M.
Hakkı Yazıcı
Kaynak:
http://www.turkrus.com/
http://www.medyagunlugu.com/
Vladimir İvanoviç’le bu defa derin felsefi konulara daldık.
Almanların Puşkin’i şair Goethe’ye, mutlu bir hayat yaşadı
mı diye sormuşlar.-Ki o sadece iyi bir şair değil, aynı zamanda çok bilge bir
insandı.
“Evet, çok mutlu bir hayat yaşadım,” diye cevap vermiş;
“Ama” diye eklemiş ardından:
“Tek bir mutlu hafta hatırlamıyorum.”
Genellikle mutlu olmak tabii ki iyi, ancak kesintisiz
mutluluk olmuyor; kaldı ki iyi bir şey de değildir demeye getiriyor herhalde.
Zaten çok alışılırsa kıymeti de anlaşılmaz; elde etmek için
çabalamak gerek. Ben şahsen hayatta hiçbir gayesi, beklentisi olmayan
insanların gerçekten mutlu olabileceklerine inanmayanlardanım.
Yani şu ki mutluluk, bir anlamda, üzüntülerin, sıkıntıların
üstesinden gelebilmektir.
Mutluluk, iniş çıkışlı zamanların ardından iyi şeyler
yaşamak ve bundan hoşnut olmaktır.
Yani bir öyle, bir böyle…
Şimdi ben bunları niye hatırladım ve anlatıyorum?
Moskova’da biraz geciken bahar birkaç güne yüzünü göstermeye
başlayacak da ondan.
Vladimir İvanoviç’e, “Baharın bu kadar gecikmesi çok
yanlış,” diyorum.
O, buraların çocuğu; alışkın ne de olsa, “Sabret biraz
daha,” diyor.
Uzun karlı, buzlu günlerden sonra güneşle muhabbetimizin
doyumsuz olacağı bir mevsime giriyoruz.
Sonra gelsin park, bahçe gezmeleri; bir hafta sonu Gorki
Parkı, Park Muzeon, sonraki haftalarda Kolomenskoye, VDNH, Botaniçeski Sad, Sokolniki, Ermitraj Bahçesi,
Tsaritsino
Parkı, İzmaylovskiy, Fili Park,..
Gez, gezebildiğin kadar. Kendini Moskova’nın yeşiline
bırakma zamanı.
Daçada şaşlık günleri de cabası…
Genellikle Moskova’da havuzların fıskiyelerinin açıldığı
Nisan sonundan, kapandığı Ekim sonuna kadar. Güzel, güneşli günlerin gayrı
resmi takvimi bu… Pek şaşmaz.
Tadını çıkarmak lazım… Sonrası malum, üç beş ay sonra yine
soğuk günler başlayacak zira. Yeşil kış bitecek, beyaz kış yeniden kapıyı çalacak.
Hayat böyle bir şey işte…
Goethe şiirlerinden birinde şöyle demiş, “Asıl kabus, ardı
arkası kesilmeyen güneşli günlerdir.”
Tersi mutluluk değil, can sıkıntısıdır. Heyecansız,
mücadelesiz, uğruna çalışmadığınız ve hatta kavga gürültü çıkarmadığınız
amaçsız, tekdüze bir hayat...
Kendi hayatınızı bir düşünün. Muhtemelen uzun mücadelelerle
dolu bir serüven yaşamışsınızdır. Bir sorunu çözmüş, mutlu olmuş; ancak daha
nefes bile alamadan bir diğeri bütün haşmetiyle karşınıza dikilmiştir. Her
defasında, haliyle karamsarlaşırsınız. Ama hemen kendinizi toparlıyorsanız;
kısa dönemde karamsar, ama uzun dönemde iyimserseniz mesele yoktur.
Goethe’nin söyledikleri özellikle genç insanların kulağına
küpe olmalı.
Bu hayatı sıcak bir serüven haline getirmek bizim elimizde.
Avuçlarımızın içinde…
Ne istiyoruz? Ne hayaller kuruyoruz, ne elde ettiğimizde
mutlu oluyoruz diye şöyle bir düşünelim.
Sağlıklı olmak?
Aşk, evlilik, çoluk çocuğa karışmak?
Başımızı sokabileceğimiz bir ev, lüks bir araba, MKAD’dan
çok uzak olmayan bir daça, pahalısından ultra teknolojik bir akıllı telefon?
Yüksek maaşlı, itibarlı bir iş?
Karlı bir proje, ya da bir alışveriş?
Herkesin önceliği farklı…
Babamın anlattığı bir hikaye vardı: Fukaranın birine
sormuşlar; “Zengin olsan ne yapardın?” diye. “Hep soğanın cücüğünü yerdim,”
demiş.
Bizim Serkan’ı geçen gün payladım.
Yeni aldığı arabasıyla Moskova sokaklarında bütün gün fink
atıyor, direksiyonda bile o pahalı telefonu elinden düşmüyor, yetmiyormuş gibi bir
de oturmuş saçma sapan hayallerini ciddi ciddi anlatıyor, “Abi, düşünsene çok
param olsa şunu alırım, bunu alırım,” diye.
Ağabey nasihatı veriyorum; “Bak,” diyorum, “Mesela Çin’den
demir almış bir yük gemisinin kaptanıymışsın, gemi batıyor, mürettebattan bir
tek sen sağ kalıyorsun. Gözlerini açtığında ıssız bir adanın sahilinde
buluyorsun kendini.”
“Robinson Crusoe gibi mi?”
“Eh, öyle gibi diyelim. Kaptanı olduğun gemi de koyda karaya
oturmuş. Ambarları taşıdığı yük olan en son teknolojik cihazlarla dolu… Akıllı
telefonlar, bilgisayarlar, televizyonlar, daha ne istersen…”
Tuzağıma düşüp, “Offff, deme be abi!” diyor.
Kızıyorum:
“Ah be oğlum, ne işine yarayacak bunca şey? Etrafında konuşacak
bir tek insan olmayınca?
Bence pahalı bir akıllı telefonun olacağına, birazcık
akıllı olsan daha iyi!”
“…”
İgor, araya girip “Ben, mutluluğumu her sabah işe gelirken
evde bırakıyorum, akşam dönünce yine kavuşuyorum,” diyor.
Kastettiği karısı, oğlu Maksim ve kedileri Barsık. İyi bir
aile yaşamı… O da kendisine göre haklı.
***
Bizim gibi Rusya’da yaşayanlar için mutluluk nedir?
Çoğunlukla başarılı olmak; iyi bir iş sahibi olmak, karlı
bir iş yaratmak… Pek çoğumuz gibi iyi bir eş sahibi olmak, çoluk çocuğa karışmak.
Bir de kuşkusuz iki ülke arasındaki ilişkilerin en azından eskisi
kadar iyi olması.
Ancak az üzülmedik son iki senede olanlardan.
Uçak olayından sonra olumsuzlaşan devlet ilişkileri ve
alınan önlemler nedeniyle yirmi senelik emeğinin karşılığında edindiği her şeyi
bir anda yitirenleri mi; Rus karısından, çocuklarından ayrı düşenleri mi
ararsın, hepsi var.
Bu süreç, mutsuz olmak için yeterli bir durumdu.
Sonra birden ilişkiler düzelir gibi oldu. Mutlu olduk.
Elçiye yapılan suikastle yine çok üzüldük, tedirgin olduk.
Bunun bir provokasyon olduğunun anlaşılması ve ilişkilerin olumsuz etkilenmemesiyle
sevindik.
Nasrettin Hoca’nın eşeğini kaybedip, sonra bulup sevinmesi
gibi oldu.
Ancak olmuyor, niyeyse tam olmuyor.
Suriye meselesinde bir öyle oldu, bir böyle.
Yaş sebze, meyve, domates, buğday ticaretindeki gariplikler
hala devam ediyor.
Dağ fare doğurmuştu…
Vizelerdeki, çalışma izinlerindeki, kotalardaki sorunların
henüz aşılamaması…
Turizmde tam eski günlere hızla yeniden dönülüyor derken, “charter
seferleri”ne sınırlamalar getirileceği söylentileri.
Bir de buğday ticareti gerginliği çıktı ya başımıza,
Serkan, yine diline bir türkü dolamış takılmış plak gibi mırıldanıp duruyor.
İşle güçle uğraşırken türkünün sözlerinden sadece bazı dizeler kafama balyoz
gibi dong dong iniyor:
“Arpa,
buğday daneler.
(Aman)
arpa, buğday daneler
…
(Aman)
Dar geliyor düğmeler
…
Meyil
verme güzele
(Aman)
Ayrılması güç olur.”
Yani, her gün hop oturup, hop kalkıyoruz.
Bir gün ümitli, ertesi günü karamsarız.
Bir gün mutlu, bir gün mutsuzuz.
Bu kadarı da fazla, bizimkisi de can, diye isyan edesimiz
var!
Bilirsiniz bu fıkrayı; Nasrettin Hoca, yine eşeğini
kaybetmiş, dağ bayır aranıyormuş. Bir yandan da türkü söylüyormuş.
Görenler, “Hayrola hoca, hem eşeğini kaybetmişsin, hem de
neşeyle türkü söylüyorsun, ne iş?” diye sormuşlar.
Hoca, “Bakmadığım bir şu tepenin ardı kaldı, eğer orada da
bulamazsam siz seyreyleyin o zaman bendeki feryadı figanı,” diye cevap vermiş.
Biz de en kısa zamanda, belki de hemen şu tepenin arkasında
her şeyin düzeleceğini umuyoruz. Gücümüzü de bu umuttan alıyoruz.
Yeniden mutlu olmak en doğal hakkımız.
Vladimir İvanoviç, “Halbuki bana sorsalar mutluluk nedir, yaşadıklarının
üstüne ne istersin diye, huzurlu, savaşsız, gürültüsüz bir dünyada kalan ömrümü
sağlıklı bir şekilde tamamlamak derim,” diyor.
Ben de ona Nasrettin Hoca’nın bir başka fıkrasındaki cevabında
olduğu gibi, “Sen de haklısın,” diyorum.
***
Vladimir
İvanoviç, benim pencereden bize doğru dallarını uzatmış ağaca gözümü diktiğimi
görüp durumu anlıyor.
Moskova’nın
havası senelerdir hep aynı tarihte beni vuruyor.
Alerjik
bir durum benimkisi… En sonunda sanırım suçluyu yakaladım: Avludaki akağaçlar.
Benim
yakın vadedeki mutluluğum da bu sene alerjik dönemimi kazasız belasız, hasarsız
atlatmak olacak.
Bu yıl
Moskova’nın kışı bir tuhaftı.
Senelerdir
böyle tuhaf, alışılmışın dışında bir Moskova kışını yaşamadım.
Aldatıcı
bahar neredeyse iki ay önce geldi.
Nisan
başında artı 19 dereceyi görerek “erken bahar” yaşayan Moskova’da şemsiye sonra
tersine döndü. Kış, kar, fırtına, ayaz ve yağmurla birlikte geri döndü. Ara ara
soğuk yaptı; kar yağdı, eridi; sonra bir daha yağdı. Bu, bildiğimiz Moskova
havası değil. Ancak bazı seneler böyle oluyor.
Şu
sıra yaşanan hava daha çok nisan sonunun değil, mart ayının normallerine
benziyor.
Bahara “merhaba” demek Mayıs tatillerine kadar mümkün
olamayacak mı nedir?
Vladimir
İvanoviç’le pencereden dışarı bakarken bir saatin içinde önce yağmur yağdı,
sonra doluya döndü, arkasından lapa lapa kar yağmaya başladı. O da bitti güneş
çıktı.
Birbirinden
farklı bu kadar çok doğa olayını arkası arkasına, bir arada yaşayınca şaşırdık
kaldık.
Ah, bir
de binaların arasından gökkuşağı kendisini gösterseydi?
Ağaçlar
da şaşırdı. Yapraklarını açmak ya da açmamak konusunda kararsızlıkları var.
Günlerdir
benim hem dostum, hem de düşmanım olan penceremizin önündeki akağacı
(Клён - Lat. Ácer, İng. Hard Maple, Rusça американский клён) gözlüyorum.
Dostum
diyorum, zira çok güzel bir ağaç, bütün bir yaz gölgesiyle bizi serinletiyor.
Düşmanım diyorum,- aslında demek istemiyorum; ancak baharda benim üzerimde
korkunç bir alerjik etkisi var: Burnum, ağzım, gözlerim, kulağım, her yanım
kapanıyor.
Hemen
her sene Nisan ortasından Mayıs Bayramları sonuna kadar, neredeyse bir ay
sümüklü sümüklü, aksırıp tıksırarak dolaşıyorum.
Dün
Moskova yine yağışlıydı; bütün gece sabaha kadar uykumun arasında yağmur
damlalarının tıpır tıpır seslerini dinledim.
Yarın
sabah belki pencereden baktığımda beni bir sürpriz bekliyor olacak: Akağaç,
artık karar verip yapraklarını açmaya başlayacak.
Evet,
bir gecede… İşte, doğanın hoş sürprizleri… Bir gecede çok şey değişebiliyor.
İzlemeye
devam. Akağacın yaprakları önümüzdeki günlerde iyice kendisini gösterecek; o
hayranı olduğum yemyeşil kılığına bürünecek.
Ben de
deneyimli ve hazırlıklıyım. Anti-alerjik ve bağışıklık güçlendirici ilaçlarım
yedeğimde.
Aman
Akağaç, n’olur,.. Yalvarırım sana bu sene beni çok hırpalama!
Mayıs
Bayramlarının sonuna kadar hasarsız atlatırsam bu da benim mutluluğum olacak.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder