Anya
von Bremzen’in Sovyetler Birliği tarihiyle kendi ailesinin hikâyesini mutfak
kültürü üzerinden anlattığı Sovyet Mutfak Sanatı kitabında lezzet, hasret ve
tarih bir arada...
Kaynak:
http://t24.com.tr/k24/
Yemek yazarı Anya von Bremzen’in Sovyetler Birliği
tarihiyle kendi aile hikâyesini yemekler üzerinden anlattığı Sovyet Mutfak
Sanatı, Yapı Kredi Yayınları etiketiyle yarın raflarda. “Yemek ve Hasret
Anıları” altbaşlığını taşıyan ve Türkçeye Özlem Yüksel tarafından çevrilen
kitaptan tadımlık bir bölüm sunuyoruz.
Yemek
ve Hasret Anıları
Bütün mutlu yemek anıları birbirine benzer; her mutsuz
yemek anısının ise kendine özgü bir mutsuzluğu vardır.
Annem de, ben de o muzafferane, parlak kızıl bir sosyalist
bolluk ve görkemli hasatlar masalıyla büyüdük. Ancak, yaşadıklarımızda, hoş bir
vanilya buğusunun sarmaladığı mesut mutfaklar, sofraya nar gibi kızarmış bayram
kuşları koyan anneler yoktu. Burjuva tereyağı bol çay kurabiyesi mi dediniz?
Öyle bir anım var... Kruşçev dönemine özgü yoksul semtimizde annem yüksek sesle
Proust okuyor; bense Fransız yazarın o duyusal hayallerinden son derece
sıkılmışım, fakat gerçekten yenebilir bir kurabiye fikriyle de sarhoş olmuşum. O
egzotik kapitalist madlenin tadı nasıldı? Müthiş bir merak içindeydim.
Sovyet yemeklerine dair bir öykü, özlemle ve karşılıksız
bir arzuyla dolu bir tarihçe oluyor kaçınılmaz olarak. En yoğun mutfak
anılarınız aslında hiç tatmadığınız yiyeceklerden oluşuyorsa ne olur peki?
Hayalde canlandırılmış, dinlenmiş öykülerden alınmış anılar; yetmiş yıllık
jeopolitik bir tecridin ve kıtlığın ürünü olan hararetli bir kolektif hasret.
Yakın zamana kadar bu tür anılardan pek fazla söz etmezdim.
Neden yemek hakkında yazdığımı sordukları zaman, hazırda tuttuğum o hikâyemi
bir çırpıda tekrarlardım. 1974’te annemle Moskova’dan sırtlarında kışlık
paltoları ve dönüş hakları olmayan vatansız mülteciler olarak göç ettik, babam
bizimle değildi. Juilliard’dan mezun oldum, seksenlerin sonlarında bileğimdeki
bir sakatlanma yüzünden piyano kariyerim kısa sürdü. Ve yeni bir başlangıç
arayışı içindeyken, neredeyse rastlantı eseri yemek işinin içine düştüm. Ve hiç
arkama bakmadım. Eski SSCB mutfakları üzerine yazdığım ilk yemek kitabımın, Please
to the Table’ın (Buyurun Sofraya) ardından güzel şeyler olmaya devam etti:
Heyecan verici dergi yazıları, başka yemek kitapları, ödüller, neredeyse yirmi
yıllık seyahatler ve unutulmaz yemekler.
Hemen hiç bahsetmediğim şeylerse, büyükannemin, yoldaş
komşuların birbirlerinin çorbasından et aşırdığı komün apartmanının mutfağında
duran kap kacağa yapıştırılmış kurukafalı ölüm tehlikesi işaretleri. Merkez
Komite’nin çocuklarının gittiği kreşimde yedirdikleri havyarı can havliyle
öğürdüğüm öğleden sonraları; öğürürdüm çünkü o elit Parti havyarıyla birlikte
Sovyet karşıtı annemin hazmedemediği ideolojiyi de yuttuğumu hissederdim.
İnsanın derisini dalayan kahverengi okul üniformalı dokuz yaşında çaylak bir
karaborsacı kızken, 110. No’lu okulun kızlar tuvaletinde Sovyet sınıf
arkadaşlarıma 5 kopek karşılığında, eşin dostun bize efsanevi zarganitsa’dan
(yurtdışından) getirdiği Coca-Cola şişesini dokundurttuğumdan da bahsetmezdim.
İş icabı sıkça kaldığım güzel otellerin o mükellef ve bedava kahvaltı
büfelerinde, servis tabağında kalan son kruvasanı çalma dürtüsünden hâlâ
kurtulamadığımdan da.
Bir tarafta Per Se veya Noma gibi yerlerde degüstasyon
menülerinin âdetten olduğu, diğerindeyse –SSCB’de yılda bir defa gördüğümüz bir
ziyafet olan– alelade bir muzun ruhumda hâlâ sihirli bir etki yaptığı iki ayrı
yemek evreninde birden yaşadığımı itiraf etmenin ne faydası var?
İşte bu kitabın malzemesi, kendime sakladığım hatıralar.
Nihayetinde bu anılar yemek üzerine yazıyor olmamın asıl sebebi. 300
milyon nüfuslu Soyvet süper-gücünün her sabık yurttaşı için yemek hiçbir zaman
şahsi bir mesele olmamıştır. 1917’de çarın devrilmesini tetikleyen ekmek
ayaklanmalarıydı; bundan yetmiş dört yıl sonra Gorbaçov’un bocalayan
imparatorluğunun yerle bir olmasında o feci gıda kıtlığının payı vardı. Bu
arada, Stalin’in kolektifleştirme hareketi boyunca 7 milyon insan, Hitler’in
savaşı sırasında da 4 milyon insan açlıktan can verdi. Daha sakin dönemlerde,
Kruşçev ve Brejnev’in iktidarlarında sofraya günlük bir kap yemek koyma dramı
diğer bütün gaileleri gölgede bırakırdı. On bir saat dilimine hâkim kolektif
sosyalist kader, yani gıda maddesi kuyrukları, on beş etnik cumhuriyette
yaşayan yoldaşları birleştirirdi. Gıda, Sovyet siyasi tarihinde, kolektif
bilinçsizliğimizin her köşe bucağına işlemiş değişmez bir meseleydi. Yemek
bizi, saplantılı Sovyet misafirperverliği ritüellerinde –biraz daha ringa, biraz daha Doktor
Kolbasası– ve daha kaliteli kolbasa (sucuk) bulabilen ayrıcalıklı
azınlığa, tokatçılara, Parti yiyicilerine duyduğumuz ortak hasette birleştirdi.
Yemek çoğunlukla donuk, zaman zaman saçmalık derecesinde gülünç, kimi zaman da
dayanılmaz derecede trajik ama sıklıkla saflık derecesinde iyimser ve şen,
titrek bir yaşam arzusu duymamızı sağlayarak totaliter devletimizin ülke
içindeki gerçeklerinin dayanak noktası oldu. Bir akademisyenin de belirttiği
üzere, yemek, içinde yaşadıkları zamana Rusların nasıl dayandıklarını, geleceği
nasıl hayal ettiklerini ve geçmişleriyle olan bağlarını nasıl sürdürdüklerini
açıklıyordu.
Geçmiş geçmişte kaldı artık. Sovyetler Birliği’nin
çökmesinin ardından silindi. “Sosyalist Vatan”ımızın yerinde kültür harabeleri,
Sovyet Atlantis’inin engin arkeolojik alanı var şimdi.
Fakat bu enkazı
bırakmaya hazır değiliz. Başsız devrik lider heykelleri, şarkı kitapları ve
şekerleme kâğıtları, bir zamanlar kızıl olan Genç Önder fularları, kirden
kararmış üçgen Sovyet süt kutuları; bu parçalara sarılmışız. Romantiklerin
idealize edilen bir geçmişe duyduğu özlemi tetikleyen melankolinin aksine,
bizimkiler evlerimizin, bir zamanlar yaşadığımız hayatların kırıntıları. Bunlar
bizim için hâlâ anlam yüklü; siyasi, tarihi ve şahsi anlamlar. Ve hemen her
zaman müphem.
Kendi sosyalist kırıntılarımı toplamaya 1974 yılında,
Philadelphia’daki hayatımızın ilk haftalarında başladım. Annem Amerika’ya
anında vurulmuştu. Ben mi? Süngerleri erimiş mülteci kanepemizde büzülüp
Çehov’un Üç Kız Kardeş’ini okuyor, karakterlerle birlikte sızlanıyordum:
“Moskova’ya... Moskova’ya.” Kapitalist lezzetlere dair çocukluk fantezilerim
Robin Hood Lokantası’nda yediğimiz ilk yemekle paramparça oldu. İğrenç Amerikan
lahana salatası topağı genzime kaçtı. Fosforluymuş gibi parlayan Velveeta
peynirine şoke olmuş halde bakakaldım. Evde annem Oscar Mayer sucuğunu neşe
içinde yabancı Wonder Bread ekmeğinin üstüne koyuverirken, tuğlaya benzeyen
ekşi mayalı Moskova çavdarlısıyla bayat Krakovskaya kolbasasının o pis kokusu
burnumda tüterdi. Philadelphia’daki o ilk aylarımızda damak tadımı kaybetmiştim
herhalde. Siyasi acıların, konukseverliğin, kıtlığın o kahramanca ortamının
bitişiyle, yemek artık bana pek bir şey ifade etmez olmuştu.
Bakımsız bir yetim gibi, oturduğumuz daireyi arşınlar,
kendi kendime iğneli Sovyet defitsit (kıtlık) esprilerini
tekrarlardım. Bir dükkânda adamın biri sormuş, “Yüz gram kolbasa dilimler
misiniz?” Tezgâhtar kız da “Kolbasayı getirin dilimleriz” demiş. Veya
sormuşlar, “Neden göç ediyorsunuz?” Yahudi, “Çünkü kutlamalardan gına geldi”
demiş.
“Tuvalet kâğıdı aldık; kutlayalım; kolbasa aldık; daha çok kutlayalım.”
Philadelphia’da kimse Oscar Mayer sucuğu için kutlama yapmıyordu.
Damak tadımı canlandırmak için kafamın içinde bir oyun
oynamaya başladım. Kendimi etrafı dikenli Bektaşi üzümü çalılarıyla çevrili bir daça’da
(kır evi) hayal ederek, Sovyet sosyalist geçmişimin tatları ile kokularını
zihnimde üç litrelik hayali bir kavanozda konserveleyip saklıyordum.
Ambalajında neşeli bir çocuk resminin yer aldığı, Lenin Nişanı almış Kızıl Ekim
çikolataları da o kavanoza girdi. Kırmızı ambalajlı, fillerle bezenmiş sarı
paketinden çıkarıp çaya batırdığınız anda dağılan Bolşevik Fabrikası Jübile
Bisküvileri de. Zihnimde, üçgen şeklindeki yumuşak Dostluk Peyniri’nin
alüminyum folyosunu açtığımı canlandırırdım. Hayali alüminyum çatalımı
Stalin’in gıda bakanının adını taşıyan, 6 kopeke satılan sanayi tipi köfteye
batırırdım.
Ne var ki nostalji egzersizimi karartan ideolojik bir bulut
vardı. Dostluk Peyniri, kolbasa, çikolatalar, hepsi de kaçtığımız o sövülen
Parti-devletin mamulleriydi. Annemin Proust okumalarını hatırlayıp bunları
tanımlayacak bir ifade buldum. Zehirli Madlenler.
Bu kitap benim “zehirli madlenler” anılarım. Bu epik
ayrışıma, bu kolektif mitler ile kişisel anti-mitlerin kuralsız çarpışmasına
götürecek yolları öneren kişi, mutfaktaki daimi suç ortağım ve geçmişimle
aramdaki kanal olan annemdi. Sovyet tarihini –1910’ları tanıtmaktan günümüzün
notlarına ulaşana dek– on yıllık dönemler halinde yemek prizmasından geçirerek,
yeni baştan yansıtacaktık. Kimseninkine benzemeyen, yıl boyu süren bir
yolculuğa çıkacaktık birlikte: Sovyet yaşamının on yıllık dönemlerinden oluşan
yolumuzda yiyip pişirerek, onun mutfağıyla yemek odasını bir zaman makinesi ve
bir anı kuvözü olarak kullanarak... Savaş zamanı gıda karnelerinin ve komün
apartmanlardaki ortak mutfakların anıları. Lenin’in kanlı tahıl müsadereleri ve
Stalin’in sofra adabı anıları. Kruşçev’in mutfak görüşmelerine ve Gorbaçov’un
talihsiz içki karşıtı politikalarına dair anılar. Gündelik yaşantılarımızın
odak noktası olan yemek anıları ve –bütün yoksunluklara ve darlıklara rağmen–
vazgeçilmez konukseverliklerin ve dokunaklı, imkânsız ziyafetlerin anıları.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder