Suat
Taşpınar
Kaynak:
Kompas Dergisi, 53. Sayı
Bitmeyen bir göç mevsimindeyiz. Yerimiz dar. Ya da ruhumuz.
En mühimi, ‘huzur yokluğu’ndan mustaribiz. Habire oradan oraya taşınıyoruz.
Göçmen kuşlar halimize bakıp üzülüyor. Çünkü onların bir rotası var, menzili
belli. Biz çoğu kez haritasız, adressiz yollardayız. Kundera , ‘Yavaşlık ile
hatırlamak, hız ile unutmak arasında doğru orantı var’ diye fısıldamıştı
kulağımıza. Durumdan vazife çıkardık, habire koşturuyoruz. Durmaktan
korkuyoruz. Fiziken olmazsa ruhen. Annem ‘hercai’ derdi böylelerine. Ama dönüp
dolaşıp şairin dediği yere geliyoruz; gittiğimiz her yere aynı yüreği
götürüyoruz. ‘Biz’ dediğim herkes değil. İri punto ukalalığa gerek yok.
Herkesin hayatı kendine. Kimsenin hayatı, öbürüne oturacak gömlek değil. Ama
benim tarif etmek için kıvranıp durduğum bir küme, bir daire var. Çoğu
yurtdışında yaşayanlar. Adına ister kibarca ‘expat’ deyin, isterseniz içeriğe
daha uygun düşsün diye ‘haymatlos’ deyin. Onların pek çoğu dahil o kümeye.
Sürekli içinde yaşanmasa da, sık sık içine dalıp çıkıyoruz. Ortak paydamız, bir
yandan köklerle ilişkiyi sürdürmenin yolunu aramak, öbür yandan huzura kaçmak
ve ‘daha iyisini aramak’.
Türkiye-Rusya arasında bölünmüş hayatlarda tavan yapıyor bu
haleti ruhiye. Özleyip Türkiye’ye gidiyoruz; en çok birkaç hafta sonra
‘yabancı’ hissediyoruz kendimizi, bu kez Rusya’yı, evimizi özlüyoruz. Buraya
geliyoruz; en çok birkaç ay dengede gidiyor her şey, sonra ‘yabancı’ hissetmek
istemesiniz de hissettiriyorlar ve elimiz yine bavula gidiyor. Kıyaslananların
hali de içgüveysiden hallice. Biri ötekine galebe çalacak halde değil.
Türkiye‘nin ‘Bugün git, yarın gel’ bürokrasisine kızıyoruz;
buranın ‘Bugün git, dün gel’ bürokrasisi üstümüze çullanıyor. Rusya’nın sözde
‘demokrasi fukarası’ ortamına celalleniyoruz, Türkiye ‘ye gidince toz duman
içinde ‘İyi ki Rusya’da istikrar var’ diye dönüyoruz. Rusya ‘da ‘Servis berbat’
diye ağlaşıyoruz, Türkiye ‘de saat yerine takvim kullanarak iş görenler saç baş
yoldurtuyor. Moskova ‘da pahalılıktan inliyoruz, soluk almak için gittiğimiz
İstanbul ‘un hiç farkı kalmadığını görüp kederlere gark oluyoruz. Moskova ‘da
devlet ilkokuluna kayıt için rüşvet isteyenlere köpürüyoruz, İstanbul’da
anaokulu masrafının bile binlerce dolar olduğunu anlatanları hayretle
dinliyoruz. ‘Al birini vur ötekine’ deyip susuyoruz.
İşte kimileri için hayat, iki cami arasında beynamaz misali
geçiyor. Deniz , güneş, yemek, dostluk, sevgi ile depo doldurmaya Türkiye ‘ye
kaçılıyor ara ara. Sonra herkes kendi meşrebince bir motivasyon kaynağı bulup
bu tarafa dönüyor; parasına, kültürüne, sanatına, yemyeşil parklarına, renkli gece
hayatına, güzel kızlarına; neyse ne.
Çoğunluk hala ne oraya ne buraya ait olamamanın
sıkıntısında. Böyle de gidecek. Çocuklar büyüyor, dil yaresi başlıyor, Türkçe
kırık konuşulan, ama çok zor yazılan bir dile dönüşüyor, kültür aşure oluyor,
‘Alamancı’lardan hallice olsa da şoklar yaşanıyor.
Ve son tahlilde, hep ‘daha iyi hayat’ arayanlar, yıllar
eksildikçe ‘Ne yapmalı?’ sorusunu masaya daha sık yatırır oluyor. Gitmeli mi,
kalmalı mı? Gidilecekse adres sahiden Türkiye mi? Yoksa buradan oraya gitmek,
bir çıkmazdan öbürüne mi yuvarlanmak demek?
Ya okyanusun ötesindeki uzak limanlar? Yepyeni dünyalarda
her şeye yeniden başlayacak kuvvet var mı? Ya öncü olsun diye oraya giden,
sırtı sıvazlanarak yollananlar? Onlar içlerindeki ‘yolculuğu’ tamamlayabildi
mi? Bir limana demir atabildi mi?
Yoksa akılları terk ettikleri limanlarda mı?
Bitmeyen bir göç mevsimi bu. Bazen, köyünden çıkmayan
çobana, doğdukları yerde ölenlere gıpta ettiren bir sağanak getiriyor. Bazen
kaçıp uzaklara gidenlerin imrendiğimiz kokularını getiren rüzgarlar estiriyor.
Huzurlu liman ummak Godot‘yu beklemek demek. En güzeli, ‘Dünya cennet değil,
olmayacak da’ diyen bilgeye teslim olmak. Yolculuğu kendi içinde yapıp anın
tadını çıkarmak. Mekana çok fazla önem atfedip enseyi karartmakla olmuyor. Ama
içimizdeki o sese kapılıp yeni limanların hayalini kurmaya da devam ediyoruz.
Bile bile lades diyoruz. Çünkü biz tepeden tırnağa insanız.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder