Nedim
Gürsel- Hürriyet
Dünya edebiyatının dâhi yazarı Nikolay Gogol, kara mizahla
ördüğü Palto, Burun gibi eserlerinden sonra Nikitsiy Bulvarı’ndaki bir evde
inzivaya çekilmişti. Yazmayı bırakmıştı. 42 yaşında hayata veda etmeden St.
Petersburg’da olduğu gibi Moskova’da da pek çok iz bırakmıştı.
Moskova’da, Arbatskaya metro istasyonundan çıkar çıkmaz gördüm
Gogol’ü. Elinde kalın bir kitap, tunç paltosuna sarılmış birini bekler gibiydi.
Hayatına hiçbir kadın girmediğine göre bir sevgili olamazdı beklediği. Gerçi
Baden Baden’de tanıştığı, daha sonraları Roma’da ve Nice’de yakın dostluk
kurduğu Aleksandra Smirnov’un cazibesinden etkilenmiş, belki aralarında
duygusal bir bağ da oluşmuş ama şeytanın iğvasına hiç kapılmamıştı. Hem
şeytan ne Tanrı katındaydı ne de cehennemin dibinde. Çevresinde pervane gibi
dönüp duran, iştahla yediği zengin sofralarından ya da kaldığı han odalarından
eksik olmayan kadınların içindeydi şeytan. Şuh kahkahalarında, boyalı
dudaklarında, dans ederken savrulan rengârenk eteklerindeydi. Bu nedenle
onlarla arasına gerekli mesafeyi koymuş, tensel hazzı tanımamış, tatmamıştı.
Kontes Vielgorskiy’e yaptığı evlilik önerisi kocalık görevini yerine getirmeye
hazır bir damat adayından çok, içine kapalı, yalnız, dünyadan el ayak çekmek
isteyen bir yazarın özlemini dile getiriyordu. “Ruhların birlikteliği”ni
öngörse de kabul edilmeyeceği besbelliydi.
ACIDAN
ÇIKAN DERS
Kardeşi gibi sevdiği, ölümcül hastalığında anne şefkatiyle
baktığı Prens Vielgorskiy’e gelince; 23 yaşındaki bu genç adamla yakınlığı da
bir tuhaftı. Aşk olarak da nitelendirilebilecek derin bir bağ vardı aralarında
ama tıpkı Bayan Smirnov’la olduğu gibi onunlayken de meleklerin çağrısı tenin
çağrısından önce geliyordu. Hem yurdundan ve topraklarından uzak, Roma’da ölüp
gitmişti prens. Gogol’e hiçlik duygusunu, Yüce Varlık’ın dışında hiçbir şeyin
önem taşımadığını öğreten de belki bu erken ölüm olmuş, Vielgorskiy’i yaban
ellerde toprağa verdikten sonra yollara düşmüştü.
Gogol’ün Arbatskaya metrosunun çıkışında, böyle tunç
paltosuna sarılmış elinde kitapla beklediği kız kardeşleri de olamazdı. Onları
Sen Petersburg’da bir yatılı okula yerleştirerek yakından ilgilenmemişti.
Evlilikleriyle de. Hep uzaklarda bir yerlerdeydi çünkü. Cenevre’de değilse
Viyana’da, Berlin’de ya da Marsilya’daydı.
DELİCE
YA DA DÂHİCE BİR SORU
Dostlarını, kardeşlerini mektuplarda öğüt yağmuruna tutmuş,
dinsel ahlaktan sapmamaları için uyarmıştı. Annesiyle ilişkisi, babasını küçük
yaşta kaybettiğinden olmalı, daha derin, çok daha duygusal ve o ölçüde
anlaşılmazdı. Ama her defasında onu da atlatmış, buluşmalarını sürekli
ertelemiş, bu uğurda yalan söylemekten çekinmemişti. Kurnaz bir Ukrayna köylüsü
gibi davranmıştı ona. Yine de bildik ana-oğul ilişkisinin ötesinde, saygı ve
sevgiden çok öfkeden, karşılıklı yakınmalardan kaynaklanan bir bağ vardı
aralarında. Hatta diyebilirim ki; Maria Ivanovna, pek sık görüşmeseler de
yazarın hayatındaki tek kadındı. Rusya’dan, yakın çevresinden ve evlerinde
yiyip içtiği dostlarından uzak, kendini çok yalnız ve terk edilmiş hissettiği
bir dönemde, mektuplarında dışa vuramadığı sevgisini, daha doğrusu şefkat
beklentisini ‘Bir Delinin Günlüğü’nde Poprişin’in ağzından şöyle seslenerek
iletmişti annesine:“Ah anneciğim! Kurtar talihsiz oğlunu! Acı çeken başına bir
damla gözyaşı akıt.
Bak nasıl işkence ediyorlar ona. Zavallı öksüzünü bağrına
bas! Ona bu dünyada yer yok. Kovuyorlar her yerden. Anneciğim hasta oğluna
acı!” Ve bu yakınışın ardından ancak bir yazarın dehası ya da deliliğiyle
açıklanabilecek şu müthiş cümle: “Sahi, Cezayir Beyi’nin tam da burnunun
altında bir et beni olduğunu biliyor musunuz?” Gogol’ün tüm özgünlüğü öyküyü
noktalayan bu cümlede gizli bence. Ondan başka kimin aklına gelebilirdi böyle
bir soru, bu denli şaşırtıcı bir son? Bu tüp sapmaların, “İşte benzersiz
Gogol!” dedirten cümlelerin yalnızca ‘Bir Delinin Günlüğü’nde değil, tüm
yapıtlarında, özellikle de Ölü Canlar’da karşımıza çıktığını düşündüm. Valinin
evindeki balo sahnesinde yazarın kalabalığı betimlerken erkeklerin siyah
fraklarından kelle şekerleri kıran yaşlı hizmetçi kadına, oradan da şekerlerin
üzerine üşüşen sineklere geçişi ya da geceleyin kasabada tüm ışıklar söndükten
sonra tek aydınlık pencerenin karşısında yeni aldığı çizmeleri deneyen ve bir
daha anlatıda sözü geçmeyen teğmen geldi aklıma. Çiçikov’un indiği
hanlardanbirinin altındaki dükkânın vitrininde, kırmızı bakır semaverin yanında
duran hancının yüzü de öylesine kırmızıdır ki, katran gibi sakalı olmasa,
uzaktan bakan biri vitrinde iki semaver olduğunu sanabilir. Ve yine Çiçikov’un
briçka’sı “pazar günü sarhoş garnizon erlerinin eski üniformaları” rengindeki
göğün altında uzayıp giden yollarda tozu dumana katarken bir köylü tarlada
bulduğu kalası yorulmak bilmez bir karınca gibi izbesine taşır, yalnızca
mujikler değil, rehavet içinde evler de esner. Çiçikov’u karşılayan salatalık
yüzlü kadınla Akrayna kabağı gibi geniş, yuvarlak erkek suratı, yazarın bir
kalem dokunuşuyla iki telli balalaykaya dönüşüverir. Ve Çiçikov’un bırakıp o balalaykayı
çalan çapkın delikanlıyı anlatmaya koyulur yazar.
STALİN
HUZUR VERMEDİ
Peki Gogol böyle dimdik ayakta kimi bekliyordu dersiniz?
Sorumun yersizliğini bilsem de onun dünyasına girmek, kahramanlarıyla tanışmak,
bir ölçüde trajik alınyazısını paylaşıp “empati” kurabilmek için açık kapı
bulmak zorundaydım. Ne var ki pek kolay değildi bu. Ben Gogol’ü merak edip
sıradışı davranışlarını anlamaya, hayatından ve “nev-i şahsına münhasır”
kişiliğinden yola çıkarak yapıtını çözümlemeye kalkıştıkça işler karışıyordu.
Niejine Lisesi’nde yatılı okurken sınıf arkadaşları “esrarengiz cüce” lakabını
boşuna takmamışlardı ona. Kuşkusuz o yıllarda ufak tefek, çelimsiz bir
yeniyetmeydi, karşımdaki heykel gibi heybetli bir yazar değil. Kişiliğine
gerçekten yakışan, ruhunun karmaşasını olağanüstü bir sanat dehasıyla dışa
vuran, adaşı Nikolay Andreyev’in elinden çıkma öteki heykelinin Stalin’in
buyruğuyla Preçhistenki Bulvarı’ndan kaldırılıp önce Donskiy Manastırı’na,
sonra da buradan az ileride, hayatının son yıllarında konuk olduğu Kont
Aleksandr Petroviç Tolstoy’un sarı badanalı, iki katlı eski evinin bahçesine
konulduğunu biliyordum. Az sonra gidip görecektim bu heykeli de, kaidesini
çepeçevre saran kabartmalarda Sen Petersburg Öyküleri’nin Ölü Canlar’ın,
Mirgorod’un kahramanlarıyla tanışacaktım. Ve o ücra taşra kasabasında birtakım
beklenmedik olaylara yol açan, kendisi de başlı başına bir olayolan
Hlestikov’la. Nam-ı diğer “Müfettiş”le. Gogol burada onları bekliyordu. Sanki
birazdan gelip saracaklar çevresini. Sonra karşı kaldırıma geçip Nikitsiy
Bulvarı’ndaki eve doğru yönelecekler.
Bahçeden yürüyüp öbür heykelin kaidesini saracaklar bu kez
de. Ve yaratıcılarının taht misali oturduğu kaya parçasının altındaki
kabartmada yerlerini alacaklar.
YAZMAYI
NEDEN BIRAKTI
Gogol tam da metronun çıkışında, elinde bir buket çiçek
yerine bir kitap tutsa da, bir sevgiliyi bekler gibi bekliyordu onları. Ortadan
kesin bir çizgiyle ayrılmış uzun saçları, cin bakışları, neredeyse dudaklarına
değecek kadar uzun ve sivri burnuyla tunca dönüşmüş, öylece donup kalmıştı.
Yıllarca hayal gücüyle besleyip büyüttüğü, Yüce Tanrı’dan geldiğini sandığı
esinle ruhlarına üflediği kahramanlar belki bir çözüm bulabilirlerdi
hastalığına. 42 yaşında ölümüne yol açan, doktorların teşhis koyamadığı derdine
derman olabilirlerdi. Onlardan başka kimi kimsesi yoktu şu dünyada. Annesi
uzakta, kızkardeşleri kocadaydı. Dostlarıysa kendi havalarında. Onu atlatmaya,
dahası evlerinde ağırlarken surat asmaya başlamışlardı.
Evet, içinde taşıdığı
kahramanlarındaydı kurtuluş. Yaylı arabasıyla Rusya’yı bir uçtan bir uca
katederek “ölü canlar” toplayan, sonra da onları kayıt defterlerine yazdırıp
devleti dolandıran Çiçikov onu diriltmek için başucundaydı işte. İşi
ölülerleydi gerçi ama Gogol’ü diriltmek için her türlü fedakârlığa hazırdı.
Ressam Çarkov’un Sen Petersburg’da bir antikacıdan satın aldığı tablodaki
ihtiyar da şeytandan aldığı gücü bir tefeci suretine girip yazarı iyileştirmek
için kullanacaktı.
Gogol’ü, bir türlü sonunu getiremediği Ölü Canlar’ın ikinci
cildini yazdıktan sonra bir manastıra kapanır gibi sığındığı Nikitsiy
Bulvarı’ndaki evde hayal ettim bir süre. Odasının duvarlarını boydan boya
kaplayan ikonların karşısında istavroz çıkarırken cehennem korkusu bakışlarına
sinmişti. Günahlarından arınmak için tütsü yakıyor, oruç tutuyor, yine de
peşini bırakmayan hayaletlerden kurtulamıyordu. Oysa kimseye bir kötülüğü
dokunmamıştı, kendinden başka. Evet, Ölü Canlar’da şeytana uyup kötülüğü,
riyayı, hileyi, insanların içindeki karanlığı anlatmıştı, ama sonunda iyiye,
güzele, doğruya yönelmişti. Bu uğurda yazmaktan bile vazgeçmiş, ta Kudüs’e dek
giderek kutsal topraklarda ölmek istemişti. Ama umduğu gibi İsa Mesih’in mezarı
başında canını almamıştı Tanrı, demek ki O’na kavuşmak için bir süre daha
yaşaması, daha fazla acı çekmesi gerekiyordu. Ve artık hiçbir şey yazmamıştı.
Kötülüktü insanlığa egemen olan. Yazmak hırstan başka neydi ki? Çok şükür,
kurtulmuştu bu kötü alışkanlıktan. Yalnızca alışkanlık ya da gururdan mı? Sıcak
bir yaz günü Moskova’nın Nikitsiy Bulvarı’ndaki evde, ağzına tek lokma koymadan
kendisini ölüme bırakmadan önce, onu ölümsüz kılacak Ölü Canlar’ın ikinci
bölümünü sayfa sayfa yakmıştı.
Tıpkı yıllar önce karlı bir gecede, kendi
bastırdığı ilk kitabı “Hans Küchelgarten”i uşağı İakim’le kitapçılardan
toplayıp yaktığı gibi.
Durmaksızın
geziyordu
Nabokov’un ‘Gogol’ kitabından biliyordum. Kendi ekseninde
topaç gibi dönerek, bugün Orta Avrupa diye adlandırdığımız coğrafyada dolaşıp
durmuş, İtalya’nın altını üstüne getirmiş, Kudüs’e giderken İstanbul’dan
geçtiği bile olmuştu. Görünüşte tedavi amacıyla tepiyordu bunca yolu ama, asıl
neden başkaydı. Yara daha derindeydi çünkü. Yerleşik bir düzen ona göre
değildi. Sürekli yer değiştirmeli, kendinden kaçıp başkalarına, dost bellediği
aristokrat malikânelerine, olmadı yabancı kentlerin han odalarına sığınmalıydı.
Çocukluğunu geçirdiği Ukrayna’dan uzakta, gençliğini zehir eden başkent Sen
Petersburg’un boğucu havasından ve Rusya’dan da uzakta, birkaç kitapla
giysilerinden ibaret eşyasını saymazsak, dostlarının konukseverliğiyle
yapıtından başka tutunacak dalı yoktu. Ve yaylı arabanın penceresinden akıp
giden dünya, Ölü Canlar’da Çiçikov’un bir uçtan bir uca kat ettiği Rosya gibi,
tek esin kaynağıydı. Ne var ki hayalinde besleyip büyüttüğü, hayat verip o tuhaf
ortamın içine saldığı kahramanları sayesinde yapıyordu bu yolculuğu. Onlarla
yaşıyor, onlarla düşüp kalkıyor, mutluluk ya da mutsuzluğunu onlarla
paylaşıyordu. Her biri kendinden bir parçaydı çünkü, kendi karakterinin, özlem
ve hayallerinin uzantılarıydılar. Belli bir özerklik kazanmaları, bağımsız
hareket edebilmeleri için, anlatıya doğrudan müdahale ettiği bile oluyordu.
Örneğin şu sözleri herhangi bir kahramanına, briçka’sına kurulmuş keyifle
pencereden dışarıya bakan Çiçikov’a söyletmiyor, kendisi alıyordu eline sazı: “Ey
uzun yol, sen ne güzelsin! Kaç kez umutsuzluk ve yorgunluk içindeyken sen beni
kurtardın, iyi ettin, dinlendirdin. Kaç kez, nice olmayacak, nice eşsiz
düşüncelerimi ve ozanca düşlerimi sende yaşadım.”
Uzağın çağrısı şeytanınki gibi dayanılmazdı. Yol ‘tebdil-i
hava’dan öte bir yazgı, gerçek anlamda bir kurtuluştu.
Bir
efsanenin son durağı
Yolun sonuna gelmişti artık Gogol. Bir deri bir kemik
kalmıştı. Ağzına tek lokma koymuyordu. Oysa bir zamanlar Sobakeviç kadar
oburdu. “O da kim” diye sorduğunuzu duyar gibiyim. ‘Ölü Canlar’ın unutulmaz
kahramanlarından biridir. Hani Çiçikov’u ağırlarken “Evimde domuz yiyeceksek
tümünü sofraya koydurturum. Koyun, kazsa tümünü” diyerek böbürlenen Gogol’ün
deyimiyle ‘yüzünün rengi bakır para gibi koyu kırmızı’ olan orta boy bir ayı.
Romanda gerçek adı da Mihail Semyonoviç’tir zaten, yani Rusların ayıya da
verdikleri bir insan adı.
ÇIRILÇIPLAK
SOYDULAR
Bir zamanlar hasta midesine, bodurluğuna karşın Gogol de
Sabokeviç kadar obur, yemek konusunda Hlestakov kadar seçici, daha doğrusu
arsızdı. Ağırlandığı sofralarda, asalak gibi yaşadığı aristokrat evlerinde aşçılara
öğüt verip uşak azarlardı. Şimdiyse başucuna üşüşen doktorlarla uğraşıyordu.
Hastalık hastası yazarın derdine çare bulmak için ellerinden geleni yapıyor,
yine de bir sonuç alamıyorlardı. Ölüyordu Gogol, kendini yavaş yavaş
öldürüyordu.
Doktorlar ‘Rus edebiyatının dehası’nı kurtaramayacaklarını anlamışlardı.
Cebinden tavşan çıkarır gibi paltosundan, yani ‘Palto’ adlı öyküsünden
Dostoyevski ve şürekasını çıkaran yazar son nefesini verirken göğe daha kolay
çıkabilmek için okurlarından değil, papazlardan yardım istiyordu. Doktorlarsa
son çare onu çırılçıplak soydular. Midesine soğuk suyla masaj yaptılar. “Rahat
bırakın beni” diye yalvarmasına aldırmadan burnuna sülük yapıştırdılar.
Yazar
çırpınarak, tıpkı yarattığı kahramanlar gibi hazin ve gülünç, son nefesini
veriyordu. Ona hem gülüyor hem de acıyordum.
DALGIÇ
KUŞUNUN KADERİ
Gogol’ün ne kendisine ne de karakterlerinin tuhaf
özelliklerine yakışan, elinde tuttuğu kitaba karşın bir yazardan çok muzaffer
bir generali andıran devasa heykelinin altındaki banka oturdum. Parkta benden
başka kimseler yoktu. Derken nereden çıktığını anlayamadığım bir turist
kafilesi sökün etti. Heykelin çevresini sarıp fotoğraf çekmeye başladılar.
Yaşlıydı çoğu, tek tük gençler de vardı. “Gogol! Gogol!” diye bağırıp
gülüşüyorlardı. Rehberleri bu ismin Rusçada ‘dalgıç kuşu’ anlamına geldiğini
söylemiş olmalıydı. Trajik yaşamını bilmedikleri aşikârdı. Evet, ufacık, garip
bir hayvandır dalgıç kuşu. Belki biraz küstah ama son derece sevimlidir.
Yürüyüşü paytak, gagası sivridir. Uçmayı beceremez ama iyi yüzer. Gogol’ün
kendi karanlık sularında yüzüp de bir türlü kıyıya çıkamadığı gibi, o da
boğulup gider günün birinde.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder