğini, daha
mitik bir figürle, Eyüp Peygamber’le birleştiğini anlıyoruz. Üstelik karaya
vurmuş olan balinanın iskeleti de, sıkıştığı kaderinden çıkmak isteyen kadın
karakterin açık denize bakarken gördüğü karanlık diplerden çıkan balinanın
güçlü gövdesindeki dirim de karmaşık mesajlar taşımaya başlıyor; bir yanıyla
dini mitlere bağlanıyor, ancak öte yanıyla bilinçaltında kaynayan kötülüğün
görsel bir ifadesi olduğunu da düşündürüyor. Dini meseleler simgesel düzeyde de
kalmıyor, birbirinden farklı iki din adamı figürü aracılığıyla hatta
birbirinden farklı iki kilise temsiliyle –biri yıkık diğeri yeni yapılan- din
sadece taşıdığı arketipsel hikayeler düzeyinde değil ama aynı zamanda
sosyolojik ve siyasi boyutuyla da gündeme getiriliyor ve sert bir kara mizahla
eleştiriliyor. Din, seküler dünyanın kurumlarından biridir ve insanın yarattığı
yıkımın sorumluluğunu devlet ile paylaşır. Dolayısyla Leviathan hem geçmişte,
dini hikayelerin içindedir, ölüdür, kemikleri sahilde yatmaktadır; hem diridir,
okyanusta yüzerken insanı kendine çeken büyük arzular uyandırır, bir anlamda
insan ruhunun karanlığında yüzen kötülüktür; hem de çok somut bir şekilde
toplumsal olanın elidir, evi yıkan buldozerdir.
Tüm bunların başına neden geldiğini sorgulayan
Dostoyevskiyen karakterin mücadelesi ister istemez insana Yeraltından Notlar’ın
ele avuca sığmaz karakterini hatırlatıyor. İnanç ve modernlik sorunlarını açık
bir şekilde tartışan Dostoyevski Darwin’in Türlerin Kökeni kitabının
yayımlanmasının üzerinden beş yıl sonra şöyle yazar: “Sözgelimi, sana maymundan
geldiğini kanıtlarlarsa, kaşlarını indirme, suratını ekşitme, bunu kabul et.”
Dostoyevski özellikle kötülüğün insan doğası ile ilişkisini irdelediği bu temel
eserinde özgür iradenin, bir başka deyişle bireyin var olabilmesinin
koşullarından birinin kötülük yapmayı seçebilmesi olduğunu yazar. Bu yüzden de
“hasta biriyim ben” der en başından… Leviathan filminin dünyasında da Darwin
vardır, ilginç bir şekilde atıfta bulunulur; bir gazete bulmacasında sorulur
“evrim kuramı”. Artık çoktan aşılıp geçilmiştir bu tartışma bir yanıyla, bilim
baş döndürücü bir hızla gelişmiş, en temel felsefi sorunlar artık bambaşka bir
düzeyde tartışılır olmuştur ancak cahil ve zavallı Kolya gibiler için “bilgi”
sadece gazete bulmacasında doğru cevabı bulmaya yarar, temeldeki var oluşa dair
sorularına cevap veremez.
Yönetmen Andrey Zvyagintsev verdiği söyleşilerden
birinde filme kaynaklık eden gerçek
bir olaydan söz ediyor: 2004 Yılında Marvin Heemeyer adlı bir oto tamircisi
yerel yönetimle düştüğü ihtilaf neticesinde (dükkanının önüne inşa edilen beton
fabrikasının yolunu kapatması üzerine başlattığı mücadele) deliye döner.
Garajında zırhlı bir buldozer üretir. Çelik levhaları kaynaklayarak gerçekten
de çok sağlam bir zırha bürünen buldozerin içinde silahlar, monitörler,
bilgisayarlar vardır. Tam bir yıkım makinesidir. 4 Haziran 2004 günü önceden
tespit ettiği hedeflere (eski belediye başkanının evi, kent binası vb)
saldırıya girişir. Gerçekten de bir çok binayı yıkar. Bu çılgın yıkımın sonunda
binalardan birinde sıkışıp kalınca kendini vurur. Aşağıdaki video bağlantısı bu
çılgın yıkımın an be an görüntülerini içeriyor. Bu arada olaylar Amerika’nın
Colarado eyaletinde geçiyor!
Andrey Zvyagintsev bu haberleri izledikten sonra
Marvin Heemeyer’in hikayesini çekmeye karar veriyor. Ancak olayı çok daha iyi
bildiği bir coğrafyaya Rusya’ya taşıyor. Hatta senaristiyle birlikte epeyce bir
süre hikayeyi aslına sadık bir şekilde yazıyorlar. Zvyagintsev, bir
söyleşisinde şöyle diyor: “…bir şey rahatsız ediyordu bizi. Gerçek hikayeye çok
yakındı, çok Amerikandı. Çok net bir sonu vardı, çünkü kendini çok açık bir
şekilde ortaya koymuştu… Bu rahatsız etti bizi. Istıraba katlanabilme
yeteneğinin çok Ruslara özgü olduğunu hissettik. Nikolai’nın isyanı çok daha
özeldi.”
Bu ifadeler acaba Fredric Jameson’ı mı haklı çıkarır?
Bunun cevabını bilmiyorum ama şurası açık: Amerika’da yaşanmış bir olayın
hikayesini Rusya’ya taşırken oluşan değişim hakikaten de kültürel
farklılıkların hikayelere içkin olduğunu gözler önüne seriyor. Heemeyer tüm
becerisini kullanarak bir yıkım aygıtı üretiyor, evet terörü seçiyor, ama bir
kişi olarak kendini sınırladığını düşündüğü tüm kurumlara saldırıyor, zarar
veriyor, kişisel olarak bir Leviathan yaratıyor. Kolya ise Leviathan’ın kurbanı
oluyor, yıkımdan kaçınamıyor; üstelik unutmayalım ki Kolya Heemeyer’in
gerçekliğini temsil etmek üzere doğmuş bir karakter, tek bir farkla, doğum yeri
Rusya.
Son olarak bir ayrıntının daha altını çizmek
istiyorum. Yönetmen filmin üretim sürecinde iki kez youtube’a atıfta bulunuyor.
Marvin Heemeyer’in çılgınlığını youtube’da izlediğini söylüyor. Benim de
yukarıya yapıştırdığım videoda gerçekten de helikopter çekimleriyle bu deliliği
an be an izleme imkanı buluyoruz. Ancak ikinci kez youtube’a çok ilginç bir
şekilde atıfta bulunuyor. Filmin sonundaki kilise açılışı ayini sırasında
rahibin konuşması hakkında konuşulurken açıklama gereği duyuyor. Film boyunca
“kötü” belediye başkanının vicdanını rahatlatan yolsuzluğa cevaz veren rahibi
filmin sonunda ciddi ve etkileyici bir vaaz verirken görünce şaşırıyoruz.
Konuşma o kadar ciddi ki bir an acaba yönetmen bizim anlamadığımız bir şekilde
farklı bir boyuta mı geçti diye soruyoruz kendimize. Ne zaman ki kiliseden
ayrılan kara cipleri görüyoruz –ki onların her biri küçük Leviathan yavruları-
o zamanın bunun çok kuvvetli bir ironi olduğunu anlayıp rahatlıyoruz. Yönetmen
bu kilise açılışındaki rahibin konuşmasını da iki farklı rahibin konuşmasından
derlediğini söylüyor. Bu rahiplerin konuşmalarını da youtube’da bulduğunu
ekliyor. Günümüz iletişim ağlarının sanat yapıtlarıyla etkileşimini göstermesi
açısından çok iyi bir örnek olduğunu düşünüyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder