Kavel
Alpaslan
Kaynak:
https://www.gazeteduvar.com.tr/
Çocuklar
çarşaflara çok şaşırırlar. “Yatağın kendisi kırmızıyken neden onu avlarda
kullanılan, kar gibi beyaz bir örtüyle örtme ihtiyacı duymuşlar?” diye
düşünürler. Tuzlu yemekleri yemezler, çorbalara dokunmazlar. Fakat devrimden
sonra Çukotka’ya gelen ‘un’ ve ‘ekmek’ onlar için tatlı niyetinedir.
Kültürel karşılaşmalar ile sömürgecilik arasındaki sınır
sık sık iç içe geçer. Farklı gelişmişlik düzeylerine sahip iki halk arasındaki
karşılaşma, hemen hemen her zaman muktedir olanın hegemonik üstünlüğü altında
yaşanır. Kurulan ilişki, üsttekinin çıkarlarına göre şekillenebilirken
alttakinin bu karşılaşmadan kazancı ancak ‘dolaylı’ yollarla gerçekleşir.
‘Geri’ görülen kültürü anlamaya çalışmak ise -eğer ortada egzotik bir eğlence
yoksa- başlı başına ‘gereksiz’ görülür. Yani Indiana Jones karakteriyle
ete kemiğe bürünen bir yaklaşım ile kültürün kendisi değil, definesi daha ilgi
çekicidir.
Gerçekten de böylesi karşılaşmaları çözümlemek, sanıldığı
kadar kolay değil. Çünkü ‘geri bırakılmışlığın’ üstesinden gelirken sadece
sömürgecilikten kaçmak yeterli değil, aynı zamanda ‘oryantalist’ ya da ‘üstten
inme’ yaklaşımlarla da araya mesafe koymak gerekiyor. Ve her şeyden önce
‘herkes için yeni bir dünya’ ufkuyla bu işe kafa yormak gerekiyor.
Ekim Devrimi’nin Rusya’da gerçekleştiği dönem, ‘egzotik’
bulunan insanların kafesler içerisine konulup dünya başkentlerindeki fuarlarda
‘sergilendiği’ bir dönemdir. Uzun yıllar Londra’da, Paris’te ya da New York’ta
‘yerliler’ kafeslerde gezdirilmeye devam edilir. Oysa uçsuz bucaksız Sovyet
topraklarında yaşayan halklara bambaşka bir el uzanır. Daha önce tüccarlardan
başka kimsenin adım atmadığı, unutulmuş, tanınmayan, tanınmasında da bir fayda
görülmeyen halklar, bir şekilde Sovyet iktidarıyla tanışır. Üstelik Sovyetler
Birliği’nin ‘unutulmuş’ köşelerinde devrimin getirdiği ufukla birlikte yaşanan
toplumsal devrim, aradaki açı farkı düşünüldüğünde ülkenin diğer coğrafyalarına
göre çok daha radikaldir.
Rusya’nın en doğusunda, Alaska’nın karşısında yer alan
Çukotka, bu anlamda en ilginç örneklerden biri. Mors, fok, tilki gibi yabani
hayvan avcılığı ve geyik çiftçiliği hariç bir geçim kaynağı bulunmayan
Çukotka’da nüfusun büyük bir çoğunluğu yerli halk Çukçilerden oluşur. Mors
derilerinden yapılmış ‘yaranga’ adı verilen çadırlarda yaşayan Çukçiler, tıpkı
dünya üzerindeki diğer halklar gibi adapte oldukları koşulların zorluğuna
paralel bir yaşam/geçim ritmi inşa ederler. Dondurucu soğuklarda, yarangalar
arası ulaşımın ancak köpeklerin çektiği narta adı verilen kızaklarla
gerçekleştiği bu diyar, 1920’lere kadar tecrit edilmiş bir yerdir. Ancak Sovyet
iktidarının bölgede kurulmasıyla birlikte o güne kadar ‘takas usulü ticaret’
hariç tarafların birbirini gerçek anlamda tanımadığı Çukotka’da son derece
köklü değişimler yaşanır.
Sovyetler Birliğince Çukotka’ya gönderilen Tihon Zaharoviç
Semuşkin’in (1900-1970) notları, birbirinden uzak iki halkın buluşmasına mercek
tutabilmek adına altın değerinde bir kaynak. Çukotka’ya devrimden sonra ilk
olarak keşif gezilerine katılan Semuşkin, ileriki tarihlerde antropolojik,
toplumsal ve ekonomik araştırmalar için çeşitli kafilelerin içerisinde yer
alır. Çukçilerin dilini öğrenip yazılı hale gelmesine öncülük eder. Daha sonra
1928’de Çukçi çocukları için kurulan, bölgedeki ilk yatılı okulun müdürü olarak
Çukotka’ya gönderilir.
‘Merhaba Çukotka’(1) isimli otobiyografik
sayılabilecek kitap, bize Semuşkin’in yatılı okulda yaşadığı zorlukları,
kültürel karşılaşmalardaki açmazları, çözümleri ve Sovyet iktidarının
‘uzaklardaki’ inşasını anlatıyor. Daha önce aynı konuyu Bolşeviklerin Kuzey
Kutbu’ndaki yankıları üzerinden giderek konuşmuştuk. Ayrıca farklı bir
açıdan Dersu Uzala ve Vladimir Arsenyev’den de bahsetmiştik. Dilerseniz
şimdi Semuşkin’in notlarından faydalanarak kültürel karşılaşmalarda Sovyet
yaklaşımına kulak verelim. Kimbilir, kültürel karşılaşmalara dair aklımızdaki
soru işaretlerini yanıtlayabilmek için dünyanın unutulmuş köşelerine gitmek
gereklidir?
KIZAKLARLA
SOVYET İKTİDARI
Her şey, bölgede kurulan Sovyet iktidarı ile başlar. Tıpkı
Çukotka’nın koşulları gibi Sovyet delegelerinin seçilişi, toplanışı ve
iktidarın inşası da son derece istisnaidir. Bu delegeleri belirlemek ve
Çukotka’da bir Sovyet iktidarı kurmak üzere köpeklerin çektiği kızaklarla
aylarca sonsuz beyazlıklarda yarangaları ziyaret eden Semuşkin, 1927’deki ilk
Sovyet Kongresini şu sözlerle anlatıyor:
“Kırk yedi delege bir araya gelmişti. Hiçbiri okuma yazma
bilmiyordu. Ta Shelagski Burnu'ndan gelen bile vardı. İnsanlar kızak
köpekleriyle iki bin dört yüz kilometre yol katetmişti. Yol elli günden fazla
sürmüştü, kongre bitmeden bir an önce oraya varmak istiyorlardı. Delegeleri
Sovyet Kongresi konusunda bilgilendirmiştik. (…) Bilen bilir belki, Çukçilerin
bizimki gibi bir takvimi yok. Bu sebeple, Uelen’deki kongre için toplanma
gününü nasıl kararlaştıracağımızı bulmamız gerekti. Çukçilere bir ayda otuz,
diğer ayda otuz bir gün olduğunu anlatmam kolay olmadı ama Şubat ayının neden
kısa sürdüğünü bir türlü açıklayamadım. Delegeler kongreyi kaçırmamak için bir
çubuğun üzerine çentik attılar. Çentik sayısı otuzu bulunca başka bir çubuk
buldular. Çubuğun üzerinde yirmi çentik olunca o günün konuşma günü [Çukçilerin
Kongreye taktığı isim] olduğunu anlayacaklardı.”
Kongreyle birlikte Çukotka’nın ortasında bir ‘kültür üssü’
inşa edilir. Hammaddenin ve insanların bölgeye türlü engelle ulaşabildiği bir
yerleşim yeridir burası. Bir hastane, henüz çalışmayan bir radyo üssü, bir
yatılı okul… Doktorlar, öğretmenler, teknisyenler gelse de hastane boş, radyo
üssü işlevsiz, okul ise öğrencisizdir. Çünkü buraya gelen ‘yabancılar’ ya da
Çukçilerin deyimiyle ‘tangalar’ henüz yarangalarda yaşayan halkların güvenini
kazanmamıştır. Örneğin hastalanan bir Çukçi, tangaların beyaz önlüklü şamanına
-yani doktora- değil, onları kötü ruhlardan koruyan kendi şamanlarına gitmeyi
tercih eder. Şamanlara göre ‘hastalık diye bir şey yoktur’ kele (kötü
ruh) birini seçip onun içine yerleşir. Şamanların bulduğu çareler arasında açık
yaraya köpek kılı, geyik derisi basma, hastanın etrafında davul çalma ya da
fırtınalı bir günde can çekişene müdahale etmeme (zira kötü ruhlar bunun için
gelmiştir) gibi Sovyet doktorları çileden çıkaran bazı yöntemler vardır.
KAĞIT
ÜZERİNDE KONUŞMAK
Yatılı bir okul açma düşüncesi ise hastaneden bile daha
radikaldir. Çocukları ailelerinden kopartıp yabancıların yanına vermek? Bunlar
Çukotka halkının yaşantısına göre ‘çılgınlık’ sayılabilir. Tek engel
‘yabancılara güvensizlik’ de değildir, Çukotkalıların çocuklarıyla kurdukları
kuvvetli ilişkiler, bu süreci daha da zorlaştırır. Şöyle diyor Semuşkin:
“Çukotkalılar çocuklarına pek bir düşkündür. Evlatlarından birkaç gün ayrı
kalmak bile onları çok üzer. Bunca yıldır Çukçiler arasında yaşadım ancak
hiçbir anne babanın çocuğunu dövdüğünü ne gördüm ne de duydum. Çukçiler
çocuklarına bir yetişkin gibi davranır, onları kendileriyle bir tutar. Çocuklar
onlar için tam manasıyla bir dost, bir arkadaştır.”
Dolayısıyla yarangalarda zorlu bir ikna süreci başlar.
Sovyet eğitimciler, önce okul konseptinin ta kendisini anlatmakta güçlük
çekerler. Nihayet ‘kağıt üzerinde konuşmak’ olarak ifade ederler. Çocuklarının
burada iyi vakit geçireceğini anlatırlar, halkın güvenini kazanan bazı kişiler
‘kefil’ olur. Fakat okulun yarangalardan oldukça uzak bir yerde, yatılı oluşu
işleri daha da karıştırır. Klanın büyükleri çocukların neden yabancıların
yarangalarında kalması gerektiğini anlayamaz, orada ‘yabancıların büyük
yarangalarında çocukları kelelerden koruyacak bir şamanın olmayışı’ da
hurafelerin yayılmasını kolaylaştırır. Fakat büyüklerin aklındaki asıl soru
işaretleri farklıdır: Çocuklar okula giderse o halde ava kim gidecektir?
Sürülere kim göz kulak olacaktır? Anlaşılabilir ekonomik kaygılara karşı Sovyet
eğitimciler son kozlarını masaya koyarlar: ‘Kağıt üzerinde konuşmayı öğrenen
çocuklar, zamanla tangalarla eşit seviyede, onlar gibi ticaret yapabilecekler,
halklarına böyle katkı sağlayacaklar’.
Bir şekilde aileler razı edilir ve bir avuç öğrenci ile
Çukotka’daki ilk yatılı okul kapılarını çocuklara açar. Yarangalarından daha
önce hiç çıkmamış çocuklar burada, bambaşka bir dünyaya adım atarlar. Onlar bu
kültürel karşılaşmayla boğuşurken kaygılı ailelerin kanına giren şamanlar
Sovyetlere karşı propaganda yürütür: “Şamanlar bizi yolumuzdan alıkoymak
istiyordu. Onlarla savaşmaktan başka çaremiz yoktu. Ancak bu savaş, son derece
karmaşık ve hassas bir konuydu. Şimdi tutup da ‘Şamanlar yalan söylüyor, onlara
inanmayın’ demek olmazdı, çünkü böyle yaparak hiçbir sonuca varamayacağımızı
biliyorduk. Şamanların hakkından gelmek için başka bir çare düşünmeliydik ancak
bunun ne olduğunu biz de bilmiyorduk.” Burada Semuşkin’in üstten inmeci
olmayan, akılcı çözümlerin altını çiziyor oluşu son derece dikkat çekicidir.
Öyle ki Semuşkin’e göre Şamanlara karşı kazanılacak bir zafer, ‘ancak uzun ve
sistematik bir çalışmayla mümkün olabilirdi’.
KARŞILIKLI
ÖĞRENMEK
Şimdi asıl başrolümüze, yani çocuklara geri dönelim.
Çocuklar için okuldaki her gün bir düzine yeni ve onlar için anlamsız bilginin
çoğu zaman sancılı bir şekilde öğrenildiği bir alan olur. Örneğin çarşaflara
çok şaşırırlar. “Yatağın kendisi kırmızıyken -ki çukçiler bu rengi çok
severler- neden onu avlarda kullanılan, kar gibi beyaz bir örtüyle örtme
ihtiyacı duymuşlar?” diye düşünürler. Tuzlu yemekleri yemezler, çorbalara
dokunmazlar (Çukçiler için yemeklerde tuz kullanmak alışıldık bir şey
değildir). Fakat devrimden sonra Çukotka’ya gelen ‘un’ ve ‘ekmek’ onlar için
tatlı niyetinedir. Diğer zorluklara dair Semuşkin şöyle diyor: “Saç kesimi gibi
basit bir mesele bizde memleket meselesine döndü. En zoru da onları sigara ve
tütünden vazgeçirmekti. Çukotkalılar gururlu, özgürlüğü seven insanlardı. Çukçi
çocukları da öyle. Dolayısıyla sahip olduğu alışkanlıklara karşı mücadeleyi
incelik ve ustalıkla halletmek gerekiyordu.”
Kitap, bu kültürel karşılaşmada öğretmenlerle öğrencilerin
karşılıklı olarak birbirlerini tanıyışını harika bir şekilde açıklıyor. O
yüzden daha fazla detaya girmeyim. Çocukların karşılaştığı bu farklılıklar
zamanla ya aşılır, ya da bir ‘orta nokta’ bulunur.
Öğretmenler de Çukçi çocuklarının çeşitli yönlerini
hayranlıkla gözlemler. “Çocuklukları tembellik ve yaramazlıkla geçmez. Çok
çalışırlar, ancak ana babaları onları çalışsın diye zorlamaz çocuklar bunu
kendiliğinden yaparlar. Sıkı çalışma Eskimo çocukları için doğal bir
ihtiyaçtır” diyen Semuşkin çocukların algıları ve pratik zekalarına dair
şunları söyler: “Tundra çocuklarının görsel hafızası ve algısı inanılmazdı. Hiç
görmediği bir şeye şöyle göz ucuyla bir baktı mı, onu bütün ayrıntılarıyla
tastamam hatırlıyordu. (…) İlk günlerde eskimo çocuklarının bu somut düşünce
biçimi öğretmenleri çok zorladı. Soyut düşünceler onları kızdırıyor,
öğretmenleri hayalci, yalancı biri olarak görüyorlardı.”
Semuşkin, pratik zekayla da ilgili bir şekilde çocuklar
okula alıştıktan sonra teknolojiye son derece duyarlı olduklarını gözlemler:
Örneğin okulda küçük bir sinema salonu vardır. Burada çocuklara yapılan ilk
gösteri beklenildiği üzere onlarda hem korku, hem merak, hem de heyecan
uyandırır. Ancak kısa süre içerisinde içlerinden bir öğrenci, Tagray, gösterim
makinesiyle ilgilenmeye başlar. Ailelerin okula geldiği bir gün öğretmenler
herkesi sinema salonuna davet eder ve makinenin başına Tagray geçer. Öğretmenin
amacı, ailelerin ilk kez karşılaşacağı bir teknolojik gelişmeyi ‘yabancıların’
elinden değil, kendi çocuklarının elinden görmelerini sağlamaktır. Film
başlayınca “Bunu sen mi yapıyorsun Tagray?" diye şaşırırlar: “Duvardaki
resimlere bakmak tuhaflarına gitmişti. Ama geyik sürüsünü koşturanların
tangalar değil de Tagray olması Eskimoları daha çok şaşırtmışa benziyordu.
Onlardan birinin böyle işler becermesi şaşılacak şeydi doğrusu. Salondan
uğultular yükseldi, sandalyeler gıcırdadı. Eskimolar bir duvara bir Tagray’ın
silüetine bakıyordu.”
DİL:
HEM ENGEL HEM KÖPRÜ
Öğretmenler de onların dillerini öğrenmeye başlar. Ancak
bir avuç kelime ile karmaşık konuları anlatmak mümkün değildir. Bir başka
öğretmenin tuttuğu defterden şu sözleri aktarır Semuşkin:
“Pedagoji enstitüsünde okurken şu an hizmet verdiğim
insanlar hakkında çok fazla şey bilmiyordum. Uzak Kuzeyde, Kuzey Kutbunda
yaşadıklarını, geçimlerini avla sağladıklarını ve köpek koşulu nartalarla
dolaştıklarını duymuştum sadece. Yeni ve sorumluluk gerektiren bir işe
kalkışırken insanın bir dayanağı olmalı. Bu dayanak da biz öğretmenler için
Eskimoların dilini ve gündelik yaşayışlarını bilmekti. Bunun olmaması işimizde
belirsizlik ve şüpheye neden oluyor. Tundranın gelecekteki sosyalist kurucuları
olan bu yeni Sovyet halkını eğitmek için müthiş bir istek duyuyorum. Bana
dayanma gücü veren de bu arzu. Çukotka’daki bu sevimli ve arkadaş canlısı
‘kürklü’ insanlara giderek daha fazla kanı kaynıyor insanın”
Dillerini zaman içinde öğrenirler. Doğrusu iki taraf da
birbirinin dilini öğrenir. Öğretmenler çocukların kültürünü, masallarını,
onları çevreleyen evreni merak ederler. Onlarla beraber avlara katılırlar.
Çocukların becerilerine hayran olurlar.
‘HERKES
MASRAFLARI BEN KARŞILIYORUM SANIYORDU’
Çukçilerin başta anlayamadıkları bir diğer konu, okulun
nasıl finanse edildiğidir? Semuşkin oldukça ilginç bir hikayeyle bu durumu
açıklıyor: Öğretmen, öğrencilerden birinin ailesini yarangasında ziyaret eder.
İçeride bulunan nenesi öğretmeni göstererek çocuğa “Bu senin baban mı” diye
sorar. Çocuk “Evet” diye yanıtlar. Bu konuşmayı Semuşkin şöyle yorumluyor:
“Ağırbaşlı neneyle torunu arasında geçen bu kısacık diyalog çok şey
anlatıyordu. Demek ki bu insanlar, hatta ihtiyar kadın bile bize güveniyordu.
Herkes nedense çocukların bütün masraflarını benim karşıladığımı sanıyordu.
Benim çok zengin ve tuhaf biri olduğumu düşünüyorlardı. Çocuklara devletin
baktığını söyledik ama kimsenin aklı bu işe ermedi.”
Bir benzer olay hastanede yaşanır. Okulda çocuklarla
ilgilenen görevlilerden, sağır ve dilsiz bir Çukçi olan Latuge’nin başından
ilginç bir olay geçer. Hastalanıp sessizce yataklara düşen Latuge, “Öğrencimiz
Loke ile birlikte bize bir not gönderdi: ‘Yerleri yıkamak yok, baş ağrımak
çok’. Hemen Latuge’nin yanına gittik. Başında ıslak geyik derisi öylece
yatıyordu. Belli ki çok hastaydı (…) hemen doktoru çağırdık. [Doktor] Modest
Leonidoviç derhal hastaneye kaldırılmasını emretti. Latuge izne ayrıldı. Dört
gün boyunca hasta yattı. Ona sosyal sigorta sistemini anlatmak hiç kolay
değildi. Latuge’ye, hastayken de maaş almaya devam edeceğini söylediğimizde
hiçbir şey anlamadı. Sadece kendisine iyi davranıldığını düşündü.”
BİLİMSEL
SOĞUKKANLILIK
Özetle samimi ve güven dolu yaklaşımla birlikte çocuklar da
aileler de okula alışır. Sonuç, hem Çukotka’da hem de Sovyetler Birliği’nde
eğitim seferberliğinin başarıya ulaşması olacaktır. Bunun en büyük nedeni eşit
ilişki kurarak “Nasıl alışabilirler?” diye kafa yoran kadroların sırtını
yasladığı sistematik düşüncedir.
Buraya kadar yazıda aktardıklarımızı okuyan kimileri
“Anlatılan olayda yerli halk idealize edilmiş” diye düşünebilir. Oysa hem
Sovyet iktidarı hem de bugün bol bol alıntı yaptığımız Semuşkin, karşılaşılan
halkları ne idealize ederek ne de üstten bakarak bir patika açmaya çalışıyor.
Örnek vermek gerekirse, Çukçilerdeki ‘yaşlıların gönüllü olarak boğulma’
geleneğine detaylı yer veren Semuşkin bu duruma sadece ‘barbarca’ deyip işin
içinden çıkmıyor, ‘neden böyle bir geleneğin ortaya çıktığını’ sistematik olarak
araştırmaya yelteniyor -ki Semuşkin gibi 1920’lerden bir ismin böylesi bir
yoruma ulaşmaya çalışması çok daha kıymetli:
“Zorlu yaşam koşulları ve hayatta kalmak için verilen
amansız mücadelenin etkisiyle Çukotka’da korkunç bir gelenek ortaya çıkmış. Çukotkalılar
elden ayaktan düşen yaşlıları boğuyorlarmış. Yaşlı adam yatağa mahkum olup da
artık kimseye faydası dokunmayacağını anlayınca ailesinden kendisini
öldürmelerini istiyormuş. ‘Ölüm’ lafı bir kez geçince bu gönüllü sonun artık
geri dönüşü olmuyormuş.” Ardından bilimsel bir soğukkanlılıkla şu tespiti
yapar: “Bu korkunç geleneğin nedeni insanların acımasızlığı değil, bu
topraklardaki zorlu yaşam şartlarıydı. Çukotka halkı sevecen, merhametli,
dürüst insanlardı. Bu geleneğin ortadan kaldırılması için sistemli, düzenli ve
sağlam bir çalışma gerekiyordu.”
Semuşkin, özellikle şu zor hakikati sindirmenin
gerekliliğini vurgular: “Kültürel ve tarihsel anlamda daha ‘ileri’ olan
halklar, kendilerinden geri olan komşularını ‘küçümsememeli’, zaman zaman ilkel
ulusların dünya algısının doğal tazeliği karşısında duygusal anlamda hoşgörülü
bir tutum ya da romantik bir hayranlığa kapılmamalıdırlar. Hümanizm küçük
halklara karşı acıma hissi ya da onların ‘milli kökenlerine’ üstünlük sağlamayı
değil, onlara saygı ve güven duymayı gerektirir”(2)
‘BİZLER
GERÇEK İNSANIZ’
İşte bu yüzden gücünü Marksizmden alan Sovyet modernizmi ve
Sovyet aydınlanmasını diğer üstten inmeci aydınlanma modelleriyle
karıştırmamalı. ‘Aydınlanma’ adı altında kendi ayrıcalıklı toplumsal konumlarını
daha da kemikleştiren, sözde ‘aydınlık’ götürdüğü nüfusun geri kalanına ise
tiksintiyle bakan bir zihniyet ile Sovyetlerin bakışı arasında ciddi farklar
var.
Kitaptan bir alıntı yapmak gerekirse eğer Çukçilerin önde
gelenlerinden biri okulu ziyaret edip çocuklarına nasıl davranıldığını kontrol
ettiğinde Tanya öğretmene yaklaşarak şöyle der: “Onları sev emi Tanya-kay. Biz
gerçek insanlarız. Sizler de öylesiniz.” Ne kadar güçlü bir söz: Gerçek
insan! Dünün, bugünün ve yarının bütün karşılaşmaları için benimsenebilecek
kadar geçerli bir yaklaşımı tanımlıyor. İşte geriye dönüp Semuşkin’in
hikayesine baktığımızda aradaki bariz farkı doğal kabul ederek başlayan,
karşısındakinin dilini öğrenen, saygı duyan, kültürünü merak eden, onları
‘gerçek bir insan’ olarak gören bir yöntemle karşı karşıyayız.
Her konuda olduğu gibi bu konuda da Sovyetler Birliği’nin
yaklaşımına eleştirel yaklaşımlar getirilebilir. Basılan yeri güçlendirmek için
getirilmelidir de. Ancak unutmamalı, insanların gerçek bir insan yerine
konulmadığı bir dünyada gerçek insan arayışı, dün olduğu gibi bugün de
kıymetli. Hatta belki daha da kıymetli: İnsanlara egzotik bir meyve ya da
sömürülecek bir kas gücü kaynağı olarak bakılan bir devrin karanlığında, yeni
bir toplum için kollarını sıvayıp dünyanın en ücra köşelerinde ‘gerçek
insanlar’ için emek verenler her şeyden önce bu saygıyı hak ediyor.
Peki bugün ‘gerçek insanın’ anlamını aramak ne ifade eder?
Cansız bir anekdota kalp masajı mı yapıyoruz Çukotka’dan bahsederken? Hayır!
Sermaye ve emperyalistlerce ‘yeteri kadar insan görülmeyen insanların’ doğrudan
ya da dolaylı olarak kıyma makinesine atılırcasına katledildiği her gün
Semuşkin’in sözlerine kulak vermeliyiz. Çünkü hayat, toplumsal bir kuruluş
mücadelesi içerisinde, gerçek insanların gerçek eşitliği için kavga edince bir
şey ifade eder. Kıyma makineleri parçalanana dek…
NOTLAR:
(1) Kitap çeşitli yayın evleri tarafından Türkçe
basılmıştır: Merhaba Çukotka Bir Öğretmenin Notları / Dorlion Yayınevi, Merhaba
Çukotka Bir Öğretmenin Not Defterinden / Yar Yayınları.
(2) Merhaba Çukotka Bir Öğretmenin Notları, Çeviren:
Emel Saatçi / Dorlion Yayınevi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder