Tuğba
Bolat
Kaynak:
https://tr.sputniknews.com/
Rusya
ve dünyanın gidişatını değiştiren ve bu yıl 100. yıldönümü olan Şubat ve Ekim
Devrimi'ni ünlü tarihçi Prof. Dr. İlber Ortaylı, Okan Üniversitesi Rusça
Mütercim Tercümanlık Anabilim Dalı Başkanı Yard. Doç. Hülya Pekdemir Arslan ve
şair Prof. Dr. Ataol Behramoğlu'na sorduk.
Ortaylı,
"Rusya, Bolşevizm'le yeniden dirildi" dedi.
Çar 2. Nikolay yönetimindeki Rusya İmparatorluğu, 1. Dünya
Savaşı'na katılmasının ardından yaşadığı başarısızlıklarla ülke içindeki
ekonomik sorunlar derinleşmeye başladı.
Gıda sıkıntısının yaşandığı ülkede
Jülyen takvimine göre 23 Şubat'ta (8 Mart) Petrograd'da gıda dağıtımının
düzenlenmesinin talep edildiği bir gösteri gerçekleştirildi ve onbinlerce kişi
bu gösteriye destek verdi. Gün geçtikçe alevlenen gösterilere, daha sonra Pavlovskiy
Alayı'na bağlı bir kısım asker de katıldı ve 27 Şubat'ta (12 Mart) katılımcı
işçi ve erlerin genelkurmay başkanlığını basmaları ve silahlanmalarının
ardından şehrin önemli noktaları ele geçirildi. Çar 2. Nikolay ise bu
gelişmeler karşısında tahtını bıraktığını ve Duma'nın feshini açıkladı. Bu
dönemde kurulan Geçici Hükümet ise 25 Ekim'de (7 Kasım) Bolşeviklerin Kışlık
Sarayı basarak yönetimi ele geçirdiği Ekim Devrimi ile son buldu.
Rusya'da
yönetim artık Vladimir Lenin önderliğindeki Bolşeviklere aitti.
Prof.
Dr. İlber Ortaylı Rusya'yı devrime götüren süreci, devrimlerle birlikte 1.
Dünya Savaşı'nın gidişatının nasıl olduğunu ve o dönemde Osmanlı-Rusya
ilişkilerinin nasıl etkilendiğini Sputnik'e anlattı.
93 Harbi'nden (1878) sonra Rusya'ya Kars, Ardahan, Batum,
Doğu Bayazıt ve Artvin'i Rusya'ya vermek zorunda kalan ve daha fazla toprak
kaybetme endişesi yaşayan Osmanlı
1. Dünya Savaşı'na Rusya'nın yanında girmek
istemedi.
Osmanlı İmparatorluğu büyük devletler içerisinde şuurlu
olarak harbe girmek istemeyen tek devlet olduğunu belirten Ortaylı, savaşın ilk
yıllarında ikili ilişkileri şöyle anlattı: "Zaten Osmanlı 1911'den beri
savaş içindeydi. Bu arada Balkan Savaşı gibi bir yenilgi yaşadı. Ordunun itibarı
da sarsılmıştı içte ve dışta. Alman Genelkurmayı kısmen Türkleri çok tutardı,
tanırlardı, Avusturyalı askerler de… Fakat kısmen de Alman bahriyesi ve
diplomatları Osmanlı'yı istemiyorlardı bir harpte. Osmanlı da zaten o cepheyle
bir alakası yoktu, İngiltere ve Fransa'yı istiyordu. Fakat bunlar da itibar
etmediler; çünkü dediler ki bu eski cengâver değil. Rus General Sazanof'un da
idealleri vardı. Yani Boğazlar'ın kontrolünü, İstanbul'u istiyordu. Doğu'da
daha fazla toprak istiyordu. Bunların hayal olduğu bir zaman Rusya için
gerçektir. Nitekim Kont Sergey Vitte gibi akıllı bir devlet adamı bu gibi
deliliklerin şiddetle karşısındaydı. Ama İmparator 2. Nikolay çok zayıf bir
adamdı, bu açık bir şey. Ve sonunda Sazanov parlak bir diplomat olarak tabi ki
diplomasi tekniklerini bütün Rus diplomatları gibi biliyordu. Osmanlı
İmparatorluğu Talat Paşa'nın, hatta Kırım ziyareti sırasında Çar'dan ve
Sazanov'la görüşmelerde istediler ki biz tarafsız kalalım. Rusya, Sazanov bunu
istemedi. O yüzden Almanya'nın kucağında savaşa girmek zorunda kaldık, çünkü
açıkçası Rusya'nın talepleri hükümeti korkuttu. Bazı akıllı zabitler, yani
Mustafa Kemal Atatürk, Kazım Karabekir Paşa, Fevzi Çakmak Paşa, Esat Paşa
savaşa girmek hiç istemiyorlar, mümkünse geç girme taraftarı hepsi. Hükümetle
de bu konuda anlaşamıyorlar ve biz harbe girdik."
‘ÇANAKKALE
SAVUNMASI RUSYA İMPARATORLUĞU İÇİN SONUN BAŞLANGICIYDI'
Sonunda Çar ordusunun üç asker, bir tüfekle işe giriştiğini belirten Ortaylı, Rusya ordusunun kahraman ve dayanıklı bir orduya sahip olduğunu, ancak idaresinin kötü olduğunu vurguladı: "Çar Nikolay zayıf biriydi, etrafındaki genelkurmayı zayıftı, çok açık… Etrafta korrupt insanlar vardı. Osmanlı için de savaş iyi gitmedi, yani biz Sarıkamış cephesinde biraz fena olduk. Rusya orada biraz ilerleme kaydetti. Daha sonra Boğazlar'ın kapanılması, Gelibolu Savunması'nın beklenenden daha iyi sürmesi, büyük bir direnç göstermesi Türk askerlerinin… Bu savaşta durdurdu Türkler, Çanakkale savunmasında. Gelibolu düşmedi, düşmeyince bu Rusya için sonun başlangıcı oldu."
Sonunda Çar ordusunun üç asker, bir tüfekle işe giriştiğini belirten Ortaylı, Rusya ordusunun kahraman ve dayanıklı bir orduya sahip olduğunu, ancak idaresinin kötü olduğunu vurguladı: "Çar Nikolay zayıf biriydi, etrafındaki genelkurmayı zayıftı, çok açık… Etrafta korrupt insanlar vardı. Osmanlı için de savaş iyi gitmedi, yani biz Sarıkamış cephesinde biraz fena olduk. Rusya orada biraz ilerleme kaydetti. Daha sonra Boğazlar'ın kapanılması, Gelibolu Savunması'nın beklenenden daha iyi sürmesi, büyük bir direnç göstermesi Türk askerlerinin… Bu savaşta durdurdu Türkler, Çanakkale savunmasında. Gelibolu düşmedi, düşmeyince bu Rusya için sonun başlangıcı oldu."
‘BU
20. YÜZYILDA RUSYA İLE KARŞI KARŞIYA GELDİĞİMİZ TEK SAVAŞTI'
Ortaylı ayrıca "Bizim Rusya ile 20. yüzyılda karşı
karşıya geldiğimiz tek savaştır bu. 1918'te ve 1919'dadır tabi savaşlarımız.
18'le 19'un başında Adriyatik'teki Yunan adaları için Amiral Uçakov ve Türk
Amiral Kadir Bey müşterek donanma ile Fransızları tepelediler. Şimdi istiklal
savaşımız başlayınca Rusya bizim müttefikimizdi. Beraber çarpışmadık ama
müttefikimizdir" ifadelerini kullandı.
‘RUSYA'NIN
SAVAŞTAN ÇEKİLMEMESİ BÜYÜK BİR KUSURDU'
Ortaylı'ya göre, Çar 2. Nikolay yönetiminin savaştan
çekilmemesi Rusya yönetimi için büyük bir kusur oldu ve Şubat Devrimi'nde Çar
tahtı bırakmak zorunda kaldı: "Çar tahtı bıraktı ve Prens Lvov
başkanlığında bir kabine kuruldu. Kerenskiy orada Adalet Bakanı'ydı, sonra o
başbakan oldu. Rusya harpten çekilmedi, bu büyük bir kusur oldu. Tabi ilk
müttefikleri bunu istemezdi. Harpten çekilebilselerdi mesele yoktu, kalırdı
Rusya ayakta. Rusya'nın harbe girmesi de, çekilmemesi de hataydı."
‘BOLŞEVİKLER,
RUS HALKININ İSTEDİĞİ ŞEYİ VAAT ETTİ'
Ortaylı devrimlerin ardından yönetime gelen Bolşeviklerin
Rusya halkına istediği şeyi vaat ettiğini söyledi: "Sonunda da kasımda
Bolşevikler yönetime geldiler. Rus halkının istediği şeyi, yani barışı ve
ekmeği onlar vaat etti. Savaşta herkes yoksuldu, ama Rusya tamamen yoksuldu.
Savaşan devletlerin içinde en çok açlığa ve kıtlığa maruz kalanlar Ruslar ve
Türklerdi. Her yerde kıtlık vardı, Avusturya, Almanya'da… Fakat biz savaşmayı
biliyorduk, bütün mesele bu. Avusturya muvaffak olamıyordu Rusya karşısında mesela.
Donanımı daha iyi olmasına rağmen, fakat bu tabi bir şey değiştirmiyor, Rusya
mağlup olmaya mahkûmdu."
‘RUSYA,
BOLŞEVİZM'LE DİRİLDİ'
Sovyet yönetiminin ilk icraatlerinden biri 3 Mart 1918'deki
Brest-Litovsk Anlaşması ile savaştan çekilmeleri oldu.
Ortaylı Rusya, Almanya, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu,
Osmanlı ve Bulgaristan arasında imzalanan bu anlaşmaya da değindi:
"Sonunda da Bolşevikler Almanlarla anlaştılar. Onlar da katılıp müstakil
bir barış yaptılar. Bu müstakil barışla da birlikte Berlin Anlaşması ile
kaybettiğimiz Kars, Ardahan, Doğu Bayazıt bize verildi. Tabi ki Baltık
devletleri çıktı, Polonya çıktı ve tabi ki Moldova… Rusya'nın toparlanması,
geri kalanının toparlanması gene de Bolşevikler sayesinde mümkün oldu ve ortaya
diktatöryal bir federatif sistem çıktı.
Rusya imparatorluğu bitmişken,
Bolşevizm sayesinde dirildi, bir restorasyona gidildi. Bir federasyon ortaya
çıktı."
Bugün Rusya ile tamamen barış içinde olduğumuzu vurgulayan
Ortaylı "Uçak kriz dışında tekrar bir dönüşüm başladı. Bu da iki tarafın
lehine oldu. Bizim için normal olanı budur " dedi.
BEYAZ
RUSLAR VE İSTANBUL
Okan Üniversitesi Rusça Mütercim Tercümanlık Anabilim Dalı Başkanı Hülya Pekdemir Arslan, devrim sürecinin halk arasında nasıl bölünmelere yol açtığını, Beyaz Ruslar olarak anılan grubun nasıl bir yaşamla karşılaştığını ve İstanbul'a olan yolculuklarını anlattı.
Okan Üniversitesi Rusça Mütercim Tercümanlık Anabilim Dalı Başkanı Hülya Pekdemir Arslan, devrim sürecinin halk arasında nasıl bölünmelere yol açtığını, Beyaz Ruslar olarak anılan grubun nasıl bir yaşamla karşılaştığını ve İstanbul'a olan yolculuklarını anlattı.
Rusya'daki devrimleri büyük halk hareketleri olarak
nitelendirmenin doğru olacağını belirten Arslan, bir toplumda bu kadar büyük
başkaldırıların umut, beklenti ve yenilik arayışının olduğunun göstergesi
olduğunu belirtti. Rusya'nın bu aşamada çok köklü bir değişikliğe
hazırlandığını vurgulayan Arslan, toplumu ve toplum içindeki olayların da ikiye
ayırmanın doğru olacağını söyledi: " Bu değişikliklere umutla bakan bir
kitle var. Artık Çarlık'ın özellikle çökmekte olmakta olan bir ekonominin son
bulacağı, sınıfsız bir topluma geçileceği, herkesin daha iyi koşullarda
yaşayacağına inanan bir görüş var. Ama öbür tarafta da bir asilzade sınıfı var,
toprak sahipleri, çarlığın ya da Çarlık Rusyası'ndaki sosyal-ekonomik düzenin
üst tabakasını oluşturan bir kesim var. Tabi ki onlar bundan rahatsız.
Bundan öncesi ve sonrası da var tabi. Büyük bir devrim oluyor, büyük bir
imparatorluk sona eriyor.
Dünyada başka bir örneği olmayan yeni bir düzen
kuruluyor. Çok uzun bir süreç bu. Kanlı olaylara da sahne oluyor tabi. Çok
acılı olaylara sahne oluyor hem maddi hem manevi açıdan…"
‘AYDIN
SINIF DEVRİMİ VE HAREKETLERİ SELAMLADI'
Arslan, genel anlamda bakıldığında aydın sınıfın devrimi ve
toplumdaki bu hareketleri selamladığını söylemek yanlış olmayacağını, ancak
daha sonradan bu aydınların içinden beklediklerinin bu olmadığını söyleyenlerin
de çıkacağını vurguladı:
"Devrimin ilk oluşum aşamasında ve devrimin ilk
yıllarında, 1917 başları ve 1920-23'e kadar olan süreçte aydın sınıfın içinden
bunu ciddi anlamda selamlayanlar da karşı çıkacak olanlar da var. Örneğin,
Mayakovski başta çok canlı bir devrim yanlısı ama daha sonradan uygulamaların
buna uygun olmadığını söyleyip bundan sıkıntı duyuyor. Onun gibi bir dolu aydın
ve yazar var tabi ki. Ama asıl devrimden rahatsızlık duyan, imparatorluk
düzeninin yıkılmasından sıkıntı duyan kesim, toprak sahipleri, asilzade sınıfı,
yani üretmeden toplumun belirli bir kesimi üzerinden kendine gelir sağlayan,
rahat yaşamaya alışmış, saraylarda geniş bütçelerle yaşayan insanlar tabi ki
bundan çok rahatsız. Gene edebiyattan örnek verelim. Bulgakov'un eserlerine
bakacak olursak, gene Moskova'da üst tabakadan insanların 5-6 odalı evlerini
daha sonra halktan insanlarla paylaşacak olması onları rahatsız ediyor. Bu çok
basit bir örnek gibi görülebilir ama çok derin bir yara. Bunlar kendilerininken
neden halkla paylaşmaları gerekiyor bunu anlayamıyorlar. Öbür taraftan da o
evleri paylaşacak olanlar, kendilerine artık bir çatı edinecek olanlar tabi ki
buna seviniyor."
‘BEYAZ
ORDU, KIZIL ORDU İLE MÜCADELE İÇERİSİNDE'
"Bu arada Çar'ın ordusu, Beyaz Ordu, bir şekilde
mevcut düzeni sağlamak için, devrim taraflarının oluşturduğu Kızıl Ordu ile bir
mücadele içerisinde" diyen Arslan, ülkenin üst sınıfı Beyaz Ruslar'ın
Türkiye'ye geliş nedenini de açıkladı: "Moskova'dan başlayan mücadele daha
sonra kanlı çarpışmalara, iş savaşa yol açıyor. Bölgelere de Kızıl Ordu geldiğinde
halk da devrim taraftarı olup kızıllaşıyor. Beyaz Ordu gelip onlar egemen
haldeyse Çarlık'tan yana tavır alıyor. Çünkü onların, özellikle de küçük
şehirlerde ve daha merkezden uzak bölgelerde insanların çok fazla söz söyleme
hakkı yok. Güç kimin elindeyse onlar da o tarafa geçiyor gibi görünüyorlar. Bu
arada tabi bundan rahatsız olan asilzade sınıfı bir şekilde kendi
coğrafyalarından kaçmayı düşünüyor. Yani Beyaz Ordu geri çekildikçe, yenildikçe
kendilerinin maddi kayıplarının yanı sıra canlarını da kurtarmak için bir kaçış
içerisinde oluyorlar. O noktada da İstanbul'a doğru bir hareket başlıyor."
‘İSTANBUL'DA
UMUDU YAŞATMA ARAYIŞI'
Ekim Devrimi'nden sonra üst sınıfı oluşturan Beyaz Ruslar,
ülkenin Karadeniz kıyılarından kalkan gemilerle ülkeyi terk etmek istedi.
İstanbul da Beyaz Ruslar'a kucak açan yerler arasındaydı. Net rakam bilinmese
de, kaynaklara göre 80 bini sivil, 70 bini Beyaz Ordu Generali Pyotr Vrangel'in
komutasındaki askerler olmak üzere, Rusya'dan Türkiye'ye ortalama 150 bin
kişi geldi.
‘İstanbul'da umudu yaşatmaya devam etme ve İstanbul
üzerinden kaçış' olarak tanımladığı göçün 1918'den itibaren başladığını
kaydeden Arslan, İstanbul tercihinin yakınlığından kaynaklı olmadığını ifade
etti:
"Orada ilk hedef kaçmaktı, Karadeniz'den Rusya'nın
kıyılarından gemilere atlayıp yanlarına alabildikleri ne varsa ve ne kadar da
aile fertlerini yanlarına alabilirlerse o gemilere bindiklerini; bel
kemerlerini, altın paralarını sakladıklarını biliyoruz. Ancak geminin nereye
gideceğini çok da biliyorlar mıydı, İstanbul kendi tercihleri miydi ondan çok
emin değilim. Çünkü ilk gemiler İstanbul'a geldiği zaman, İstanbul da işgal
altında bu dönemde. Gemilerin kıyıya yaklaşmasına izin verilmiyor, onlar da
zaten nerede olduklarından çok emin değiller. Geminin içindeki itiş kakış
insanlar… Sonuçta bir kısım Karaköy tarafından, bir kısım Tarabya tarafından
İstanbul'a çıkıyor."
‘İSTANBUL
İLK KEZ BÖYLE BİR KİTLE İLE KARŞILAŞIYOR'
Arslan, generaller, saraya yakın çevreler, sarayın ya da
çarın üst rütbeli çalışanları olan siviller ve General Vrangel'in başında
olduğu askerlerden oluşan bu grubun geldikleri zaman düşündükleri tek şeyin her
şeyin geçeceği ve bir zaman sonra tekrar yurda dönme umudu olduğunun altını
çizdi: "Bu Ruslar açısından görülen kısmı. İstanbul da işgâl altında.
Yabancılar çoğunlukla Pera tarafında, bugün Beyoğlu kısımda yaşıyorlar.
İstanbul o zaman da çok göç alıyor, ama ilk defa böyle bir göçmen kitlesi ile
karşılaşılıyor. Aradaki fark ise savaştan kaçıyorlar, canlarını kurtarmak için
kaçıyorlar oradan ama umut dolu, bir bezginlik yok. Biz burada hayatımızı
değiştirip idame ettireceğiz ve tekrar yurdumuza döneceğiz inancıyla
geliyorlar."
ÇİÇEK
PASAJI'NA İSMİNİ VEREN BEYAZ RUSLAR…
Ruslar, savaştan kaçıp sığındıkları İstanbul'a kendi
renklerini kattılar. Sözgelimi bir dönemin ünlü Maksim Gazinosu, Rusya'dan
gelen Fyodor Tomas'a aittir. Ünlü vodka Smirnoff da, Moskova'dan sonra ilk kez
markanın sahibi Vladimir Smirnov'un savaştan sonra geldiği İstanbul'da
üretilmeye başlandı.
Arslan, Rusların İstanbul'a kattıklarını da şöyle anlattı:
"Çok enteresan bir şekilde de kendi alıştıkları düzende, daha doğrusu
kendi bildiklerini bir şekilde uygulamaya çalışarak, rütbelerinden,
ihtişamlarından sıyrılarak bir şeyler yapmaya başlıyorlar. İstanbul da bunları
çok içten karşılıyor açıkçası. Örneğin bir ‘haroşo' modeli dolaşıyor kadınlar
arasında.
‘Haroşo olmak' gibi bir deyim yerleşiyor. Bu da saçını kısa kestirmek
anlamına geliyor. Çünkü o zaman gemilerden inen Rus hanımların çoğu saçını
kestiriyor. Çünkü bunlar bulabildikleri pansiyonlarda, yurtlarda yaşayan
kadınlar hijyen için saçlarını kısa kestiriyorlar. Ama onların endamları,
yürüyüşleri, vücut dilleri Türk kadınında bir etki yaratıyor ve onlar da
‘haroşo' modasına uymak için saçlarını kestiriyorlar. Bu kadınlar gene para
kazanmak amacıyla çiçek satmaya başlıyorlar ve bu kadınların çoğu yabancıların
sıklıkla gidip geldiği bugün Çiçek Pasajı diye bildiğimiz yerde olduğu için orası
Çiçek Pasajı olarak anılmaya başlanıyor."
‘KÜLTÜREL
VE SOSYAL YAŞAM TAM ANLAMIYLA DEĞİŞİYOR'
Arslan, Beyaz Ruslar'ın gelmesinden sonra İstanbul'da
kültürel ve sosyal yaşamın tam anlamıyla değiştiğini ifade etti: "O
zamana kadar bizim bildiğimiz ya da Türk kültüründe insanımızın bir yerde
oturalım dediği yerler muhallebiliciler. Ruslarla beraber pastane kavramı
gelişiyor, kendi arkadaşlarıyla oturup sohbet ettikleri pastaneleri buraya
getiriyorlar. Beyoğlu'nda bir dolu pastaneler açılıyor. Bunlardan bir tanesi
Petrograd Pastanesi. Hem de ilk defa İstanbul'da 24 saat çalışan bir pastane
oluyor böylece. Hanımlar da eve geç gelen beylerine ‘burası Petrograd Pastanesi
mi?' diye sitem ediyorlar. Her şeyin bir saati var, geç kaldın anlamında… Böyle
deyimler türüyor. Petrograd Pastanesi'nde dönemin bir dolu Türk edebiyatçısı,
sanat insanı buluşuyor. Hayatımıza böyle köklü yenilikler girmiş oluyor."
‘İSTANBUL
KABARE İLE TANIŞIYOR'
Arslan, İstanbul'un Ruslarla birlikte kabare ile
tanıştığını söyledi: "Gelenlerin çoğu belki general, asilzade ama iyi
müzik eğitimi aldıkları için hepsi ya bir enstrüman çalıyor, ya şarkı söylüyor.
İçlerinde sanatçılar da var. Güç birliğiyle kabareler açıyorlar. Canlı
müziklerle gelen konukları eğlendiriyorlar. Bu tip etkinlikler, mekânlar,
eğlenme alışkanlığı Ruslarla beraber giriyor hayatımıza."
‘HASTANELER,
ECZANELER AÇIYORLAR'
Osmanlı'dan gelip geçen Rus sayısının 200 bini bulduğunu düşündüğünü
kaydeden Arslan " Ruslar ayrıca o dönemde 5 tane hastane açıyorlar kendi
insanları için. 11 tane ilk yardım birimi açılıyor, 11 doğum evi, 7 dişçi, 4
tane eczane açılıyor. Bunlardan İstiklâl Caddesi'nin baş kısımlarındaki
eczanelerden biri, İstanbul'un ilk bu kadar büyük ve kapsamlı eczanesi. 80 aş
evi açılıyor, 6-12 yaş grubu için okul açılıyor. Yani bir hayli kısa sürede
burada örgütleniyor Beyaz Ruslar. Ama onun yanı sıra hayatlarını idame
ettirebilmek için kültür ve sosyal hayatımızı etkileyecek gelişmeler onlar
sayesinde oluyor."
‘BİZ
ONLARDAN, ONLAR BİZDEN BİR ŞEYLER ALIYOR'
Gelenlerin içinde ünlü ressamların da olduğunu belirten
Arslan şu ifadeleri kullandı: " İlk resim sergisi Mayak'ta açılıyor, yine
İstiklâl'de, Beyoğlu'na açılan sokaklardan birinde. Bunlar hem sergi açıyorlar
hem de Beyaz Ruslar'ın içerisindeki ressamlar örgütlenip kendi içlerinde bir
birlik kuruyorlar. Sürekli üretiyorlar. Daha sonra onlardan Fransa'ya gidenler,
kendi sanatlarına etki etmiş İstanbul ve Bizans nüanslarıyla ünleniyorlar.
Aslında onlar da bizden bir şeyler alıyorlar. Birçok Rusça gazete çıkmaya
başlıyor. Novoye Vremya, Novıy Vek, Naşi Dni, Russkaya Valna gibi… Böylelikle
hem birbirlerinden haber alıyorlar hem de dünyadan haberler veriyorlar buradaki
Ruslara. Sonra 1921'de Kültür isimli bir kitapçı açılıyor. Bir zaman sonra bu
kitapçı minik bir kütüphaneye dönüşüyor. Ruslar buradan kitap alıyor, kitap
veriyor, oraya gidiyor ve kendi içlerinde yine bir sosyal yapılaşma
gerçekleşiyor. Sonra Posta Sokak'ta bir gazete kiosku (büfe) açılıyor. Yani
önce gazeteler basılmaya başlanıyor. Sonra kendi kiosklarını oluşturuyorlar.
Bütün bunları araştırdığımızda, o insanların anılarına, yazdıklarına
ulaştığımız zaman hep ‘Bir gün' nüansı var. O bir gün gelecek ve ülkelerine
döneceklerini düşünüyorlar. Malesef o bir gün hiç gelmiyor, hiçbiri dönmüyor
ama bütün bunlar o bir günün umuduyla… Ama belki de İstanbul'un da onlara çok
iyi kucak açmasıyla çok hoş ürünler, çok hoş etkiler çıkıyor ortaya. O dönem
Stella adında bir Rus restoranı açılıyor. Orada borş çorbası içmek önemli, orta
bütçeli bir restoran. Zengin olanlar daha bütçesi yüksek Ermitaj restoranına
gidiyor. Moskovit restoranı açılıyor. Hepsi Beyoğlu'nda. Ama bir tanesi
restoran açıyor, öbür tarafta da restoranın vestiyerinde Beyaz Ordu'nun
generallerinden biri çalışıyor. Birbirlerine de böyle bir iş ortamı
geliştiriyorlar."
‘TÜRK
VATANDAŞLIĞINA GEÇİYORLAR'
Arslan, ‘Gelenlerin tamamı burada mı kalıyor, yoksa bir
kısmı başka ülkelere de gidiyor mu?' sorusunu da şöyle yanıtladı:
Bunların burada kalan kısmı çok az. Vrangel'in başında
olduğu Beyaz Ordu Gelibolu'ya yerleşiyor. Siviller Taksim, Tarlabaşı, Tünel,
Galata, yani Beyoğlu'nda yaşıyor. Her şey güzel gidiyor. Fakat bu arada siyasi
çerçeveye bakarsak Türkiye Cumhuriyeti kuruluyor. Atatürk döneminde, Sovyetler
Birliği'nin bize yaptığı yardımları biliyoruz özellikle Kurtuluş Savaşı
döneminde, bizi maddi ve manevi anlamda destekliyorlar. Hal böyleyken bir zaman
sonra Sovyet hükümeti, Beyaz Ordu'dan kalan bu insanların bu kadar yakınlarında
olmasından biraz rahatsızlık duyuyor. Siyasi bir takım gelişmeler sonucunda
bizim kültürel anlamda çok beslendiğimiz bu değerli insanları da Atatürk'ün
birazcık da hoşgörüsü, iyi niyeti ve öngörüsüyle, onları da çok fazla kırmadan
bir çözüm bulunuyor ve çıkan soyadı kanunu ile beraber bu insanlara ‘Türk
soyadı alın, Türk vatandaşlığına geçin' deniyor. Vatandaşlığa geçmeyi kabul
edenler kalıyor, etmeyenler gidiyor. Büyük bir kısmı da gidiyor, o dönemde
bunlara Fransa, ABD ve Arjantin vize veriyor ve kitleler halinde İstanbul'u
terk ediyorlar, ama bunların içinde kalanlar da var."
‘İLK
BALE OKULU AÇILIYOR'
Kalanlardan birinin 24 yaşında İstanbul'a gelen Bolşoy
Tiyatrosu'nda balerin olan Lidya Arzumanova olduğunu belirten Arslan
"İstanbul'da da geldiğinde piyano çalmaya, bale yapmaya çalışıyor, bale
okulu açmaya çalışıyor. Sonunda da onun hikâyesi Ankara'da Devlet
Konservatuvarının kuruluşuna kadar gidiyor. Arzumanova, İstanbul'daki ilk bale
okulunu açıyor. İlk konservatuvarın açılmasında da ciddi emekleri olmuş çok
değerli bir insan" ifadelerini kullandı.
DEVRİMLER
VE RUS EDEBİYATI
Mihail
Lomonosov, Fyodor Dostoyevski, Mihail Bulgakov, Vladimir Mayakovski gibi
isimlerin yurdu olan Rusya'yı ve Rus tarihini edebiyat olmadan düşünmek mümkün
değil. Devrim sürecinin, Rus toplumunun tarih boyunca kendisini en iyi aktarım
yolu olan edebiyat üzerinde yol açtığı etkileri, yönelimleri ve öne çıkan
isimleri şair, çevirmen ve İstanbul Aydın Üniversitesi Rusça Mütercim
Tercümanlık Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Ataol Behramoğlu'na sorduk.
"Rus edebiyatı, Rus sanatı ve devrim denildiğinde
genellikle, Ekim Devrimi süreçlerinde biraz öncesi ve sonrasında Rus edebiyatı
ile toplumdaki devrimci hareketler, oluşumlar arasındaki ilişkiler
düşünülür" diyen Behramoğlu şöyle devam etti:
"Devrim ve edebiyat denildiğinde çok dolaysız ve
birden olan bir oluşumu değil de, bir süreci düşünmek gerekir. Rus edebiyatı ve
sanatında devrimi çok boyutlu düşünmeliyiz. Klasik Rus edebiyatında pek çok
değerli yazar, hem toplumsal anlamda devrimci hem de yapıtlarında hem o yapıtın
içeriği hem de biçim, sunum, kurgu ile ilgili özellikler bakımından devrimcidirler.
Bütün büyük şairler, yazarlar genellikle böyledir. Yani bir önceki dönemin
tekrarını yapan sanatçı, önemli ve değerli bir sanatçı olabilir ama bir devrim
sanatçısı denemez ona."
‘GORKİ'NİN
HİKÂYELERİ TOPLUMDA DEVRİM ENERJİSİ BİRİKTİĞİNİ GÖSTERİR'
Rus edebiyatında Ekim Devrimi ve öncesindeki süreci ele
aldığımızda Maksim Gorki'nin adıyla başlanması gerektiğini vurgulayan
Behramoğlu "Onun 19. yüzyılın sonlarında yayınladığı ilk hikâyeleri,
gerçekten de Rus toplumuna bir devrim enerjisinin biriktiğini gösterir.
Modernizm kavramı üzerinde de durmamız gerekir. Fütüristler, imgeciler gibi
şairleri de düşünmek gerek… Maleviç gibi bir ressam ya da sahneye koyucu olarak
Meyerhold, şair olarak Mayakovski, Ekim Devrimi'nden önce de devrimci bir çizgi
içinde olmuşlardır" ifadelerini kullandı.
‘EKİM
DEVRİMİ'NDEN SONRA HALKTAN SANATÇILAR DOĞDU'
Ekim Devrimi'nin tüm Rusya toplumunu çok etkilediğini
belirten Behramoğlu, bu etkinin sanatı ve edebiyatı ve kültürü de kapsadığını
kaydetti: "Özellikle de halk insanları içinden yazar ve sanatçılar doğdu.
19. yüzyıl Rus sanatına ve edebiyatında daha çok aristokrat çevrelere ait
olduğunu görürüz. Orta tabakalardan küçük bir esnaf çocuğu olarak Çehov
çıkmıştır. Gorki bir işçi çocuğudur. Genellikle 19. yüzyıldaki yazar ve
sanatçılar, toprak sahibi, zengin ailelerin çocuklarıdırlar. Ekim Devrimi ile
birlikte, devrim süreçlerinde Şolohov, daha sonraki yıllarda Ostrovski, Gladkov
gibi yazarlar çıktı. Yani devrim ve edebiyat olgusunu ikili bir açıdan düşünmek
lazım. Doğrudan devrim hareketini konu alan yazar ve şairler vardır. Mayakovski,
Demyan Bednıy gibi şairler, Durgun Don'un yazarı Şolohov gibi…
Bir de doğrudan
devrimci denilmesi doğru olmayan, ama yapıtları gereği devrimci yazarlar
vardır. Örneğin Zamyatin, onu devrimci bir yazar saymamız gerekir. Pasternak'ı…
Sonuç olarak Rus edebiyatını, kültürünü düşündüğümüz zaman özellikle de 19.
yüzyıl sonlarını ve 20. yüzyılın ilk çeyreğindeki süreçlerde devrimci oluşumlar
ve edebiyat arasında çok yakın ilişkiler vardır."
‘EDEBİYAT
DÖNEMİ YANSITIR'
Behramoğlu, ‘devrim sürecinde edebiyat kullanıldı mı?'
sorusunu da şöyle yanıtladı: "Yer yer evet. Örneğin; Gorki'nin Ana romanı,
bir ajitasyon yapıtı olarak düşünülmüştür. Demyan Bednıy'in şiirleri… Ancak
bunun edebiyatın kullanılması olarak düşünülmemesi lazım, edebiyat yansıtır.
Dönemin yansımasıdır, tabi ki etkileri de olmuştur okuyan insanlar
üzerinde."
Behramoğlu ‘Devrimi eleştiren yazar ve şairler kimlerdir?'
sorusunu da "Eleştiriler biraz daha sonradır, 1930'lu yıllarda ciddi
eleştiriler başlamıştır. Aslında Mayakovski de bile görülür bu. Örneğin
Tahtakurusu oyununda… Bazı şiirlerinde de görülür bürokrasiye yönelik ciddi
eleştiriler. Leonid Andreyev'in, Bunin'in eserlerinde bunu görürüz. 1930-40'lı
yıllar edebiyatında görülür. Genel anlamda da tabi ki devrime yönelik
eleştiriler de hep olmuştur" yanıtını verdi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder