Kavel
Alpaslan
Kaynak:
https://www.gazeteduvar.com.tr/
Odaların
camlarından Kremlin manzarası görülüyor. En büyük ve en ünlü odalardan bir
tanesinde, uzunca yolun sonunda, kitap okuyan büyük bir Lenin heykeli duruyor.
Her iki yanında ise Marx ve Engels heykelleri Lenin’in arkasındaki tabloyu
ortalıyor. Duvarlarda ise diğer büyük yazarların, edebiyatçıların, düşünürlerin
büstleri masalarda oturanları çevreliyor.
Farklı bir kenti, kültürü tanımak ilk bakışta kendi
kültürümüzden ve kentimizden hareketle ‘farklıların’ ayırdına varma yolculuğu
gibidir. Genelde ‘egzotik’ bulduğumuz hafızamıza yer eder: “Arabalar yayalara
yol veriyor”, “Salyangoz yiyorlar”, “Eve ayakkabıyla giriliyor”, “Trafik
ışıkları yok”, “Erkekler selamlaşırken öpüşmüyor”… Kendimizi de bu gözlemlerle
daha iyi tanırız, evrensel sandığımız bazı şeylerin belli bir coğrafyaya ait
olduğunu görürüz, daha önce fark etmediğimiz detayları keşfederiz.
Mesela bugün Fas içinde yer alan Tanca kentinden 14.
yüzyılda yola çıkan gezgin İbn Battuta, ‘Anadolu’nun gördüğü en güzel memleket
olduğunu, ancak insanlarının haddinden fazla esrar kullandığını’ dile getirir.
Belki gerçekten de o dönem Anadolu’da esrar sık tüketilmiştir ancak buradaki
‘fazla’, Batutta’nın şahsi deneyimi ve bakış açısıyla belirlenir, bir
bağlayıcılığı yoktur. Asıl mesele, her ne kadar kendisi dile getirmese de çift
taraflı bir değerlendirme yapıyor oluşudur. Yani Tancalı Battuta “Anadolu’da
esrar çok içiliyor” diyorsa eğer kendi kentinde ya da gördüğü yerlerde “daha az
içildiği” anlamını da çıkarabiliriz.
Bizden ‘faklı’ olduğunun ayırdına vardığımız bir deneyim,
bizim başka kültürlerle yakınlığımızı fark etmemizi sağlayabilir. Bunu isterseniz
‘kendi kimliğimizi oluşturmak için ihtiyacımız olan öteki imgesi’ ile de
özetleyebilirsiniz.
‘Biz’ sınırı bazen kentimize, bazen bölgemize, bazense çok
daha geniş bir sahaya yayılabilir. Pek çok anlamda alışık olmadığımız bir
kimliğe sahip Moskova, bize ‘Akdenizli’ ya da ‘Güneyli’ olduğumuzu hissettiren
bir kent. Üstelik bunu soğuk havasıyla değil, soğuk havasının şehir
sokaklarında yarattığı kültürel bileşenlerle yapıyor.
Örneğin sokakların iç içe girdiği, dükkanların dışarılara taştığı, plansız, eğilip büküle şekil almış bir şehir merkezi düşünelim. Alışık olduğumuz bu haritada yolumuzu nasıl bulacağımızı biliyoruz; yemek yenecek yerler nerededir, bir şey içmek istesek ne tarafa gitmeliyiz, hangi mekan bizi içeri davet ediyor, hangi sokak tehlikeli görünüyor… İzmir’de, Atina’da, Tunus’ta, Napoli’de ya da Beyrut’ta üç aşağı beş yukarı benzer bir radarla yol alabiliriz. Ancak kuzeye doğru çıktıkça haritaya olan ihtiyacımız da artıyor. Restoranlara, kafelere, barlara kaçamak bir bakışla süzüp giremiyorsunuz çünkü bu yerler genelde yerin altında bulunuyor ve aşağıya doğru inen dik bir merdivenle ulaşılabiliyor. Sokak hizasında da pek çok yer var ancak buralarda da hayat sokağa taşmıyor. Üstelik bu ‘yer yüzündeki’ mekanların da önemli bir kısmı eski binaların dışarıdan pek de davetkar görünmeyen avluları içinde yer alıyor.
İKİ
İSİMLİ KÜTÜPHANE
Masa-sandalyeden yoksun, fazlasıyla düzenli geniş yollar ve
kaldırımlar bize ‘soğuk’ bir izlenim veriyor. Ancak şehri kenti ritmiyle
dinleyecek olursak eğer tüm bunlar yaşamın dışarıda değil içeride devam
ettiğini söylüyor. Bir önceki yazıda Moskova’nın metro istasyonları
üzerinden şehrin yer altındaki güzelliğinden bahsetmiştik. Bugün de rotamızı
yine bir dört duvar arasına çeviriyoruz ve eski adıyla V. I. Lenin SSCB
Halk Kütüphanesi yeni adıyla Rusya Devlet Kütüphanesi’ne gidiyoruz.
Gerçek anlamda ‘yabancısı’ olduğumuz bu kentin kapalı
mekanlarda atan nabzını tutabilmek için önceden sağlam bir araştırma yaparak
rota çizmek dışında pek bir şansımız yok. Moskova hakkında biraz interneti
kurcalarken Lenin Kütüphanesi hakkında ‘Dünyanın bilmem kaçıncı en büyük
kütüphanesi, Avrupa’nınsa en büyük kütüphanesi’ gibi bir ifade görünce burayı
‘belki geçerken uğrarız’ başlığı altına aldık.
Eğer özel bir ilginiz yoksa, yeni bir kent ile
tanıştığınızda onun kütüphanelerini gezmek akla gelmez. “Nasıl gelmez?” diye
sitem etmeye gerek yok, sahiden neden sayılı gününüzü kütüphane seyahatiyle
harcayasınız ki? Fakat kütüphane Moskova’nın merkezinde olunca uğramak iyice
kolaylaşıyor ve fazla bir beklenti içine girmeden yola koyuluyoruz. Hâlâ Lenin
Kütüphanesi ismini taşıyan metro istasyonunda indikten sonra kütüphane
ihtişamlı siyah sütunlarıyla karşımıza çıkıyor. Tıpkı metro istasyonunda olduğu
gibi giriş kapısındaki sütunların üzerinde de Lenin’in ismine rastlıyoruz.
Rusya’da neredeyse her kapalı mekanda bulunan ‘vestiyer’ bölümüne eşyalarımızı bırakırken buradaki kalabalık gözümüze çarpıyor. Kütüphanenin kafesi de aynı şekilde hareketli. Daha sonra kısa bir kayıt işlemi yaptırdıktan sonra içeriye giriyoruz. Tam da bu sırada onlarca odası olan devasa bir yere geldiğimizi fark ediyoruz. Geçmişi 1862’ye kadar uzanan bu kütüphanede 47 milyon kitap, belge ve çeşitli diğer eser bulunuyor. Yıllık 800 binden fazla kişi tarafından kullanılıyor. Fakat yine asıl etkileyici olan rakamlar değil; bu bilmem kaç yüz bin kişinin demografik aralığı ya da ‘nasıl/ne amaçla’ kullandığı da bir o kadar önemli.
BİR
SOSYAL YAŞAM MEKANI
Kütüphaneye kim gider? Elbette herkesten çok öğrenciler,
araştırmacılar gider ancak bu grubun dışında pek de kimse gidip tek başına bir
şeyler okumak, arşivden bir şeyler karıştırmak için şuncacık boş zamanını
kütüphanede harcamaz. Yanlış anlaşılmasın, derdimiz ilkokul öğretmeni sitemi
ile “insanlarımız artık okumuyor” mesajı vermek ya da “çok cahiliz” diyerek
bireysel konumumuzu herkesten yukarılara taşımak falan değil. Sadece Lenin
Kütüphanesi içerisindeki sosyal yaşamın farklarını aktarmak. Çünkü burada
küçüklü büyüklü odaların içerisinden geçerken dikkatimizi masalarda oturanların
farklı yaş ve meslek gruplarından oluşu çekiyor.
Elbette burada da öğrenciler muhtemelen çoğunluktadır. Fakat kesinlikle bizim bildiğimiz örneklerdeki kadar ezici bir çoğunluk değil bu. Masasındaki sayfaları sararmış düzinelerce kitabı karıştıran farklı yaşlardan insanı görmek mümkün. Ya da çok ama çok yaşlı bir amcanın o günün gazetesini alıp bir masaya oturduğunu, ancak gözleri görmediği için gazeteye yapışarak harfleri takip ettiğini gözlemleyebilirsiniz. Koridorlardaki ‘sesli’ okuma ve çalışma alanlarında kısa film çeken gençler, sergi gezmeye gelen arkadaş grupları, ilgi alanlarına göre detaylıca düzenlenmiş kitaplık odalarında gezinenler… Kütüphanenin burada kesinlikle ‘sosyal’ bir anlamı var.
ODALAR,
KORİDORLAR, MERDİVENLER
İçerideki sosyal hayatın canlılığı ve çeşitliliği ilk
dikkatimizi çeken şey olsa da yapının ta kendisini es geçmeyelim. Her katta
karşınıza onlarca dev kapı çıkıyor, kapıların odalara, odaların merdivenlere,
merdivenlerin koridorlara açıldığı bu labirentte konsept olarak bambaşka
yerlerin içine dalıyorsunuz. Kütüphanenin bu bölümleri bir tasarım harikası.
Çoğu çalışma/okuma odasının camlarından Kremlin manzarası
görülüyor. Her bir odanınsa farklı bir konsepti var. En büyük ve en ünlü
odalardan bir tanesinde, uzunca yolun sonunda, kitap okuyan büyük bir Lenin
heykeli duruyor. Her iki yanında ise Marx ve Engels heykelleri Lenin’in
arkasındaki tabloyu ortalıyor. Odanın tamamı ahşap kitaplıklarla ve balkonlarla
çevrili. Duvarlarda ise diğer büyük yazarların, edebiyatçıların, düşünürlerin
büstleri masalarda oturanları çevreliyor.
Baş döndürücü helezonik merdivenlerden geçerek bazen
kendinizi odalar arasında yer alan bir uzun koridorda buluyorsunuz. Burada biz
gittiğimizde Sovyet dönemi karikatürlerine dair çok hoş bir sergi vardı.
Serginin ardından ‘sesli’ çalışma alanlarından geçip başka çalışma odalarına
giriyoruz. Kimi odalar ‘canlı bitki’ konseptiyle tasarlanmış; her çalışma
odasında farklı bitkiler yer alıyor. Kimilerindeyse merkezde yer alan bir tablo
etrafında masalar şekilleniyor, odadan odaya kullanılan ahşap türleri de
değişebiliyor. Hemen hemen her odada kütüphanenin ismiyle orantılı bir şekilde
Lenin’in bir heykeli ya da portresi bize eşlik ediyor. En dikkat çekici
odalardan biri de 1942 yılında çocuk okuma odası olarak kullanıma açılan yer.
Çift katlı ahşap ağırlıklı bu oda küçük olmasına karşın kütüphanenin en güzel
yerlerinden biri. Tüm bu odalarda ve hollerde kurcalayabileceğiniz pek çok
kitaplık bulunuyor.
Bir mekan insanı okumaya, yazmaya, düşünmeye ne kadar
teşvik edebilirse o kadar teşvik olmuş şekilde kütüphane ‘gezimizin’ sonuna
geliyoruz. Güzelliğini beklenmedik yerlerde bize gösteren Moskova, bir kez daha
bizi şaşırtıyor ve yolumuzu sokaklardan çok, kapalı kapıların içine doğru
çevirmemiz gerektiğini söylüyor. Güneyli filtrelerimizle bu kenti gerçek
anlamda tanıyamayacağımızı, Lenin Kütüphanesi’nin sürprizlerle dolu kapılarıyla
öğreniyoruz. Görünüşe göre bir sonraki Moskova yazımızda şehrin farklılıklarına
şaşırırken kendimize dair de bir şeyler bulmaya devam edeceğiz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder