Moskova

Moskova

15 Eylül 2024 Pazar

Uzman uyarıları: Rusça öğrenirken yapılan 10 hata


Kaynak: https://turkrus.com/

  

Rusça, hem alfabesiyle hem de gramer yapısıyla zorlu bir dil olarak bilinir. Ancak en sık yapılan hatalar, öğrenme sürecini daha da zorlaştırabiliyor. İşte uzmanların ve öğrencilerin tecrübelerine dayanarak derlenen, Rusça öğrenirken yapılan en yaygın hatalar:

 1. Kiril alfabesini göz korkutucu görmek

Birçok öğrenci, Rusça öğrenmeye başlarken Kiril alfabesini hemen gözünde büyütüyor. Oysa Kiril alfabesi sadece 33 harften oluşuyor ve bir hafta içinde öğrenilebiliyor. Uzmanlar, alfabenin öğrenilmesini geciktirmenin motivasyon kaybına yol açabileceğini belirtiyor.

 2. Dilbilgisine fazla odaklanmak

Rusça’nın karmaşık gramer yapısı birçok kişiyi zorlayabiliyor. Ancak başlangıç aşamasında dilbilgisine fazla odaklanmak, konuşma pratiğini geriye atıyor. Dil uzmanları, gramer kurallarını öğrenirken aynı zamanda aktif konuşma pratiği yapmanın önemini vurguluyor.

 3. Telaffuzu ihmal etmek

Rusça'da kelimelerin doğru vurgulanması çok önemli. Ancak öğrenciler, genellikle kelime öğrenmeye ağırlık verip doğru telaffuzu göz ardı ediyor. Uzmanlar, kelime öğrenirken vurguları da doğru şekilde çalışmayı tavsiye ediyor.

 4. Tekrarın önemini küçümsemek

Birçok öğrenci, bir kez öğrendiği kelime veya gramer yapısını tekrar etmeden geçiyor. Oysa tekrar, yeni bilgilerin uzun süreli hafızaya yerleşmesi için kritik bir rol oynuyor. 

 5. Kelime ezberlemeye aşırı ağırlık vermek

Rusça’da çok sayıda kelime öğrenmek elbette önemli, ancak dilin mantığını anlamadan sadece kelime ezberlemek büyük bir hata. Bağlantılı cümleler kurmak ve kelimeleri bağlam içinde öğrenmek, dili anlamayı hızlandırır.

 6. Rusça'ya ana dil mantığıyla yaklaşmak

Türkçe ve Rusça arasında gramer ve yapı olarak büyük farklar var. Bu nedenle, bir cümleyi Türkçe düşünerek Rusça kurmaya çalışmak sıklıkla hatalara yol açar. Öğrenciler, Rusça’nın kendine has mantığını benimsemeye çalışmalı.

 7. Konuşma pratiğini ertelemek

Rusça öğrenen öğrenciler, konuşmaya başlamadan önce dilde "mükemmel" olmaları gerektiğini düşünürler. Ancak uzmanlar, konuşma pratiğine ne kadar erken başlanırsa, akıcılığın o kadar hızlı kazanılacağını söylüyor.

 8. Ana dii Rusça olanlarla iletişim kurmaktan çekinmek

Öğrenciler, hata yapmaktan korkarak yerli Rus konuşmacılarla diyaloga girmekten kaçınıyorlar. Ancak dil öğrenmenin en etkili yollarından biri, bu tür hataları yaparak öğrenmektir. Uzmanlar, hata yapmanın dil öğrenmenin doğal bir parçası olduğunu hatırlatıyor.

 9. Öğrenme sürecinde sabırsız olmak

Rusça öğrenirken sabırsız davranmak, öğrencilerin en büyük düşmanlarından biri. İlk haftalarda dilde hızlı bir ilerleme beklemek, öğrenme sürecini demotive edici hale getirebilir. Uzmanlar, sabırlı olmanın ve sürecin tadını çıkarmanın önemini vurguluyor.

10. Sadece ders kitaplarına bağlı kalmak

Yalnızca ders kitaplarına bağlı kalarak dil öğrenmeye çalışmak, dili mekanik bir şekilde öğrenmeye neden olur. Filmler, müzikler ve Rusça haberler gibi farklı kaynaklardan yararlanmak, dili günlük hayatta nasıl kullanacağınızı anlamak açısından oldukça faydalıdır.

Sovyet vatandaşları taksiye binebilecek maddi imkâna sahip miydi?

 


Aleksandra Guzeva 

Kaynak: https://www.rbth.com/

 

"Bizimkiler fırına taksiyle gitmez!" diyor Sovyet komedi filmi 'Elmas Kol'un (1969) kadın kahramanlarından biri.

Peki, bu gerçekte doğru muydu?

Yukarıda taksiler ve fırınlar hakkında söylenen bu söz, SSCB'nde anında ünlü bir slogan haline geldi. Leonid Gaidai'nin filminde, iğrenç bir karakter, bir apartmanın amiri ve kamu düzeni ve ahlakının koruyucusu tarafından söylenir.

Ve bu cümle, Sovyetlerin taksi gibi burjuva lüksüne duyduğu tüm küçümsemeyi somutlaştırıyordu. Ve gerçekten de, köşedeki fırına gitmek için kimse taksiye binmiyordu! 

SSCB'de çoğu kişi toplu taşımayı kullanırdı. Şanslı birkaç kişinin özel arabası vardı. Bunları satın almak mümkündü, ancak çoğu zaman sıranız gelene kadar birkaç yıl (!) beklemeniz gerekirdi. Özel arabası olanlar elbette arkadaşlarını daçaya götürmeye yardım eder, taşınmaya yardımcı olur ve tanıdıkları yeni evlileri şehirde gezdirirken arabaya bir kurdele takardı. 

Büyük patronlar, generaller ve memurlar, çalışmaları için ücret alan kişisel şoförlü şirket arabalarına sahip olduklarından eminlerdi. Bu bir statü göstergesiydi. 

Peki ya taksiler? Elbette, birkaç tane vardı. 1960'larda Sovyet yetkilileri, konforlu bir minibüs türü olan "perspektif taksi"nin seri üretimini bile tartıştılar. Ancak, ütopik projeden vazgeçildi.

 

Taksi ücreti ne kadar?

Daha önce de belirtildiği gibi, taksiler SSCB'de daha lükstü ve çok pahalıydı. "1980'lerde bazen işe geç kalırsam taksiye binip savurganlık yapabiliyordum ama sonra bir sonraki maaş günüme kadar sadece kahve içmek zorunda kalıyordum," diyor St. Petersburg'da (o zamanlar Leningrad) yaşayan Olga.

Sadece karşılaştırın: Taksiler kilometre başına 0,10 rubleden başlıyor. Ve toplu taşıma ücretleri tek bir yolculuk için sadece 0,03-0,05 rubleydi. Bu arada, bir Sovyet vatandaşının ortalama aylık maaşı yaklaşık 150-170 rubleydi. 

Taksi şoförleri neredeyse ayrıcalıklı bir kast olarak görülüyordu. Çok iyi para kazanıyorlardı ve ' Volga ' ve diğer gösterişli arabaları (ve örneğin II. Dünya Savaşı'ndan önce, ZIS-101 limuzinlerini) kullanabiliyorlardı. Ayrıca taksi şoförlerinin birçok sır bildiğine inanılıyordu çünkü onları varış yerlerine götürürken çeşitli yüksek profilli insanlarla iletişim kuruyorlardı. Ancak bu, aynı taksi şoförleri tarafından uydurulan birçok sahte söylentiye yol açtı. 

Başka bir kült Sovyet filmi olan 'Plyushchikha'da Üç Kavak'ın (1968) önemli bir kısmı bir takside geçer. Şaşırtıcı bir şekilde, tren istasyonundan bir kadını sadece bir kopek karşılığında alan, ancak kendi işini sürdüren ve onu Moskova'nın bir ucundan diğer ucuna götüren cömert ve dürüst bir taksi şoförünü gösterir. 

 

Taksiyi kimler, hangi durumlarda kullanıyordu? 

Çatıda yeşil "ücretsiz" işareti yanıyorsa taksiye binebiliyordunuz. Telefonla taksi çağırmak da mümkündü. Ancak hizmet çok verimli değildi. 

“Her taksiyle tiyatroya gittiğimizde veya havaalanına taksiyle gittiğimizde, annem için bir stres seliydi. Çünkü bazen taksilerin gelmesi uzun zaman alıyordu ve bazen de şoförler hiç gelmiyordu,” diyor 1980'lerdeki çocukluğunu hatırlayan bir Moskovalı kadın. 

Taksiler bazen havaalanına gidip gelmek için kullanılırdı. Sovyet zamanlarında hava taşımacılığı çok popüler değildi, bu yüzden oraya giden büyük trafik sıkışıklıkları yoktu. Bazen insanları tren istasyonlarına veya istasyonlardan götürürlerdi, ancak çoğu insan varış saatini dikkatlice seçmeyi ve ardından metroya veya diğer toplu taşıma araçlarına binmeyi tercih ederdi. Ve tabii ki arkadaşlarla ve akrabalarla taksiyle buluşmak yaygındı.

Hayatlarında sadece bir kez taksiye binen insanlar vardı. Bu arada, bir taksi aynı zamanda bir eşi doğum hastanesinden almak için de kullanılabilirdi. Ve bazı insanlar, diyelim ki, büyük bir ziyafetten sonra eve taksiyle gitmeyi tercih ederdi. 

14 Eylül 2024 Cumartesi

Rusya'da erken sonbahar neden 'kadın yazı' olarak adlandırılır?


Kaynak: Beyond Russia

 

Sonbaharın başlangıcı, günlerin hala dışarıda sıcak olduğu zamanlar, dünyanın birçok ülkesinde değişik isimlerle ifade edilir. 

ABD ve İngiltere'de bu dönem 'Hint yazı', Hollanda'da 'yaz sonrası' ('nazomer'), Almanya'da 'eski örümcek ağı yazı' ('Altweibersommer') olarak adlandırılır.

Ancak tüm Slavlar için bu 'бабье лето' ('babye leto') veya 'kadın yazı'dır. Peki, bu ifade nereden kaynaklanmaktadır?

En popüler versiyon "kadın" işi ile bağlantılıdır: Eskiden, tarla işleri erken sonbaharda sona ererdi ve sadece köylü kadınlar keten ıslatır ve kumaş dokurlardı. Bu tür işler tarla işinden daha kolaydı, yaz ile zorlu kış ayları arasında bir tür dinlenme gibiydi.

Genellikle 'kadın yazı', hala don olmadığı ve havanın nispeten sıcak olduğu Eylül ayının ilk iki haftasıdır. Ancak bölgeye bağlı olarak daha uzun olabilir – Belki Ekim ayına kadar.

14 Eylül, Semyon Günü (Münzevi Simeon günü) Rusya'da özellikle önemli kabul edilirdi. Bu günde insanlar dinlenir, yürüyüşe çıkar ve hatta evlenirdi. Bu arada, bazen 'kadınların yazı' aynı zamanda 'Marfa'nın yazı' olarak da adlandırılırdı - Simeon'un annesinin adından sonra.

Siyah Kare: Kazimir Maleviç'in efsanevi tablosu


 

Kaynak: https://smarthistory.org/

 

Siyah Kare, Süprematist Meydan, Kazimir Maleviç'in 1915'te yaptığı  bir tablodur. 

Kazimir Maleviç'in sanat tarihindeki en şok edici ve etkili resimlerden biridir.

Ne anlama geliyor ve dünya çapında nasıl bir etki yarattı?

Iwona Blazwick, hikayeye 1900'lerin başlarındaki Çarlık Rusyası'nın dramatik çalkantısından başlıyor. Burada bir grup genç sanatçı sanatın olanaklarını yeniden düşünmeye ve geleneksel temsil fikirlerini altüst etmeye başladı. Kurdukları sanat hareketleri—Yapılandırmacılık ve Süprematizm—saf renk, şekil ve çizgiye odaklandı ve toplumsal ve politik devrim geçiren bir dünyayı yansıttı.

Blazwick, Batı Avrupa'dan başlayarak 1950'lerin Latin Amerika'sına ve ötesine uzanan bir yol izliyor ve Kazimir Maleviç'in aldatıcı derecede basit Siyah Kare eserinin sonraki on yıllarda çeşitli ülkelerdeki sanatçılar arasında nasıl yankı bulduğunu ve günümüze kadar sanatı şekillendirmeye devam eden evrensel bir dil yarattığını inceliyor.

Moskova restoranlarında neden tüm yemekler aynı?


Kaynak: https://turkrus.com/

 

Moskva'da restoran ve yemek kültürü üzerine son derece eğlenceli ve düşündürücü yazılarıyla haklı bir şöhret kazanan Roman Loşmanov, Moskviç.Mag için hazırladığı yazıda, Moskova’daki restoran sahnesinin monotonlaştığını ve her yerde aynı yemeklerin servis edildiğini öne sürenlerin düşüncelerine derin bir bakış atıyor.

Loşmanov’un ifadesiyle, Moskova’daki restoranlar arasında sert bir rekabet var ve bu da menülerin birbirine benzemesine yol açıyor. Aynı yemekler, şehrin dört bir yanındaki menülerde tekrar tekrar karşımıza çıkıyor.

Loşmanov, şehirde sıklıkla gördüğümüz "burratalar, tartarlar, carpacciolar" ve sushi gibi yemeklerin menülerin demirbaşları olduğunu belirtiyor. Bazı insanlar için bu çeşitlilik bir zenginlikken, diğerleri için her şeyin aynı olması bir hayal kırıklığı yaratıyor. Örneğin, Japon restoranlarının açılması bir zamanlar Moskova’da heyecan yaratırken, artık birçok kişi Japon mutfağının eskidiğini ve modasının geçtiğini düşünüyor. Halbuki Moskova'da hâlâ Japon mutfağında uzmanlaşmış harika restoranlar açılıyor.

Loşmanov’a göre, bu durumu anlamanın en iyi yolu, Richard Dawkins’in “meme” teorisini kullanmak: Meme'ler, tıpkı genler gibi kopyalanabilir kültürel birimleri. Yemekler de birer meme olarak düşünülebilir ve restoranlar, bu popüler yemekleri menülerine alarak müşterilerin dikkatini çekmeye çalışır. Daha fazla rağbet gören yemekler hayatta kalır ve şehir genelindeki menülerde kalıcı olur. Bu nedenle "herkesin peşinden gittiği bu popüler yemekler", bir süre sonra menülerde birbirinin aynısı gibi görünmeye başlar.

Ancak Loşmanov, işin bu kadar basit olmadığını da vurguluyor. Moskova’daki yemekler her ne kadar birbirine benzer gibi görünse de aslında sürekli evriliyor. Bugün her yerde gördüğümüz "burrata" ve "tartar" gibi yemekler, on yıl önce popüler olan "tom yum çorbası" veya "wasabili karides" ile yer değiştirdi. Ayrıca, "sokak yemekleri" gibi alanlarda daha özgün ve yaratıcı lezzetler bulmak mümkün. Loşmanov, şehirde hala özgün mutfak deneyimleri sunan mekanların olduğunu belirtiyor ancak bu tür yerleri keşfetmek için ana caddelerden biraz uzaklaşmak gerektiğini söylüyor.

Roman Loşmanov’un yazısına göre, "yüksek rekabet ortamı" restoranları aynı menülerde karar kılmaya iterken, bir yandan da bu restoranlar yeni lezzetler yaratma konusunda yaratıcı olmayı sürdürüyor. Yani Moskova'daki yemek kültürü bir yandan evriliyor, bir yandan da müşterilerin alışkanlıklarına göre şekilleniyor.

12 Eylül 2024 Perşembe

Bitmeyen rekabet: Moskova ve Petersburglular neyi paylaşamıyor?


Kaynak: https://turkrus.com/

  

Rusya'nın başkenti Moskova ile "kuzeyin başkenti" St. Petersburg arasında tarih boyunca süregelen bir rekabet ve çekişme olduğu malum. Bu iki şehir, ülkenin kültürel, politik ve ekonomik merkezleri olmasına rağmen, birbirlerine karşı sürekli bir kıyaslama ve eleştiri halinde. Birbirlerine laf çakmalar, tepeden bakmalar, küçümsemeler bu "tatlı sert" ilişkinin çıkıntıları... RBTH, bu çekişmenin iki tarafının birbirine karşı yönelttiği bazı eleştiri, alay ve suçlamaları derledi:

Moskova'nın "kaba ve madiyatçı" olarak Görülmesi

St. Petersburg'da yaşayanlar, Moskova’yı genellikle kaba, maddiyatçı ve kültürel açıdan zayıf bulur. Onlara göre Moskova, paranın, siyasi gücün ve ticaretin şehri; sanat ve estetik açıdan fakir. Bu sebeple Moskova, St. Petersburg sakinleri tarafından zaman zaman kültürel olarak "boğucu" ve "tüketim odaklı" olarak eleştirilir.

St. Petersburg’un "Batılı ve snob" görülmesi

Moskova ise St. Petersburg’u "fazla Batılı", "snob" ve "entelektüel" olarak eleştirir. Moskova’dan bakıldığında, St. Petersburg sakinleri Avrupa kültürüne fazla yakın olmakla ve kendi Rus köklerinden uzaklaşmakla suçlanır. Şehir, bazen "Avrupa'nın Rusya'daki uzantısı" olarak görülür ve bu durum Moskova'da tepki çeker.

Başkent olarak tarihsel çekişme

St. Petersburg, Çar I. Petro tarafından Rusya’nın başkenti yapıldığında Moskova halkı bu durumu "ihanet" olarak görmüş ve uzun yıllar boyunca Moskova’nın hak ettiği başkent statüsünün geri gelmesini beklemiştir. 1918'de başkentin Moskova'ya geri taşınması, Moskova’nın bu tarihi rekabette üstün gelmesine sebep oldu. Ancak St. Petersburg sakinleri, başkentin yerinin aslında kendi şehirleri olduğunu savunmaya devam ederler.

St. Petersburg’un "sanat ve kültür merkezi" iddiası

St. Petersburg halkı, şehrin Rusya’nın asıl sanat ve kültür merkezi olduğunu sık sık dile getirir. Hermitage Müzesi, Mariinsky Tiyatrosu ve Dostoyevski gibi büyük yazarların bu şehirde doğmuş veya burada yaşamış olması, şehrin entelektüel mirasının bir sembolü olarak görülür. Moskova ise Bolşoy Tiyatrosu ve Rusya’nın en büyük müzelerinden olan Tretyakov Galerisi gibi kültürel mekanlarla bu iddialara karşı çıkar.

Moskova’nın "çok yoğun ve kaotik" olduğu eleştirisi

St. Petersburg sakinleri, Moskova’nın aşırı yoğun ve kaotik bir şehir olduğunu, yaşam kalitesinin düşük olduğunu sık sık dile getirirler. Moskova’nın nüfusu, trafik sıkışıklıkları ve sürekli inşaat çalışmaları bu eleştirilerin başlıca nedenleridir. St. Petersburg, bu açıdan daha sakin ve yaşanabilir bir şehir olarak öne çıkar.

Moskova’nın politik gücü ele geçirme eleştirisi

St. Petersburg halkı, Moskova’nın ülkenin tüm politik gücünü elinde topladığını ve St. Petersburg’un hak ettiği önemi kaybettiğini savunur. Başkent Moskova olduğu için tüm politik kararlar orada alınır ve bu durum St. Petersburg'da hayal kırıklığı yaratır. Şehirde, Moskova’nın politik baskınlığına karşı bir memnuniyetsizlik bulunur.

St. Petersburg’un "depresif havası"

Moskova sakinleri, St. Petersburg’un sık sık yağmurlu ve bulutlu olan havasıyla dalga geçer. St. Petersburg’da yılın büyük bir kısmında güneşin nadiren görüldüğü bilinir ve bu durum Moskova’da yaşayanlar tarafından "depresif bir şehir" olarak nitelendirilir.

St. Petersburg’un gelişime direndiği eleştirisi

Moskova, hızlı bir şekilde gelişen ve değişen bir şehir olarak öne çıkarken, St. Petersburg’un daha yavaş ve muhafazakar bir gelişim sürecinde olduğu söylenir. Moskova’daki gökdelenler, modern mimari ve lüks yaşam alanları, St. Petersburg’a göre daha çarpıcıdır. Moskova sakinleri, St. Petersburg’un gelişim açısından geride kaldığını düşünür.

St. Petersburg'un "Avrupa’ya yakın olmasıyla övünmesi"

St. Petersburg sakinleri, Moskova’ya kıyasla Avrupa’ya daha yakın olduklarını ve bu yüzden şehirlerinin daha sofistike olduğunu öne sürerler. Bu görüşe göre, St. Petersburg’da Avrupa kültüründen esintiler daha fazla hissedilirken, Moskova daha "doğulu" ve geleneksel bir çizgide kalmıştır.

Ekonomik güç farklılığı

Moskova, Rusya’nın en zengin şehri olarak öne çıkar ve bu durum, St. Petersburg’da kıskançlıkla karşılanır. Moskova’daki devasa ekonomik aktiviteler, şirket merkezleri ve iş dünyasının merkezde toplanması, St. Petersburg’un gölgede kalmasına neden olur. St. Petersburg halkı, Moskova’nın bu ekonomik üstünlüğünü "aşırı hırs" olarak nitelendirir.

Bu rekabet, Rusya'nın iki büyük şehri arasındaki tarihi ve kültürel çekişmeyi yansıtır ve zaman zaman alaylı bir dile bürünerek halk arasında eğlenceli bir tartışma konusu olmaya hep devam eder ve edecek...


11 Eylül 2024 Çarşamba

Rus kadınının güzelliği: "Yalnız gözle değil ruhla da görülür"



Kaynak: https://turkrus.com/

 

Rus kadınlarının güzelliği üzerine sayısız mit, efsane ve övgüyle dolu bir külliyat var. Hem içeriden hem dışarıdan birçok düşünür, bu güzelliğin kökenini anlamaya çalışmış ve kendi yorumlarını dile getirmiş. Peki, bu güzellik nasıl şekillenmiş? Tarih, coğrafya, genetik ve toplumsal koşulların bir kadını böylesine etkileyici kılması nasıl mümkün olmuş? Hadi, biraz tarihe, edebiyata ve sosyolojik gözlemlere göz atalım.

Rus kadınlarının güzelliği çoğu zaman "genetik bir mucize" olarak değerlendirilir. Kimileri bu güzelliğin kökeninde Slav ırkının saflığını ve Orta Asya halklarıyla karışımını öne çıkarıyor. Buna göre, başlangıçta Avrupa'nın en az karışan, en saf etnik ırklarından biri olarak güzel kalan Slavlar, sonrasında Türki halklarla, en çok da Tatarlarla karışıp melez güzelliğin zirvesine çıktı. Bu karışım, Rusya'nın zengin etnik mozaiğinin güzelliği nasıl beslediğinin ipuçlarını veriyor. Hatta Rusya’da yaygın olan, "Bir Rus'u kazısan altından Tatar çıkar," sözü de bu karışımın halk arasında kabul gördüğünün bir göstergesi.

İklim, Rus kadınının güzelliğini şekillendiren başka bir önemli unsur.

Soğuk hava koşulları, cildin daha sıkı ve pürüzsüz kalmasına katkıda bulunur. Bu sert iklim cilt altı yağ tabakasını koruyarak kadınların doğal güzelliklerini pekiştiriyor. Soğuk, yalnızca cilt üzerinde değil, yüz hatları üzerinde de etkili. Burnun küçülmesi gibi doğal adaptasyonlar, sert hava koşullarına uyum sağlayarak estetik bir avantaj sunuyor. Bir nevi, doğanın kendisi, bu güzelliği şekillendiriyor.

Yazar ve şair Rainer Maria Rilke, Rusya'yı ziyaret ettiğinde Rus kadınlarının güzelliğinden çok etkilenmiş ve onların gözlerinde "dünyayı farklı bir açıdan gören bir derinlik" bulmuş. Rilke'nin bu gözlemi, güzelliğin yalnızca dış görünüşle sınırlı olmadığını, aynı zamanda içsel bir yansıma olduğunu da ima ediyor.

Rus kadını, sadece güzelliği ile değil, aynı zamanda zorlu tarihsel koşullarda ayakta kalma mücadelesiyle de bilinir.  Rus kadınının güzelliği üzerine kafa yoranların çoğu, kadınların tarih boyunca çektiği sıkıntıları pek dikkate almaz. İkinci Dünya Savaşı sırasında 27 milyon erkeğin ölümü, Stalin döneminin zorlukları ve votkanın erkekler üzerindeki etkisi, Rus kadınlarını daha dirençli hale getirmiştir. İnşaat işçiliğinden tarıma kadar her alanda çalışan kadınlar, hem evin direği olmuş hem de güzelliklerini korumayı başarmışlar. 

Bu noktada, ünlü Alman aktrist Marlene Dietrich de Rus kadınlarının güzelliğine dair yorumlarda bulunmuş, onların "doğal bir zarafete" sahip olduğunu ve bu zarafetin gözlerindeki derinlikle birleştiğini söylemişt. Dietrich, dış güzelliğin ötesinde, Rus kadınlarının sofistike bir duruşa sahip olduğunu da vurguluyor.

Edebiyatta Rus kadını: Saflık ve karmaşıklık

Rus edebiyatı, kadın güzelliğini yalnızca fiziksel bir olgu olarak ele almaz. Örneğin, Lev Tolstoy, *Anna Karenina* eserinde, başkarakter Anna’yı hem fiziksel hem de ruhsal güzelliğin temsilcisi olarak sunar. Tolstoy’un tasvirine göre, Anna'nın gözlerindeki ışık, doğanın kendisinden alınmış gibidir. Bu, Rus kadınlarının güzelliğinin doğayla kurdukları bağla sıkı sıkıya ilişkili olduğuna dair bir ipucudur.

Fyodor Dostoyevski de, *Karamazov Kardeşler*'de Gruşenka karakteri aracılığıyla Rus kadınının güzelliğine derin bir bakış sunar. Gruşenka, fiziksel olarak çekici olsa da, asıl güzelliği ruhundaki karmaşada ve içsel çatışmalarında saklıdır. Dostoyevski'ye göre, Rus kadını bir yandan saflığı, bir yandan karmaşıklığı içinde barındırır. Bu da, onların güzelliğini çok daha derin ve anlamlı kılar.

Bir başka ilginç teori ise, Rus güzelliğinin tarihsel olarak Avrupa’daki cadı avlarıyla ilişkilendirilmesi.

Rus gazeteci İva Afonskaya, Rus güzelliğini tarihsel bir perspektifle ele alarak, "Orta Çağ'da Avrupa'da cadı avcılığı çok yaygındı. En çok genç ve güzel kızları yaktılar," diyor. Afonskaya’ya göre, bu avlar sırasında Avrupa güzelliğinin genetik mirası yok edilirken, Rusya'da böyle bir baskı yaşanmadı ve güzellik kuşaktan kuşağa aktarıldı. Afonskaya'nın bu yorumu, güzellik algısının tarihsel olaylar ve toplumsal baskılarla nasıl şekillendiğine dair ilginç bir bakış sunuyor.

Rus kadınlarının güzelliği üzerine yapılan tartışmalar, yalnızca dış görünüşle sınırlı olmayan çok katmanlı bir olguyu gözler önüne seriyor. Genetik miras, tarihsel zorluklar, soğuk iklimin fiziksel etkileri ve toplumsal roller, bu güzelliğin ardında yatan temel unsurlardan bazıları. Ancak en nihayetinde, Rus kadınının güzelliği, sadece cilt derinliğinde değil, ruhunda ve tarihsel mücadelesinde gizli.

Bir sonraki Rus kadınına hayranlıkla bakarken, onun güzelliğinin ardında yatan bu tarihsel, genetik ve kültürel derinliği unutmamak gerek. Çünkü gerçek güzellik, sadece gözle görülen değil, ruhla hissedilen bir şey.

Meraklısına notlar: 

Rus kadınlarının güzelliği üzerine görüş belirten Rus ve bazı yabancı yazarlar ve düşünürler de bu konuyu farklı açılardan ele almışlar. İşte birkaç örnek:

Lev Tolstoy: Tolstoy, Rus kadınının güzelliğini içsel bir dinginlikle ve doğaya yakınlıkla bağdaştırır. Anna Karenina eserinde, Anna karakterinin güzelliğini betimlerken, onun doğal ve zarif tavırlarının bu güzelliği pekiştirdiğini dile getirir: "Gözlerinde, sanki doğanın kendisinden alınmış bir ışık vardı."

Fyodor Dostoyevski: Dostoyevski, özellikle Karamazov Kardeşler romanında Grushenka karakteri üzerinden Rus kadınının güzelliğini hem fiziksel hem de ruhsal çatışmaların sembolü olarak ele alır. Ona göre, Rus kadını "bir yandan saflığı, bir yandan ise karmaşıklığı barındırır."

Aleksandr Puşkin: Puşkin, Rus kadınlarının güzelliğini milliyetçi bir duyguyla över ve Yevgeni Onegin gibi eserlerinde kadın karakterlerini doğal zarafetle betimler. Bir şiirinde, "Rus kadınının güzelliği, ülkenin karla kaplı toprakları kadar saf ve durudur" diyerek bu güzelliği vatan toprağı ile ilişkilendirir.

Marlene Dietrich (Alman Aktris): Marlene Dietrich, Rus kadınlarının zarafetini ve sofistike güzelliklerini överek, “Rus kadınlarının doğal bir zarafeti vardır. Gözlerindeki derinlik ve yüzlerindeki sakin ifade, onları diğerlerinden ayırır,” demiştir. Dietrich, Rus kadınlarının güzelliğini içsel ve doğal bir zarafetle bağdaştırır.

Rainer Maria Rilke (Avusturyalı Şair): Rilke, Rus kültürü ve insanlarına büyük bir hayranlık duyan bir şairdir. 1900'lerin başında Rusya'yı ziyaret eden Rilke, Rus kadınlarını “doğal bir sadelik ve içtenlikle dolu” olarak tanımlar. “Rus kadınlarının gözlerinde, dünyayı farklı bir açıdan gören bir derinlik vardır,” diyerek onların güzelliğini sadece dış görünüşle değil, ruhsal bir yansıma olarak da ele alır. 

Theodore Dreiser (Amerikalı Yazar): Rusya seyahatleri sırasında Rus kadınlarının güzelliğine dair gözlemlerini paylaşan Dreiser, onları “göz kamaştırıcı bir duruluk ve doğallık” ile tanımlar. Ona göre, "Rus kadınlarının güzelliği, onların doğayla ve yaşamla kurdukları saf ilişkiyle şekillenmiştir."

Gertrude Stein (Amerikalı Yazar): Gertrude Stein, Rus kadınlarını “kararlı ve güçlü” olarak tanımlar. Stein, onların güzelliğinin sadece fiziksel olmadığını, aynı zamanda onların yaşam karşısındaki dirayetlerinden ve içsel güçlerinden geldiğini belirtir.


7 Eylül 2024 Cumartesi

Tatilden dönenlere psikologlardan adaptasyon tavsiyesi


Kaynak: https://turkrus.com/

 

Yaz mevsimi "takvim üzerinde" de olsa sona erdi, tatilden dönenleri ise kimi zaman zorlu olabilecek bir adaptasyon süreci bekliyor. Novıye İzvestiya portalı uzmanlara tavsiyelerini sordu.

Psikolog Yulia Yakovkina, tatil sonrasında yaşanan “post-tatil sendromu” olarak bilinen durumun, özellikle stresli mesleklerde çalışanlar ve zihinsel işlerle uğraşan kişiler arasında yaygın olduğunu belirtiyor. Tatil sırasında günlük rutinin bozulması, iş ritminin kaybedilmesi ve konsantrasyon sorunları yaşanabileceğini ifade eden Yakovkina, yanı sıra tatil sonrasındaki ani değişimin ruh hali üzerinde olumsuz etkiler yaratabileceği uyarısında bulunuyor.

Endokrinolog Elena Ostrovskaya ise tatil sonrası adaptasyon sürecini kolaylaştırmak için tatilin bitiminden birkaç gün önce eski rutine dönülmesi tavsiyesinde bulunuyor. Uyku düzeninin normale dönmesi ve sağlıklı bir beslenme programının benimsenmesi gerektiğini belirten Ostrovskaya, aynı zamanda kafein tüketiminin sınırlandırılması ve melatonin alımının artırılmasının önemine değiniyor.

Psikologlar, iş hayatına geri dönerken yavaş tempoda ilerlemenin ve öncelikli hedefler belirleyerek aşamalı olarak çalışma temposunun artırılmasının önemini vurguluyor. Yanı sıra, iş arkadaşlarıyla yapılan kısa molaların da adaptasyonu kolaylaştıracağı ve zihinsel tazelenme sağlayacağı önerisi dile getiriliyor.

Uzaktan çalışan Rusların sayısı 1 milyona kadar düştü


Kaynak: https://turkrus.com/

 

Rusya’da pandemi döneminde hızla artan uzaktan çalışma oranı, 2023 yılı sonu itibarıyla neredeyse eski seviyelerine geriledi. Yüksek Ekonomi Okulu'nun yaptığı araştırmaya göre, şu anda uzaktan çalışanların oranı ülke genelinde yüzde 1'den az, yani yaklaşık 1 milyon kişi civarında.  

Kommersant gazetesinin haberleştirdiği araştırmaya göre, pandemi sırasında yüzde 25-30’a kadar çıkan uzaktan çalışma oranı, 2022 başında yüzde 4,2’ye gerilerken, 2023 yılı sonunda ise yüzde 1,4 seviyesine düştü. Araştırmacılar diğer ülkelerde de uzaktan çalışmanın azalmasına rağmen, Rusya’da düşüşün çok daha keskin olduğuna dikkat çekiyor. Özellikle bilişim ve iletişim teknolojileri sektöründe her sekiz çalışandan biri online çalışırken, tarım gibi sektörlerde neredeyse hiç uzaktan çalışan bulunmuyor. Uzaktan çalışma genellikle yükseköğrenim görmüş kişiler arasında yaygın ve bu kişilerin yüzde 75’i uzaktan çalışıyor.

Uzmanlara göre uzaktan çalışmanın yaygınlaşmamasının en temel nedeni geleneksel otoriter yönetim kültürü. Eski tarz yönetim anlayışına sahip olan birçok şirket, evden çalışan personeli yönetme konusunda zorluk çekiyor. Bu durum, iş gücü piyasasında talep ve arz dengesizliğine yol açarak, birçok kişinin uzaktan çalışmaya uygun iş ararken diğer iş fırsatlarını reddetmesine neden oluyor.

6 Eylül 2024 Cuma

Rusya’da mantarların cinsleri


Tatyana Fedyunina

Kaynak: https://www.rbth.com/

 

Ruslar mantar toplamayı, mantar pişirmeyi ve özellikle bunları patates kızartmasıyla servis etmeyi çok severler.

Cins cins mantar bulunur ormanlarında.

İşte Rusya'da toplanabilecek en popüler mantarların isimleri:

Подосиновик - растёт под осиной (kavak ağaçlarının altında yetişir)

Подберёзовик - растет под берёзой (huş ağaçlarının altında yetişir)

Лисички - рыжие, как лиса (tilki gibi kızıl)

Белый гриб - белый внутри (içi beyaz)

'Moskovskaya Storojevaya': Dev bir koruyucu, gerçek bir can dostu olan köpek türü



Anna Popova

Kaynak: https://www.rbth.com/

 

Bir can dostu, gerçek bir bekçi köpeği, sizi korumak için atağa her an hazır bir dev - tüm bunlar Moskova Bekçi Köpeği ('Moskovskaya Storojevaya') köpek cinsi hakkında söylenenler.

Bu köpek cinsinin tarihi Büyük Vatanseverlik Savaşı'ndan sonra başlamış. Ünlü 'Red Star' kulübesinde (Rus Siyah Terrier cinsi de orada doğdu), başka bir cins yaratmaya başladılar.

Büyük, güçlü, gösterişsiz, eğitimi kolay ve farklı iklim koşullarında - Sibirya'da ve Orta Asya'da - bekçilik ve koruma görevlerini yerine getirebilecek kapasitede olması gerekiyordu.

Moskova Bekçi Köpeği'nin ataları Kafkasya ve Doğu Avrupa Çoban Köpekleri, St. Bernard'lar ve Rus Alaca Tazıları, Newfoundland'lar ve bunların melezleriydi.

1950'lerin ortalarında, köpek bilimciler tanınabilir bir türe sahip gerçek bir cins grubu elde etmeyi başardılar. 1958'de ilk cins standardı onaylandı ve 1985'te Moskova Bekçi Köpeği resmen bir cins olarak tanındı.

Bunlar büyük köpeklerdi (tam yetişkin olduklarında boyları en az 72-78 cm ve ağırlıkları 45 kg'dı) devasa bir kafa ve geniş bir kuyruk ile. Sert görünümlerine rağmen, "bekçi köpekleri" sebepsiz saldırganlık göstermezler. Bu arada kalın uzun tüyler onları soğuktan korur. Benekli kırmızı-alaca rengi, ağız kısmındaki ve göz kenarlarındaki koyu renk onlara ciddi bir görünüm kazandırır.

Düellodan kelebeklere: Rus edebiyatının devlerinin hobileri


Kaynak: https://turkrus.com/

 

Rus edebiyatının devleri 'hobileriyle' de ünlü. Russia Beyond portalı 7 edebiyat

devinin kimileri oldukça sıra dışı hobilerini sıraladı.

Aleksander Puşkin. Rus şair kadınlara olan düşkünlüğü ve düellolara olan ilgisiyle tanınıyor. Puşkin, hayatı boyunca birçok kadına olan aşkını şiirlerinde dile getirirken, tam 20’den fazla düelloya katıldı. Ne yazık ki, katıldığı son düello hayatına mal oldu.

Mihail Lermontov. Rusya'nın en sevilen şairlerinden Lermontov asker olmanın yanı sıra bir ressamdı. Kafkasya’da görev yaptığı sırada, çevresindeki dağ manzaralarını resmetti ve üniformalı bir otoportresini yaptı. 

Lev Tolstoy. Savaş ve Barış'ın yazarı fiziksel emeğe olan düşkünlüğüyle bilinir. Tolstoy, çiftlik işleri yapmayı ve sporla uğraşmayı severdi. Yaşlılık döneminde bile uzun yürüyüşler yaparak aktif kalmaya çalıştı.

İvan Turgenev. Dünyaya Avcının Notları kitabını armağan eden Turgenyev'in kendisi de bir av meraklısıydı. 

Fyodor Dostoyevski. Kumarbaz'ın yazarı Dostoyevski ise kumara bağımlıydı. Yazarın bu tutkusunun,  mali sıkıntılarını artırdığı ve daha fazla yazmasına neden olduğu biliniyor.

Anton Çehov. Ünlü hikaye ve oyun yazarı köpek sevgisiyle bilinirdi. Özellikle dachshund (sosis köpeği) cinsine büyük bir ilgi duyan Çehov, bu köpeklerle sık sık vakit geçirirdi. Çehov’un Kaştanka adlı kısa hikâyesi, Rus edebiyatındaki en dokunaklı hayvan hikâyelerinden biri olarak kabul edilir. Çehov, Brom ve Hina adında iki dachshund’a sahipti ve onlarla uzun sohbetler yapmaktan keyif alırdı. Çehov'un kardeşi, köpeklerinin ön ayaklarını Çehov'un dizine koyarak onunla yarım saat boyunca şakalaştığını ve bu anların çevresindekileri kahkahalara boğduğunu anlatır.

Vladimir Nabokov.  İlk kelebeğini altı yaşında yakalayan Nabokov, bu hobisini hayatı boyunca sürdürdü. Kelebek avcılığı ve araştırmaları onun için basit bir hobi olmaktan çıkarak profesyonel bir uğraş haline geldi. Harvard Zooloji Müzesi'nde kelebek koleksiyonunun küratörü olarak çalıştı ve bilimsel makaleler yayımladı.

Ünlü yazar satranca da çok meraklıydı. Kendi geliştirdiği karmaşık satranç problemleriyle bu yeteneğini pekiştirdi. Hatta bir satranç dahisini konu eden bir de roman yazdı.

2 Eylül 2024 Pazartesi

Hryuşa, Filya ve Stepaşka efsanesi: 60 yaşına bastılar!


Kaynak: https://turkrus.com/

 

Hayatının bir döneminden "Rusya, çocuk ve çocukluk" kavramları birlikte geçen herkes için «Спокойной ночи, малыши!» (İyi Geceler, Küçükler!) programının ne denli önemi olduğunu bilmeyen pek azdır. Açılış ve kapanış müziği dillere pelesenk olmuştur... İşte bu efsane çocuk programı, TV dünyasında kesintisiz 60. yaşını kutladı.  

Tam 60 yıl önce, 1 Eylül 1964'te "İyi Geceler, Küçükler!" adlı televizyon programının ilk bölümü yayınlandı. Muhtemelen Sovyet ve Rus televizyonlarının en uzun soluklu programlarından biri olan bu programı izlemeden uyuyan çocuk olmadı... 

Prpgramın ünü SSCB'yi aştı, Guinness Rekorlar Kitabı'na bile girdi.

Zamanlar, yönetimler ve hatta ekonomik-politik düzenler değişse de, Hryuşa, Filya ve Stepaşka, Rus çocuklarını uyutmaya devam ediyor.

Moskviç Mag'a konuşan programın şu anki sunucularından, pop şarkıcısı Dmitri Malikov, programın yıllardır aynı kanal ve saatte yayınlanarak çocuklara gelenek sevgisi ve sağlıklı bir muhafazakarlık duygusu aşıladığını belirtiyor.

Programı üreten "Klass!" televizyon şirketinin yönetim kurulu başkanı Aleksandr Mitroşenkov ise "İyi Geceler" programının bir "istikrar hissi" yarattığını ifade ediyor.

"İyi Geceler, Küçükler!" programı, Sovyet kuşaklarının çocukluk dönemlerindeki haliyle aynı kalmadı. Program, ülkenin tarihsel süreçlerinde yaşadığı zorluklar ve krizlerle paralel olarak değişiklikler geçirdi. Ancak hem ülke hem de program bu süreçleri atlattı. Bu, programın sembolik bir anlam taşıdığını gösteriyor.

Program, 1963 yılında Valentina Fedotova'nın Doğu Almanya'ya yaptığı bir ziyaret sırasında, orada izlediği bir çizgi filmden ilham almasıyla ortaya çıktı. Fedotova, bu tür bir programın Sovyet çocukları için de yararlı olabileceğine karar verdi ve böylece "İyi Geceler, Küçükler!" programı doğdu. İlk bölümler, 1 Eylül 1964'te küçük bir stüdyoda yapıldı ve kısa sürede ülkenin en sevilen çocuk programlarından biri haline geldi.

Yıllar içinde programda birçok kukla karakter yer aldı, ancak Hryuşa, Filya ve Stepaşka en kalıcı karakterler oldu. Sovyetler Birliği döneminde programda zaman zaman politik müdahaleler olsa da, "İyi Geceler, Küçükler!" her zaman çocuklara masum bir dünya sunmaya devam etti. Programın bu istikrarı ve sürekliliği, Rus çocuklarının ve ebeveynlerinin kalbinde özel bir yer edinmesini sağladı.

1 Eylül 2024 Pazar

Rusya’da fil var mı?

 


Rusya’da fil var mı?

 

M. Hakkı Yazıcı

mhyazici@yandex.ru

 

Kaynak: https://medyagunlugu.com/author/m-hakki-yazici/  

 

Serkan, dışarı çıkarken “Ben, Fili’ye gidiyorum,” demişti.

İşim başımdan aşkındı. Anlamamış, ama sormamış, sadece elimi arkasından güle güle anlamında sallamıştım.

İgor, biraz sonra yanıma gelip Serkan’ı sordu.

“Az önce çıktı. File gidiyorum, demişti. Hayvanat bahçesine mi gidiyor, ne?” diye cevap verdim.

“Ne işi varmış orada? Günün bu saatinde Hayvanat Bahçesi’ne, öyle mi?”

Boş gözlerle baktım.

“Valla hepinize bir haller oldu. Allah sonumuzu hayretsin,” dedi.

Dayanamadı, Serkan’ı aradı, konuştular. Telefonu kapattıktan sonra:

“Yahu, adam Fili Metro İstasyonu’na yakın bir müşteri ziyaretine gidiyormuş. O ne demiş, sen ne anlamışsın?”

Aptal aptal suratına bakmış olmalıyım ki bu sefer gülmeye başladı.

“Rusya’da fil var mı?” diye sordu.

“Hayvanat Bahçesi’nde vardır, herhalde. Başka bir yerde var mı, bilmiyorum.”

Öyle ya, Rusya Federasyonu o kadar büyük bir coğrafya ki, Moskova’da değil, ama iklimin daha ılıman olduğu bölgelerde belki olabilir diye düşünmüştüm.

Güldü, “Rusya fillerin vatanıdır,” deyip, “Hadi, birer kahve koyup, içelim, kendimize gelelim,” dedi.

Haklı, hesabı kitabı zor bir işin üzerindeydim; biraz mola vermez, kafamı toplamazsam vahim bir hata yapmam kaçınılmazdı.

Sonra konuya bağlayacağı bir soğuk savaş fıkrasını anlatmaya başladı:

Birleşmiş Milletler, “Fil Yılı” ilan etmiş. Planlanan etkinliklere göre farklı ülkeler “fil” konulu kitaplar yayınlayacaklarmış.

Almanlar, beş ciltlik “Fil Bilimine Kısa Bir Giriş” kitabının 1. cildinin 1. bölümünü yayımlamışlar.

Amerikalılar, cep boyutunda bir kitabı, "Ortalama bir Amerikalının filler hakkında bilmesi gerekenler" kitabını yayımlamışlar.

İngilizler, “İngiliz Hindistan'ındaki Filler” monografisini,

İsrailliler, “Filler ve Yahudi Sorunu” makalesini,

İtalyanlar, “Filler ve Müzik” makalesini,

Fransızlar, “Filler Arasında Aşk” kitapçığını yayımlamışlar.

Sovyetler Birliği'nde üç ciltlik bir dizi yayınlanmış: İlk cilt “Rusya, fillerin anavatanıdır”, ikinci cilt “Filler hakkında Marksizm-Leninizm Klasikleri”, üçüncü cilt “Filler ışığında Filler” idi. Ek, Sovyetler Birliği Komünist Partisi Yirmi Altıncı Kongresi'nin kararları” ve  “Ulusal kurtuluş hareketinde fillerin rolü”.

Sovyet Birliği’nde yapılan üç ciltlik kitap baskısının ardından Bulgaristan'da dört ciltlik bir kitap yayımlanmış. İlk üç cilt Sovyet baskısının yeniden basımı ve dördüncü cildin adı ise şuymuş: "Bulgar fili, Sovyet filinin en iyi arkadaşıdır."

***

Ben de, uzun bir süre, Metro vagonlarının kapı camlarında gördüğüm “Не прислоняться (Ni prislonyatsiya)” yazısının, yani “Kapılara yaslanmayınız” ifadesinin ortasındaki “slon” bölümünden dolayı “fil” sözcüğünden türetildiğini zannetmiştim.

Malum Ruslar fizik olarak genellikle iri yarı insanlar ya…

Saflık işte!

İlginç, şimdilerde kullanıma giren 860 serisi yeni tip vagonların elektronik tabelalarında da fil figürleri var. Tam “Dikkat! Kapılar kapanıyor” anonsu yapılırken tabelanın ekranında sevimli bir yavru fil figürü beliriyor. Hortumu kapanan kapının arasında sıkışıyor. Çekiştiriyor, çekiştiriyor; zor bela kurtarıyor.

Bir şeylere daldığım için mi; elimdeki yetiştirmek zorunda olduğum işin telaşından mıdır, nedir; kafam karışık.

Zihnim bazen böyle dağılıyor; gidip geliyor, işte.

Şaşkınlığım biraz geçince dilim açıldı.

“Yahu, birkaç sene önce bir haber çıkmıştı,” diyorum, “Myanmar hükümeti, iki ülke arasındaki diplomatik ilişkilerin 70’inci yıl dönümünü kutladıktan sonra Rusya’ya ilginç bir hediye göndermek istediklerini, Rusya’ya fil hediye etme kararı aldıklarını açıklamıştı. Sonrasını takip edememiştim. N'oldu?"

Birbirimizin yüzüne baktık, bilmiyorduk.

Yuliya, muhabbete daha doğru bilgilerle devam etmemize katkıda bulunmak için hemen internette bir arama yapıp, bulduğu bilgileri anlatmaya başladı:

Myanmar hükümeti fillerin 4 yaşında olduğunu ve eylül ayında Moskova’ya gönderileceğini belirtmişti. Myanmar’lı yetkililer, fillerin "Durova Babanın Köşesi” tiyatrosunda hayatlarına devam edeceğini ve orada eğitileceğini açıklamışlardı.

***

Aslında Moskova Hayvanat Bahçesi’nde uzun süredir Asya filleri yaşamaktaydı.

İlk fil 1898'de getirilmiş Moskova’ya. Şu anda bizimle birlikte yaşayan filler ise 1985 yılında Moskova Hayvanat Bahçesi'ne getirilmişler.

Hikaye Vietnam'ın Küba'ya yedi fil vermesiyle başlamış. İki okyanusu güvenli bir şekilde geçmişler, ancak hayvanların bulunduğu gemi adaya yaklaştığında fillerin şap hastalığına karşı aşılanmadığı ve bu hastalığın Küba'da hiçbir zaman var olmadığı ortaya çıkmış.

Enfeksiyondan korkan yetkililer, hediyeyi kategorik olarak reddetmişler.

Filler birkaç aydır denizdeydi ve onlara ne yapılacağına acilen karar verilmesi gerekiyordu. Moskova Hayvanat Bahçesi hayvanları kabul etti ve gemi Leningrad'a doğru yola çıktı.

Kış gelmiş. Dişilerden biri yolda ölmüş, ikincisi ayağa kalkamamış ve erkek ile üçüncü dişi aşırı derecede bitkin düşmüştü.

Neyse ki nakliye gecikmeden tamamlandı, üç fil hayatta kaldı ve kurtarıldı: Pamir, Pipita ve Prima.

1995 yılında Pipita, hayvanat bahçesinin tarihindeki üçüncü fil yavrusunu doğurdu ve o, şu anda Erivan Hayvanat Bahçesi'nde yaşıyor.

Filler için, hayvanat bahçesinin yeniden inşası sırasında, 2004 yılında eski bölgede "Kuş Evi" yakınında bulunan yeni bir fil ahırı inşa edildi.

22 Nisan 2009'da Pipita, bu defa annesinin, teyzesinin, tüm ziyaretçilerin ve hayvanat bahçesi çalışanlarının gözdesi haline gelen bir kızı (Kiprida) doğurdu.

Zaman amansız bir şekilde hızla geçiyor. Cypris büyüdü, Prima vefat etti.

Mayıs 2017'de Pipita, Filimon adında başka bir oğul doğurdu ve o da Eylül 2023'te yakın zamanda konforlu bir fil evinin inşa edildiği Kazan Hayvanat Bahçesi'ne taşındı.

Hayvanlar yazları genellikle açık havadaki kapalı alanlarda geçirirler, kışın ise köşkün içinde görülebilirler.

Her fil, günde, yaklaşık 150 kg.lık yiyecek tüketiyor. Ot veya saman, patates, havuç, pancar, ekmek yerler. Muz ve elmayı severler.

Filler, kışın fil ahırında kendileri için düzenlenen duşta ayakta durmanın, yazın ise sıcak havalarda havuzda yüzmenin keyfini çıkarırlar. Bazen ziyaretçilere şaka yapmayı severler: Bir parça gübre atın veya gövdelerine su püskürtün gerisi geliyor. Bu şakalaşma her defasında herkesi mutlu eden tam seyirlik bir eğlenceye dönüşüyor.

Fillerin uzun ömürlü olduğu malum, daha uzun yıllar Moskova’lıları memnun edecekleri umuluyor.

***

Fillerin beslenmesi bölümüne gelince hemen o çok bildik Nasrettin Hoca fıkrası aklıma geliyor:

“Fillerin bakılması zor bir iş. Çok masraf gerektiriyor.

Anadolu’daki Moğol istilası sırasında Timur, ordusundaki fillerden birini, Nasreddin Hoca'nın köyüne bakmaları için göndermiş.

Fil o kadar büyük, o kadar oburmuş ki, köyde ne kadar ot, saman varsa hepsini silip süpürmüş.

Köylüler, zavallılar, çok yoksulmuş, bu duruma daha fazla dayanamamışlar.

Nasreddin Hoca'yı ‘Derdimizi ancak sen anlatır, bizi bu durumdan kurtarırsın’ diyerek, yalvar yakar ikna edip, onu önlerine katarak, Timur'a şikayet için yola çıkmışlar.

Uzun bir yoldan sonra otağa varmışlar. Tam huzura çıkacakları sırada Nasreddin Hoca'ya destek olacaklarına söz veren köylüler arkadan birer ikişer sıvışmışlar.

Hoca, arkasına bakınca herkesin kaçtığını, onu tek başına bıraktıklarını anlamış. Köylülerin bu yaptığına çok kızmış. Böyle yapanlara iyi bir ders vermek lazım, diye düşünmüş.

Nasreddin Hoca’yı, Timur'un huzuruna almışlar.

Timur da çok sinirli bir günündeymiş. Hoca, şikâyeti bir tarafa bırakıp:

“Hünkarım, köyümüze gönderdiğin filden bütün köylüler çok memnun kaldılar. Onu çok sevdiler. Yalnız, zavallı hayvan tek başına yaşıyor. Hayvancağız için bir de dişi fil gönderilmesini istiyoruz, işte bunu arz etmek için huzurunuza gelip, rahatsız ettim” demiş.

Bu sözlere çok sevinen Timur, hemen yanındakilerine, Nasreddin Hoca'nın köyüne bir de dişi fil gönderilmesi için emir vermiş.

Nasreddin Hoca, geç vakit tek başına köyüne dönmüş.

Köylüler, merakla onun yolunu gözlüyor, ondan sevinçli bir haber bekliyormuş. Nasreddin Hoca'ya, Timur'un fili ne zaman geri alacağını sormuşlar.

Nasreddin Hoca gülmüş:

“Ne geri alması yahu,” demiş, “Timur Han, hizmetinizden öyle memnun olmuş ki, yakında sizlere bu filin bir de dişisini göndermeye karar vermiş.”

***

Muhabbetin bu kadarı beni ta çocukluk yıllarıma götürmeye yetmişti.

Ben de kendi çocukluğumdan bir şeyi, bende iz bırakan bir anımı anlattım.

Çocukluğum Ankara’da geçmişti. Gazi Orman Çiftliği’nin bir parçası olan Hayvanat Bahçesi’ne belki yüzlerce defa gitmişliğim vardı.

Sadece Moskova’dakini değil, Şanghay’dakini, daha başka şehirlerdeki hayvanat bahçelerini de görmüşlüğüm var, ama çocukluğumda yeri büyük olduğundan mıdır, nedir Ankara’dakinin bende daha büyük bir önemi var.

Muhteşemdi.

Çocukluğumda uykularıma, rüyalarıma giren bir isim vardı: Mohini.

Bu Hayvanat Bahçesi’ndeki bir file konulan bir isimdi.

Komşu çocukları sorardı, “Sen Mohini’yi gördün mü?” diye.  Ben görmemiştim ve “öcü” gibi bir şey zannederdim.

Sonra Mohini’yi defalarca gördüm; görmekle de kalmayıp çok sevdim.

Babaannem pazarda alışveriş yaparken satıcıya “meyvelerin güzelinden ver, gelinim hamile (bana),” demiş.

Pazarcı meyvelerin iyilerini seçmeye çalışan babaanneme biraz kızmış olacak ki, “Gelinini Mohini’ye götürme, sonra çocuk ona benzer,” demiş.

Pazarcı babaanneme “Gelinini Mohini’ye götürme, sonra çocuk ona benzer,” lafını boşuna dememişti. Mohini’nin kocaman kulakları vardı. Benim de çocukken onunki kadar olmasa da kepçe kulaklarım vardı.

Mohini, Hindistan’ın Türkiye’ye hediye ettiği bir fil yavrusuydu.

Mohini gelmeden önce haberi Nehru’nun Türk çocuklarına yazdığı mektubun içinde gelmişti:

“Aziz çocuklar; size bir Hindistan fili gönderiyorum. Bu benim hediyem değildir; fakat daha çok Hint çocuklarının sizlere gönderdiği bir hatıradır. Fil ile beraber bütün Hindistan çocuklarının sevgi ve iyi temennileri de beraber gelmektedir. Fil gayetle büyük ve kuvvetli bir hayvandır, fakat cüssesi kadar da zeki ve iyi tabiatlıdır. Eğer iyi muamele görürse çocuklarla oynamasını sever. Gönderdiğimiz filin Türkiye’de dostlar kazanacağını ve orasını ev gibi telakki edeceğini ümit ediyorum. Sevgilerimle. Jawaharlal Nehru.” 

Mektubun üzerinden haftalar geçti, beş yaşındaki dişi fili Mohini (Şirin)’yi getiren İtalyan gemisi 26 Aralık 1950 günü Galata limanına yanaştı. 

Sonrasında bu fil yavrusu Ankara’ya getirildi.

Timur’un savaşçı Mohini isimli filinden o yana 1950 yılında ilk kez bir fil gelmişti Ankara’ya. Ve aynı ismi almıştı. O sıralarda Türkiye’de Ankara’dan başka bir şehirde hayvanat bahçesi olmadığı için, orada burada dolaştırıldıktan sonra Atatürk Orman Çiftliği’nde bir ömür geçireceği Gazi Hayvanat Bahçesi’ndeki yuvasına konulmuştu.

Neden sonra ben de tanıştım Mohini ile ve hiç de öyle korkulacak bir yaratık olmadığını, sevimli bir fil yavrusu olduğunu gördüm.

Daha sonra Mohini, hayatımızın bir parçası, sanki ailemizden biri oldu. Hayvanat Bahçesi’ne her gittiğimizde mutlaka görürdüm.

Oğlum da gördü onu yaşlı bir fil iken.

Ankara’lılar 1999’da 50 yaşındayken kaybetti Mohini’yi.

“Üzülmüşsündür,” diyor İgor.

“Evet” diye cevap veriyorum. “Ben aslında biraz tereddütteyim. Hayvanların kendi doğal ortamlarından koparılmasına karşıyım. Refik Halid Karay, Ağaç ve Ahlâk kitabında ‘Hayvanat bahçesi diye adlandırdığımız yer hayvan bakımından bir hayvanat cehennemi ve hayvanlar çilehanesidir,’ demiş.”

“Haklı.”

***

Asya filleri, Afrika fillerinden sonra yeryüzünde yaşayan 2’nci en büyük hayvan olarak biliniyor. Asya filleri ortalama 70-80 yıl boyunca yaşarlarmış.

Bir hikayeye göre güya bir Avrupalı gezgin, Marko Polo veya Evliya Çelebi değil, ama kim olduğunu da hatırlamıyorum, yolun kenarında yere çökmüş, hüngür hüngür ağlayan bir adam görmüş. Merak edip, “Birader, niye ağlıyorsun, derdin ne?” diye sormuş

Adam cevap vermiş:

“Fil öldü.”

“Senin hayvanın mı idi?”

“Hayır.”

“İyi de o zaman neden ağlıyorsun?”

“Onu ben gömeceğim.”

***

“Fillerin kaderi de öbür iş hayvanlarınınkine; atların, eşeklerin, öküzlerin, kaderine benziyor,” diyor İgor, “Teknoloji geliştikçe pabuçları dama atılmış. Halbuki geçmiş zamanın savaşlarında süvarilerin atları gibi önemli rol oynamışlar. Fillere o zamanların tankları demek mümkün.”

Yuliya, hemen tamamlayıcı bilgileri internetten bulup anlatıyor:

Fillerin askeri amaçlı kullanımı ilk olarak Hindistan’da görülmekle birlikte buradan Batı’ya, Akdeniz’e kadar yayılmış.

Savaş fillerinin batıya olan yolculuğu, Büyük İskender ile birlikte başlamış. Makedonyalı kral, MÖ 325 yılında Hydaspes Savaşı’nda Hint Kralı Poros’un savaş fillerinden çok etkilenmiş; kendi fil birliklerini kurmak için başkent Babil’e çok sayıda fil getirmiş.

Hellenistik krallıklar, antik kaynaklarda çok sık geçen ifadeyle çağın “çirkin, korkutucu, tuhaf görünüşlü, bağıran” hayvanlarını Akdeniz’e (Roma ve Kartaca İmparatorluklarına) tanıtmışlar.

Savaş fillerinin çok bilinen ve etkin kullanımlarından biri de İkinci Pön Savaşı'nda ünlü general Hannibal tarafındandır.

MÖ 264-146 yılları arasındaki, Kartaca ile Roma Cumhuriyeti arasında, Akdeniz deniz ticaretini ele geçirmek ve elde tutmak için yapılan ve üç evre olarak gerçekleşen Pön Savaşları, Kartaca Savaşları olarak da bilinir. Bu savaşta Hannibal fillerini İspanya'dan başlayarak Alplerden geçirip İtalya'nın kuzeyine kadar götürmüş. Hannibal'ın Romalılarla savaşında kullandığı filler Romalıları o kadar korkutmuştu ki Romalılar savaşın sonunda filleri yenmeyi başarmalarına rağmen kendi yönetimlerindeki tüm halklara savaş filleri yetiştirmesini yasaklamış.

Osmanlı Ordusu fillerle ilk kez Timur'un ordusunda 1402'de Ankara savaşında karşı karşıya gelmişti. 

Bu dönemle, Timur’un filleriyle ilgili ünlü Nasrettin Hoca fıkrasını anlattım zaten.

***

Biz, sonuna gelmişken kapı açıldı, günün muhabbetine vesile olan Serkan Fili’deki müşteri ziyaretinden dönmüş, içeri girmişti.

“Fil” muhabbetini kaçırmıştı.