M.
Hakkı Yazıcı
mhyazici@yandex.ru
Vladimir İvanoviç ile bizim padiyezd,
yani apartman girişinde karşılaştığımızda daha selam sabah demeden “Bizim
hanımın aklına yeni çamaşır makinesi almak fikrini sen mi soktun?” diye
çıkıştı.
Hoppala nerden çıktı şimdi
bu?
Suratına baktım. Bayağı
ciddi idi ve kızmıştı.
Hiç böyle yapmazdı.
“Hangi çamaşır makinesi
Vladimir İvanoviç?” diye sordum.
“Bizim hanım kaç gündür
çamaşır makinesi artık eskidi, yenisini alalım. Bak Rusya’da da imalat yapan
Türk markaları varmış? Bir sor bakalım, diye tutturdu,” dedi.
O zaman anladım. Olga
teyze benim çamaşır makinemden memnun olup olmadığımı sorunca bahsi geçmiş;
Rusya’da Türk markalarının da satıldığını söylemiştim.
Hepsi bu kadar…
Durumu anlatınca
Vladimir İvanoviç, biraz ikna olur gibi oldu.
Onu daha fazla
kızdırmamak için söylemedim, ama Rusya’da bazı evlerde hala teknolojisi çok geri,
ilkel makineler kullanılıyor.
Hele benim de kullandığım
bir tanesi vardı ki anlatmadan geçemeyeceğim. Moskova’ya ilk geldiğim zamanlarda
kiraladığım babuşka evinde eski bir Rus malı çamaşır makinesi vardı. Ev sahibem,
makinenin nasıl çalıştığını “Tak” şöyle, “Tak” böyle diye anlatmıştı. İlk
günler makineyi çalıştırmaya açıkçası korktum. Bu yüzden önceleri Metro
çıkışlarında bulunan, şimdi hepsi kaldırılan “rınak”lardan, pazar yerlerinden
birinden mavi bir plastik leğen almış, çamaşırlarımı elde yıkıyordum. Sonra
makineyi çalıştırmaya biraz alıştım, ama hala korkuyordum. Banyo duvarına yatay
monte edilmiş, bu santrifüjlü makine çalışırken duvarı yerinden sökecekmiş gibi,
şiddetle sağa sola savruluyordu. Bu nedenle de yıkama süresi bitene kadar savrulup
parçalanmasın diye, ihtiyaten, hiç kalkmadan üzerinde oturuyordum.
***
Olga teyze'nin doğum
günü vardı. Bir şeyler almak lazımdı.
Vladimir İvanoviç, “Yorulmazsan
yürüyelim,” dedi.
Yürümeyi çok severim.
İtirazsız kabul ettim. Hem bu arada yürürken konuşur, onun kızgınlığını
geçirmek için bir fırsatım olurdu.
Hava iyiydi. Yürümek
için ender bulunan güzel, güneşli günlerden biriydi.
Leningradskiy Prospekt’te
15 numaraya kadar yürüdük.
Orada Bolşevik
Konditerskaya Fabrika (Большевик Кондитерская Фабрика) vardı. Eskiden Moskova’nın en güzel pasta ve
çikolataları burada üretilirdi.
Aksilik! Bir şeyler
alabiliriz diye umuyorduk, ama ne yazık ki artık kapanmıştı.
Daha önce nasılsa farkında
varmamıştık; fabrikanın bulunduğu binalar restore edilip, konut ve iş merkezine
dönüştürülüyordu.
Belki eskiden, şehir
henüz bu kadar büyümemişken merkezdeki fabrikalar yadırganmıyordu. Şimdiyse
şehir dışına taşınmaları zaten daha uygun olurdu, ama öyle de yapılmıyordu.
Eski fabrikalar, binalar yıkılıyor; yerlerine moda olduğu üzere, iş ve
alışveriş merkezleri ve lüks konut projeleri yapılıyor. Koca koca fabrikalar
ise ne yazık ki tarihe karışıyor. Zil Otomobil Fabrikası ve diğerleri gibi…
Yolun karşısında, biraz
çaprazda, Leningradskiy Prospekt 8 numarada Moskova 2 Numaralı Saat Fabrikası (Второй Московский часовой завод ) vardı. Burası da yıkılmıştı. Yıkılan fabrikanın
önündeki otobüs durağı ise aynı adı taşımaya devam ediyordu. Hala öyle mi
bilmiyorum.
“Burası da mı?” diye
söylendi Vladimir İvanoviç.
Caddeyi gösterdi, başını sallayarak “Bu
yol boyunca eskiden yemyeşil heybetli, güzel ağaçlar vardı,” dedi. Sonra daha
ilerideki Belaruskaya Meydanı’ndaki yazar Maksim Gorki’nin heykeline bakarak,
“Bu heykel, neyse ki seneler sonra Park Muzeon’daki ‘heykel mezarlığı’ndan eski
yerine döndü. Bu da iyiye bir işaret.”
Meydan’dan sonra, ta Kremlin’e kadar,
eski adı Gorki Caddesi olan Tverskaya Caddesi uzanıyordu. Daha fazla yürümeden
dönmeye karar verdik.
Bana olan kızgınlığını çoktan
unutmuştu. Onun düşünceli hali, sık sık tekrarladığı gibi, Rusya’nın Sovyetler Birliği dönemindeki
gücünden bütün yeni iyileşmelere rağmen hala çok uzak olmasındandı.
Havayı değiştirmek için
“Biliyor musun, benim ilk fotoğraf makinem Zenit idi,” dedim.
Yüzü birden aydınlandı.
“İyi makinelerdi ama,
değil mi?”
“Haklısın, gerçekten
çok iyi markaydı.”
Onu mutlu etmek için
söylememiştim. Makinemi çok severek kullanmıştım.
Şu sıralar orta ve
ileri yaşını yaşayan, gençliğinde fotoğraf amatörü olup işe Rus malı Zenit
marka bir makineyle başlamayanların sayısı sanırım çok azdır. Benim de ilk
makinelerimden ikisi Zenit idi.
Cep delik, cepken
delik; bütçe küçük, merak büyük olunca haliyle ucuz makine almaktan başka çare
yoktu.
Ucuzdular, ama allah için iyi makineydiler.
Ucuzdular, ama allah için iyi makineydiler.
Sovyetler Birliği
dağılınca İstanbul’daki yer tezgahları ve hatta Sirkeci’deki fotoğrafçıların
kutsal mekanı meşhur Hayyam Pasajı Zenit’lerle dolmuştu.
Sonra Zenitler, hala ara ara bulunabilmesine rağmen tebahhur etti. Üretimi sona erdirilmişti.
Sovyetler Birliği'nin dağılmasına mı şaşırırsın, yoksa Zenit üretiminin sona ermesine mi?
Sonra Zenitler, hala ara ara bulunabilmesine rağmen tebahhur etti. Üretimi sona erdirilmişti.
Sovyetler Birliği'nin dağılmasına mı şaşırırsın, yoksa Zenit üretiminin sona ermesine mi?
Karışık işler...
Makinelerden TTL model olanını İstanbul’da Tahtakale’deki yer tezgahlarından birinden almıştım. 15 Liracık mı vermiştim ne? Ve hatta hatırı sayılır bir objektif koleksiyonum bile olmuştu. En değer verdiğim ödül almış 35 mm.’lik bir objektifti. Ustalarım, halamın oğulları kademe atlayıp Japon makinelerine geçince bana onu armağan etmişlerdi. Bu vidalı objektifin çapı bendeki gövdeye uymayınca İstanbul’da Beyazıt’ta ara sokaklardan birinde ince işler yapan bir tornacıya ilave bir halka yaptırıp öyle kullanmaya başlamıştım.
Makinelerden TTL model olanını İstanbul’da Tahtakale’deki yer tezgahlarından birinden almıştım. 15 Liracık mı vermiştim ne? Ve hatta hatırı sayılır bir objektif koleksiyonum bile olmuştu. En değer verdiğim ödül almış 35 mm.’lik bir objektifti. Ustalarım, halamın oğulları kademe atlayıp Japon makinelerine geçince bana onu armağan etmişlerdi. Bu vidalı objektifin çapı bendeki gövdeye uymayınca İstanbul’da Beyazıt’ta ara sokaklardan birinde ince işler yapan bir tornacıya ilave bir halka yaptırıp öyle kullanmaya başlamıştım.
Çok güzel resimler
çekmiştim o makinelerle.
Vladimir İvanoviç,
“Benim de ilk gençlik yıllarımda bir Zenit makinem vardı. Daçada hoşlandığım
komşu kızlarının gizli gizli fotoğraflarını çeker, sonra karta bastırıp onlara
hediye ederdim,” dedi, mahçup bir yüz ifadesiyle.
“Oooo, ilk delikanlılık
heyecanları!.. Çok iyi bilirim,” diye takıldım.
“Albümümde o makineyle
çekilmiş eski bir fotoğrafım var. Eve gidince gösteririm.”
Onun yüzündeki
mutluluğu görünce eski Rus markaları muhabbetine devamla babamın dedemden kalan
Serkisof marka Rus yapımı köstekli bir saatinin olduğunu, yeleğinin cebinden
çıkardığı bu saate bakmadan hiçbir işe girişmediğini anlattım.
Nam-ı diğer
"Şimendiferli Serkisof saatleri", Rus yapımı efsanevi mekanik
saatler...
Aslında Serkisof,
saatten öte bir şeyin; bir hayat tarzının adıydı.
Türkiye’de Devlet
Demiryolları, bir asırdır emeklilerine "Efsane saat" olarak
nitelendirilen arkası lokomotif kabartmalı Serkisofları hediye ederdi, ancak
1994 yılından sonra tasarruf tedbirleri nedeniyle bu uygulamadan vazgeçilmişti.
Saatlerin maddi
değerinden çok manevi değeri vardı.
Üreten fabrika, Ural
Dağları'nın eteklerindeki Çelyabinsk kentindeki Molnija Saat Fabrikası'ydı.
Bu bölge, el becerileri
ile ünlü zanaatkar insanlarla doluydu. Rus Çarları, 19. Yüzyılda birçok el
sanatı ustasını Kremlin'e buradan götürmüşlerdi.
Fabrika, 1947'de
Çelyabinsk'te kurulmuş; cep, kol, masa ve duvar saatleri yanında, tank ve
denizaltılar için de göstergeler üretmeye başlamıştı. Her saat elde ve teker
teker üretilirdi. Özellikle köstekli 18 taşlı cep saati çok aranırdı.
Vladimir İvanoviç’i
eskilere götürüp hüzünlendiren düşünceler benim için de nostaljikti.
***
SSCB'de oldukça popüler
olan Zenit makinelerden yaklaşık 15 milyon tane üretilmiş ( iki tanesi hala
bende muhafaza altında ) ve büyük bir kısmı Almanya, İtalya, Fransa ve
İngiltere'ye ihraç edilmişti. Ancak Zenitlerin üretimine ne yazık ki 2005
yılında son verilmişti.
Bir ara Zenit
makinelerin yeniden üretimine başlanabileceği söylenmişti.
Rusya’nın devlet
teknoloji şirketi Rostec, dünya genelinde birçok fotoğrafçının 'fotoğraf
makinelerinin tankı’ (tank yerine başka bir benzetme yapsaymışlar daha iyi
olurmuş) kabul edilen Zenit’lerin yeniden üretimine başlayacaklarını
duyurmuştu.
Rostec'in İletişim ve
Bilgilendirme Departmanı'nın başında bulunan Vasiliy Brovko, RNS'ye yaptığı
açıklamada, "Zenitler çok popüler ürünler, biz de Leica'nın (Alman
fotoğraf makinesi üreticisi) analog versiyonu gibi lüks ürünler üretmek
istiyoruz," demişti.
Doğru karar. Hadi
inşallah!
Umarım teknolojik ürünler üretirler ve benim gibi fanatiklerine yeniden üretimine son verilmesi üzüntüsü yaşatmazlar.
Umarım teknolojik ürünler üretirler ve benim gibi fanatiklerine yeniden üretimine son verilmesi üzüntüsü yaşatmazlar.
Vladimir İvanoviç, konuştuklarımızı
doğrulayan şeyler söyledi:
“İyi markalardı
gerçekten, iyi!” dedi, sonra gülümseyerek sordu: “Katyuşa ile Kalaşnikov da iyi
markalar ama, değil mi?”
“Evet, haklısın. İyi
markalar.”
***
Zaten niye markalara
sahip çıkılmaz ki?!
Bir ülkenin markaları,
ekonomisinin milli takımıdır. O kadar yani…Marka yaratmak, çok zahmetli ve
pahalı bir şey. Oluşturulması gerçekten zor, harcamasıysa bedava.
Şimdi yine, huyum
kurusun büyük laf edeceğim: Ülkelerin değerleri, buna markaları da dahil,
bazen bir toprak parçasından daha önemlidir.
Bunun farkında olanlar zaten atına atlayıp Üsküdar'ı geçiyor.
Eskiden, benim
çocukluğumda, Japon mallarının kalitesizliğinden bahsedilir, dalga geçilirdi. O
zamanlar daha Sony yoktu, Suzuki, diğerleri yoktu. Zaman geçti; Japon malları,
tapon maldan “top ten” seviyesine geldi.
Arkadan Kore malları
geldi. Bizim 1950’lerin başında kurtarmaya gittiğimiz Kore, harikalar yarattı.
Niye aynısını biz yapamayalım
ki?
Ancak bunun için hammadde ekonomisinden inovasyon
ekonomisine geçmek şart. Ve kuşkusuz daha fazla marka yaratılmalı
Vladimir İvanoviç’le
muhabbetimiz, anılar, şakalarla sürüp giderken farkında olmadan daha ciddi
konulara geldi.
Dileğimiz, Rusya ve
Türkiye arasındaki ilişkilerin olduğundan çok daha fazla gelişmesi,
ülkelerimizin zenginleşmesi, halklarımızın refah ve mutluluk içinde yaşaması
tabii ki.
Kastettiğimiz basit
al-ver ticareti değil, daha nitelikli bir işbirliği…
Türkiye ve Rusya arasındaki
iyi ilişkilerin çok büyük fırsatlara gebe olduğuna inananlardanız. Olumlu
anlamda gelişen ilişkiler var. Gönül bunun daha da fazla ve kalıcı olmasını istiyor.
Aklın yolu da bunu gösteriyor zaten.
İkimiz de umutluyuz.
Umarız bu duruma hizmet edecek markalar da yaratılır.
İkimiz de umutluyuz.
Umarız bu duruma hizmet edecek markalar da yaratılır.
Babamın sık kullandığı
bir laf vardı: “Umut fakirin ekmeği; ye Mehmet’im, ye!” diye. Onu söyledim
Vladimir İvanoviç’e.
O da çok bilinen bir
Rus atasözünü hatırlattı: “Надежда умирает последней- Nadejda umirayet pasledniy (En son ümit ölür).”
***
Markalar, umutlar üzerinden konuşurken
aklıma konuya uyan bir anım geldi. Vladimir İvanoviç’e Sovyet markalı ürünlerle
ilgili yine çok, ama çoook eskilerden bu anımı anlattım :
Yıl 1970, aylardan Ekim. ODTÜ’de
öğrenciyim.
Bizim arkadaşlar, bir şekilde Yılmaz
Güney’in
sansüre takılan “Umut” filminin bir kopyasını temin etmişlerdi ve
gösterecektik. Ancak bir sorun
vardı. Film 35 mm.’likti ve ODTÜ’de 35 mm.’lik film gösterecek bir makine
yoktu. Üçlü Amfideki makine 16 mm.’likti.
35 mm.’lik bir film
makinesi bulmamız gerekiyordu.
Kara kara düşünmeye
başladım. Nereden bulacaktık 35 mm.’lik makineyi? Sinema sinema dolaştım.
Sinemaların hepsinin zaten işi vardı ve makineler taşınamayacak kadar ağır ve
büyük makinelerdi. Taşınabilseler bile sökülmesi ve yeniden montajı zordu.
Cebeci bölgesindeki fakültelerde
okuyan arkadaşlardan yardım almak için gittim. Ortalıkta kimse yoktu; nihayet
tanıdığım bir arkadaşa rastladım. Durumu anlattım, ilgilendi. Böyle bir
makinenin nasıl bulunabileceğine dair onun da fazla bir fikri yoktu; ancak
Bulvar üzerinde, bodrum katta bir reklam ajansı olduğunu, oraya bakmamı
söyledi.
Reklam ajansına gittim.
Adamlarda gerçekten iki adet 35 mm.’lik Sovyet yapımı portatif film gösterim
makinesi vardı. Yanlış hatırlamıyorsam markası Iskra idi. Fakat bir sorun
vardı. Bizim gelmelerini istediğimiz tarihte sürekli müşterileri olan Hindistan
Büyükelçiliği’nde
Bayramları nedeniyle bir film gösterisi vardı ve oraya gitmek
zorunda idiler.
İşin kötü tarafı Hint
filmlerinin çok uzun olması, üç dört saat sürmesiydi.
Ancak “Merak etme,”
dediler; “Biz aradan makaslar, filmi makul bir şekilde kısaltırız, kimse
anlamaz. Sizin gösteriye yetişiriz.”
Anlaştık, rahatladım;
geri döndüm.
Film gösterisi bir
Cumartesi akşamı idi. Fazla bir duyuru yapmamıştık. Sadece Kızılay
Bulvarı’ndaki Milli Piyango İdaresinin camına küçük bir ilan yapıştırılmıştı.
Okula gittiğimde
şaşkına döndüm. Üçlü amfinin önünde neredeyse Rektörlüğe kadar uzanan bir
kuyruk vardı. Sadece okulun öğrencileri değil, şehirden de pek çok insan duyup,
akın akın gelmişti.
Başlangıçta her şey
güzeldi. Ancak bizim makine gecikip, filmin başlama saati geçince salondaki
kalabalıkta homurdanmalar başladı.
Sıkıntıdan ter içinde
bekliyoruz, makine yok. O zaman cep telefonu gibi bir irtibat olanağı yok ki
adamları arayıp durumu öğrenelim. Homurdanmalar, neredeyse protestoya
dönüşüyor, yavaştan yuhlamalar başlıyor; makine yok.
Koşa koşa Nizamiye’ye
kadar gittim. Orada beklemeye başladım. Neden sonra karanlıkta siyah bir araba
Nizamiye’ye yanaştı. Baktım, bizim reklam ajansı ekibi. Kendimi tutmasam
adamlara sarılıp öpeceğim. Ben de arabaya atladım, birlikte hızla Üçlü Amfi’ye
ulaştık.
Herkes bizi bekliyor.
Ekip hemen Sovyet yapımı makineyi kurup ayarlarını yaptı, birinci makarayı
taktı. Film başladı, ekrana yansıdı: “Umut”.
Başta ben olmak üzere
herkes rahatladı. Homurtular kesildi; izleyiciler filmi izlemeye başladı. Yirmi
dakika kadar geçmişti ki bir tuhaflık olduğunu anladık; sadece biz olsak iyi,
seyirciler de anlamış ve yeniden homurdanmaya başlamışlardı.
Anladık ki film
makarası, telaşla geriye sarılmadan, sadece jeneriğine bakılarak makineye
takılmıştı.
Sağolsun Yılmaz Güney, farklılık yaratmak için filmin sonuna “son” yazmayıp
“Umut” yazmış, ajans ekibi de filmin sonunu başı zannedip makarayı takmış. Neyse
film makarası çıkarılıp diğer makara geri sarıldı, filme yeniden başlandı.
Homurtular kesildi, herkes filme yoğunlaştı. İlerledikçe sadece homurtular
değil, nefesler de kesildi.
Film bitti, perdede
“Umut” yazısı belirdi.
Kızgınlığın yerini
mutluluk almıştı. Seyirciler dakikalarca ayakta alkışladılar. Gerginlikle
başlayıp, mutlu biten bir olay yaşamıştık.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder