Nazan Bekiroğlu / Zaman
“Yazar mı eser mi?” sorusuna “Eser” diye cevap verdiğimi sanırdım. Oysa nicedir kendimi “Yazar” derken yakalıyorum ve Çehov’a yeniden dönerken onun eserleri masamın üzerinde cilt cilt yükselse de mektuplar ve anılar kadar hakkındaki biyografilere de daha çok bakıyorum.
Çehov’a ne kadar farklı zaviyelerden bakmak mümkün. Bu kısacık yaşam ne kadar belirgin damarlar üzerinde ilerliyor ve bu kısacık hikâyeye ne kadar çok başlık atılabiliyor.
Çehov’un, babasıyla ilişkisi meselâ. Çehov, dönüp geriye baktığında despot bir babanın elinde harcanmış bir çocukluk görecektir ileriki yıllarda. Bu baba yıpratıcı bir yoksulluk içinde geçen kâbus gibi bir çocukluğun temel aktörüydü ve Çehov henüz 19 yaşında aile babası rolünü üstlenmek mecburiyetinde kalmıştı. Fakat o, babasından hem nefret etmiş hem de onu sevmişti ve mektuplarına bakılırsa babası öldüğü zaman bir yanıyla onun eseri olduğunu da idrak etmişti.
Çehov’un toprakla olan ilişkisi sonra. Çehov, özgürlüğünü satın almış bir toprak kölesinin torunuyken alt sınıfın zorluklarından, kalem hakkıyla yıldan yıla kurtularak sosyete partilerine uzanmıştı. Bu yaşamdan hem hoşlanıp hem kaçmak istese de mülk edinmeyi daima sevdi. Arka arkaya irili ufaklı mülklerin, yurtlukların sahibi oldu. Tolstoy gibi! Ama malikânesindeki yaşlı Tolstoy “Mülkiyet, hırsızlıktır” derken Çehov mülk üstüne mülk satın alıyordu.
Ve siyaset. Çehov’un, için için kaynayan ve devrime doğru koşan Rusya’da siyasete mesafeli tavrı. Çehov, sanatını siyasetle dirsek dirseğe tutmaktan daima kaçınmıştı. Her zaman nazik ve sevecendi, kaba güce düşmandı. Çar II. Aleksandr’ın serfliği kaldırmasına, işkenceyi yasaklamasına, mahkemelere jüri koydurtmasına, bir anayasa sözü vermesine rağmen öldürülmesini anlayamadı meselâ. III. Aleksandr’ın baskıcı bir politika izlediği yıllarda yine siyasete bulaşmadı. O vadide kalem oynatmadı. Taraf olmadı. Ona göre edebiyat gözlem yapmalı ama asla hüküm vermemeliydi. Fakat sanatını siyasî bir söylemin dışında tutsa da bu, onun siyasete ilgisiz olduğu anlamına gelmiyordu. Paris’te bulunduğu sıralarda meşhur Dreyfus davasını izlediğinde Zola’ya büyük hayranlık duymuş, bu yüzden meşhur yayıncısı ve koruyucusu Suvorin’i eleştirmekten geri kalmamıştı. Gorki’ye verilen akademi üyeliğinin geri alınması üzerine kendi üyeliğinden istifa etmekte tereddüt etmemişti. Rusya, öğrenci olayları ile sarsılırken o, Gorki tarzı savaşkan bir sosyalizmi reddetse de rejimin otokrasisi karşısında eskisinden daha fazla rahatsızlık duymaya başlamıştı.
Öğrenci olayları çığırından çıkınca, yayıncısının “Ciddi bir sorundan, ciddilikten uzak bir biçimde söz etmesini ve bireylere karşı haklarını aşan bir hükümetin savunuculuğunu yapmasını kınadı”, “Devlet kavramı hukuktan esinlenen ilişkilere dayandırılmalıdır; yoksa anlamsız bir sözcük, imgeleme yetisini yıldırmaya yönelik bir korkuluk olur çıkar” diyordu. “İnsanlar düşüncelerini özgürce açıklama hakkından yoksun iseler, o düşüncelerini öfke ve kızgınlıkla dile getirirler ve çoğu kez hükümet açısından canavarca ve çileden çıkarıcı sayılan bir biçimde. Ama basın ve vicdan özgürlüğü verilsin, o zaman herkesin arzuladığı yatışma gelir ve uzun süremeyecek olsa da bizim ömrümüz kadar sürecektir kuşkusuz” (Alıntılar; Henry Troyat, Mektupların Söylediği: Çehov, Çev. Vedat Günyol, Dünya Yay, İst. 2004, 340 s.213). Çehov bütün bunları eserlerinde değil mektuplarında yazıyordu. Fakat bütünüyle gözleme dayalı hikâye ve tiyatrolarında dönem Rusya’sının bütün hastalıklarını teşrih masasına yatırmıştı ve edebiyatı siyasete bulaştırmadan da siyaset üstü bir insanlık ülküsü için kalem oynatmanın hiç de olumsuzlanan anlamıyla apolitiklik anlamına gelmediğini göstermişti.
Ve Karadeniz. Dostoyevski ve Tolstoy’a duyduğum bütün hayranlığa rağmen bir yönetmen olsaydım, kuşku yok Çehov’un hayatını film yapardım. Ve bu filmde arka planda daima Karadeniz görünürdü. Çünkü Çehov da Yalta ile Moskova arasında bölünmüş yaşamının hiç olmazsa önemli bir kısmında Karadenizliydi.
Çehov’un yaşamından bahsetmeye başlayınca, bu kısa hikâyeye atılacak daha çok başlık var. Yazı dünyasında takma isimleriyle gerçek ismi arasındaki bölünmüşlüğü, doğa ile olan ilişkisi, kız kardeşiyle arasındaki derin sevgi bağı gibi.
Çehov’un seyahatleri. Sanat dünyasındaki klancılıktan, tek elcilikten, dayı yeğen ilişkilerinden, şöhret hırsından rahatsız olan; dişiyle tırnağıyla kazandığı statünün kendisine sağladığı monotonluktan bunalan Çehov seyahate çıkmayı hep sevmişti. Rusya içi gibi yolu sık sık Avrupa’ya da uğradı ama her defasında özlemle geri döndü. Fakat kısa zaman sonra tekrar seyahati özledi. Bu seyahatler arasında en dikkat çekici olanı 1890’da Rusya’nın ta öbür ucundaki bir sürgün ve hapis yeri olan Sahalin Adası macerasıdır. Macera, çünkü o vakitlerde Trans-Sibirya tren yolu yoktu. Bu hasta adam Sahalin’e üç ay üzerine vardığında, sellerle, azgın nehirlerle, dondurucu soğukla, tabiat gibi türlü tekinsiz insanlarla da boğuşmuştu. Ama içinde yaşadığı ışıltılı dünyadan kaçmak ve acı ile yüz yüze gelmek istemiş, katilin hapishanede biten öyküsünün sonrasını merak etmişti. Sahalin, onun monotonlaşan yaşamının şoku oldu.Çehov’un Tolstoy’la ilişkisi meselâ, bu da baba-oğul düzleminde okunabilecek bir ilişki. Bir bakkalın oğlu, özgürlüğünü satın almış bir toprak kölesinin torunu olan Çehov, meteliğe kurşun atan bu gazeteci edebiyata küçük kapıdan girmişti ve başlangıçta, çağdaşı devlerin isimleri altında eziliyordu. Hele de Tolstoy. Çehov, önceleri Tolstoy’a karşı mesafelidir. Onu fazlasıyla ütopik bulur. Fakat ilk karşılaşmalarında koca romancının sadeliğinden büyülenir. Bir kolera salgını esnasında köylerde bilâ-ücret kendisini tüketen kasaba doktoru, “büyücünün”, malikânesinden etrafa yardım yağdırmak için nasıl örgütlendiğini görünce onun ütopyalarının pratiğe döküldüğünü de görerek içi ısınır. Nitekim ömrü boyunca Tolstoy’a hayranlık besleyecektir. Fotoğraflarının bir kısmında Tolstoy’un yanı başındadır.
Tabii bir de doktorun ölümü var. Çehov bir doktordu ve fakat gençlik yıllarından itibaren veremdi. Kan tüküren, ciğerleri sökülürcesine öksüren bu doktor, başını yastıktan kaldıramadığı, aşırı zayıfladığı, bir basamaktan diğerine adım atmak için yarım saat beklediği zamanlarda bile garip bir tavırla, bir doktora görünmeyi ve tedavi olmayı reddetti. Neredeyse bütün hayatı, kendisini kovalayan azgın bir şeyin önünden kaçarken yaşamak ve yazmaktan ibaretti. Veremin tedavisi olmadığını biliyordu çünkü. O yüzden tedavi ile vakit harcamaya yanaşmadı. Kalan zamanının az olduğunun farkında, onu ölüm hazırlığıyla geçirmek yerine yaşamla doldurmaya çalıştı.
Ve Çehov’un aşkları. Daha doğrusu aşksızlığı. Yalnızlığı. Çehov, fotoğraflarına ve çağdaşlarının tanıklıklarına bakılırsa hayli yakışıklı bir adamdı. Aynı zamanda akıllı, zeki ve esprili. Buna bir de hastalığı ve yalnızlığı eklenirse kadınların ona âşık olmamak için fazla sebebi kalmıyordu. Ömrü boyunca kadın hayranlarının ilgisiyle kuşatıldı. Bunlardan biri çok ilgi çekici, Lidya. Bu kadın, Çehov’un ölümünden çok sonra yayımladığı anılarına bakılırsa, Çehov’un kendisine sırılsıklam âşık olduğunu fakat bunun farkında olmadığını düşünüyordu! Dahası Çehov’un, aşk üzerine bazı hikâyelerindeki başkahramanın kendisi olduğuna da ciddi ciddi inanıyor, cevap bekliyordu. Eğer biri böyle bir vehme bütün kalbi ve yaşamıyla inanmışsa onu vazgeçirmek nasıl mümkün olabilir ki? Her defasında baştan savmak istediği birini cevaplar gibi cevapladı onu Çehov. Belli ki her şey Lidya’nın içinde olup bitiyordu.
Fakat Olga Knipper. Ömrü boyunca evliliğe pek sıcak bakmayan Çehov, onu ömrünün son yıllarında kendisiyle evlenmeyi göze alabilecek kadar sevmişti. Alışıldık evliliklere pek benzemeyen bu beraberlikte Çehov, Olga’nın kariyerini bölmemek için yalnızlığa bile isteye razı geldi. Yine de mutluydu. Değil mi ki ona “Merhaba yaşamımın son sayfası” demişti ve gülümserken çekilmiş tek fotoğrafı –en azından benim görebildiklerim arasında- Olga ile çekilmiş olandı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder