SUAT
TAŞPINAR
Kaynak:
https://turkrus.com/
Moskova’nın kafelerinden birinde baş başayız. Mişa ve ben.
Bir memleket meselesini (hangi memleket, sormayın: İkimizin de artık iki
memleketi var!) hararetle tartışıyoruz. İkimiz de “yetmiş iki punto”
konuşanlardan olduğumuz için, etraftaki masalardan sık sık kafalar dönüp bizi
süzüyor.
Ama bunlar “Ne bağırıyorsunuz?” diye ayıplayan bakışlar
değil; şaşkınlık ve merak uyandıran, anlamaya çalışan kaçamak göz
atışlar.
Çünkü muhabbetin dibine vururken Mişa Rusça konuşuyor, ben
Türkçe!
İkimiz de diğerinin dilini iyi anlıyoruz. Ama tabii ki ana
dilimizde kendimizi ifade etmek daha kolay, daha güzel. Bu sayede sohbet
derinliğini kaybetmiyor.
Aramızda hayli zamandır, önceden mutabık kalmadan,
kendiliğinden ortaya çıkan bir format bu. Gayet pratik ve verimli olduğundan,
mevzu derinleşince böyle devam ediyoruz: Ben Türkçe, o Rusça.
Yabancı bir dili iyi anlarken, aynı anda ana dili kendini
ifade etmek için kullanabilmek keyifli bir seçenek.
Türk-Rus evliliklerinde de, eşi Türkçenin belini
kırdığından bu tarz iletişime dönen arkadaşlarım var. Ama ben pek tavsiye
etmem! Eşlerle yalap-şalap da olsa Rusça konuşmak ‘aile saadeti’ bakımından
daha hayırlı.
Neden diye sual edecek olursanız şöyle izah
edebilirim:
Hatunla tartışırken, zaten kıt olan Rusçada, o sinirle
‘taşı gediğine koyacak’ kelimeler aklınıza gelmiyor, gelene kadar siniriniz
yatışıyor, ya da sizin yarım yamalak cümleleriniz vermek istediğiniz derin-sert
anlamlara ulaşamadığı için ‘tahribat gücü’ kendiliğinden azalıyor ya da kayboluyor!
Yani eşinizle Rusça konuşmanız aslında evliliğin ömrünü uzatmak için bire bir.
Başıma bir şey gelmeyecekse, söyleyeyim!
Bu mevzuyu aklıma getiren, İtalyan bilim insanı, filozof,
yazar Umberto Eco.
Işıklar içinde uyusun, rahmetli üstadın Arjantinli bir
gazeteci ile 1994 tarihli söyleşisini (tabii Türkçe altyazılı) izlerken, bizim
Mişa ile keşfettiğimiz yönteme tanık olup tebessüm ediyorum.
Sohbetin konusu “Bilgi, Bellek, Eğitim”. İkisi de diğerinin dilini biliyor ama röportaj boyunca sadece kendi dilinde konuşuyor.
Konu yabancı dillere geldiğinde Umberto Eco, “Gelecek için
ideal olan çok dilliliktir. Bütün dilleri konuşabilsek ne güzel olurdu ama
imkansız” diyor, “Bakın siz İspanyolca konuşuyorsunuz ben İtalyanca ve
anlaşıyoruz. Herkes kendi dilinde konuşabilse ama aynı anda birbirini anlasa ne
iyi olurdu.”
Gerçekten de yabancı bir dili öğrenirken yaşanan temel
zorluklardan biri, konuşmanın anlamaktan çok sonra gelmesi. İlki ikincisini
yakalayamıyor. O yüzden konuşmak kendini “içinden geldiği gibi” ifade edebilme
mertebesine nadiren ulaşabiliyor. Genelde “kendini iyi kötü ifade edebilmek”
seviyesine takılıp kalıyor.
Tabii şimdi siz, “Dert ettiğin bu mu? Google translate var.
Konuşmanızı anından onlarca dile çeviren cihazlar gittikçe daha da
mükemmelleşiyor. Yakında dil öğrenmeye bile gerek kalmayacak” diye teselli
vermeye kalkabilirsiniz.
Ama ben, teknolojinin hayatımızın her köşesini işgal
etmesinden mustarip bir romantik olarak, “bindik bir alamete, gidiyoruz
kıyamete” şüpheciliğiyle son sözü yine Umberto Eco’ya bırakacağım:
“Şu an karşılaştığımız tehlike, sanal bellek fazlalığından
oluşan bir bellek kaybıdır.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder