Suat Taşpınar
Kaynak: http://www.moskovalife.com/
Bir barda tanıştılar. Başlarında kavak yellerinin estiği
yaşlardaydılar. Gençliğin coşkusu gözbebeklerinden fışkırıyordu. Oğlan kıza
bira ısmarlamak istedi. Kız, "Cin tonik olsun" dedi.
Delikanlının hoşuna gitti. "İyi içen kızlara bayılırım" dedi. Hikâye
böylece başladı. Derin bir sohbete daldılar. Hayattan, çiçeklerden, böceklerden söz ettiler.
Fıkralar anlattılar. Gözlerinden yaş boşalana kadar güldüler. Ve
gece ilerlerken, birbirlerine doğru elle tutulmayacak bir şeylerin aktığını,
bir şeylerin alevlendiğini hissettiler. Sabaha karşı barmen ışıkları bir bir
söndürmeye başlayıp kibarca "Kapatıyoruz" dediğinde aşkın eşiğini
geçmiş, kapıyı içeriden sürgülemişlerdi bile.
Kızın içinden "Evim hemen şuracıkta, ne olur, gel bana
gidelim" diye geçiyordu, ama oğlana "Geç oldu, ben artık eve
gideyim" dedi. Oğlan, "Ben de seninle geleyim" dedi ve ilk kez
elini tuttu kızın. Alacakaranlıkta, Sovyet tarzı çirkin ve yüksek apartman
bloklarının arasından bedenleri yürüyerek, ruhları aşkın tılsımıyla kanatlanıp
uçarak ilerlediler. Kızın tek odalı, tertipli dairesine girdiler. Ve
insanoğlunun şehvetle değil de aşkla yapabildiğinde Tanrı'ya o en çok
yaklaştığı şeyi yaptılar, seviştiler.
Sabahın ilk ışıklarıyla, saçları ve nefesleri birbirine karışarak
uyudular. Ama oğlanı uyku tutmadı. Kalbi kafesinden uçacak gibiydi. Filmlerden
gördüğü bir şey aklına geldi. Gidip bir demet gül bulmalıydı ve kız uyurken
başucuna koymalıydı. Parmaklarının ucuna basarak çıktı evden. Asansörü bile
uyandırmadan, merdivenlerden uçarcasına indi. Sağa koştu, sola koştu, sokaklar
aştı ve şans eseri, bahçesinden topladığı kır çiçeklerini bir otobüs durağında
satan yaşlı bir kadına rastladı. Gülden de güzeldi bunlar, kokusu sokağı
salmıştı. Parayı ödedi, çiçekler kucağında geriye döndü. Ve güzelim hikâye o an
bitti...
Karşısında kâbus gibi bir manzara vardı. Onlarca apartman. Hepsi
birbirinin aynı. Rengiyle, renksizliğiyle. Birini ötekinden ayırmak imkânsız. Hangisinden
çıkmıştı? Kızcağız hangisinde şu dakika uykunun en tatlı yerindeydi? Sağa
koştu. Sola koştu. Gözüne kestirdiği bir apartmanın "İşte burası"
dediği dairesinden kızgın bir adamın küfürleriyle kovuldu. Adam bir de dönüp
karısına küfretti, "Sabahın köründe sana çiçek getiren âşıkların mı var
orospu!" diye bağırdı.
Merdivenleri indi, çıktı. Umudun kırıntısı ter damlalarına
ve öfkeye; öfke, gözyaşlarına ve umutsuzluğa dönüştü. Vahim hatasını çoktan
anlamıştı, ama kabullenmek zor geliyordu. Elinde kır çiçekleriyle apartman
merdivenlerini arşınladı, yabancı kapıları yumrukladı. Kızın uyandığını, istediğini
alıp kaçan aşağılık oğlanın kokusundan kurtulmak için hırsla, gözyaşlarıyla
duşa girdiğini düşündü. Kamera yükseldi, yükseldi, bir labirenti
andıran apartmanların arasında oğlanın artık şuursuzca ve pencerelere
doğru kızın adını haykırmasını gösterdi. Film bitti...
Ne kadarı Kieslowski ya da Vajda'nın bir kısa filmiydi, ne
kadarını ben kattım, gerçekten emin değilim. Mevzu galiba Varşova'da geçiyordu,
ben Moskova'nın 'mikroreyon'larından birinde, bir akşamüstü bir adres ararken
hatırladım. Metronun önünde genç bir çift, eve varmaya sabırları yetmez bir
halde, apartman bloklarına doğru öpüşüp koklaşarak yürüyorlardı. Belki bir gün
önce bir barda tanışmışlardı. Yanlarına gidip, "Aman adresi önceden iyi
bir yere yazın, kaybetmeyin" diyecek oldum. Sonra kızın elinde kırmızı bir
gülü fark ettim. Rahatladım. Kendi adresimi aramak için labirente bir kez daha
daldım.
2007, Radikal
gazetesi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder