Yazar Müslüm Kabadayı’nın, benim de içinde yer aldığım yurtdışında yaşayan ve eğitim, bilim, sanat, edebiyat alanlarında çalışmalar yapan 20 Türkiyeliyle yaptığı söyleşi kitabı “Farklı Coğrafyalarda Üretenler” Klaros Yayınları tarafından Mart 2021’de yayımlandı.
“ZOR(UN)LU
ÜRETKENLİK”TE BULUNANLARA SORULAR
M. Hakkı Yazıcı
1.
Türkiye’den
ne zaman ve niçin yurt dışına çıktınız?
On seneyi aşkın bir süredir Rusya’da, Moskova’da yaşıyor ve çalışıyorum.
Hesapta
olan bir şey miydi?
Hayır.
Aslında buralara gelirken plan yapmamıştım. Bir arkadaşımın iş teklifi üzerine 2008 yılının Ekim ayında, öyle çok fazla nazlanıp, düşünmeden, hemen karar verdim ve Moskova’ya geldim.
İlginç!.. Geriye dönüp baktığımda bana ilginç geliyor. Aniden kendimi Moskova'da çalışıyor ve yaşıyorken bulmuştum.
Geliş, o geliş…
Bu serüven daha ne kadar sürer bilemiyorum.
Eskiden, Soğuk Savaş döneminin en sıcak olduğu dönemlerde,
Türkiye’de sağcılar solculara “Komünistler Moskova’ya” diye bağırıp, slogan
atarlardı.
Hiç üstüme alınmazdım. Zira ben ve benimle aynı sol siyasi
gelenekten gelen arkadaşlarım hiçbir zaman Rusya’da olup bitenlere yakınlık
duymazdık. Kuşkusuz Rusya’nın tarihine, edebiyatına, muhteşem kültürel
birikimine ilgisiz değildim. İtirazımız siyasetteki temel hatalara idi. Daha o
zamandan, “Duvar” yıkılmadan, Sovyetler Birliği dağılmadan çok önceleri bir
şeylerin ters gittiğini düşünüyorduk. Rusya’ya gidip görme imkanımız olmamıştı.
Gitsek de hoş karşılanmayacağımızın farkındaydık.
Neden sonra Sovyetler Birliği dağıldı. Beklenmedik pek çok
şey oldu. Kapılar açıldı.
Kaderin garip bir cilvesi…
Rusya’ya hiç yolum düşmemişken, seneler sonra, otuz yıllık
çalışma hayatımın ardından ekmeğimin peşinden buralara gelmek varmış kısmette.
Rusya’ya geldiğimde bir baktım ki bize o zamanlar “Komünistler
Moskova’ya!” diye bağıranların görüşlerine sahip insanlar bizden önce gelip,
Rusya’da köşeleri tutmuşlar.
2. Ayrılmadan önceki konumunuz, son durumunuz, koşullarınız nasıldı?
Türkiye’den ayrılmadan önce arada fasılalar olsa da çalışıp, emekli olmuştum.
Emekli olduktan sonra da çalıştım.
Çalışmak benim için para kazanmanın ötesinde bir şey. Emeğe ve emekçilere olan saygım nedeniyle, öyle önemli bir para kazanamasam bile üretim ortamlarında, emekçilerle birlikte olabilmek beni hep mutlu etmiştir.
Ancak kriz, diğer faktörler falan derken profesyonel iş yaşamı hep düz bir çizgide gitmiyor. Yükselmek, iyi para kazanmak için bilgi ve tecrübe yeterli olmuyor; hele ki liyakat yoksunlarının daha muteber olduğu şu zamanda.
“İyi” pozisyon alamazsan iyi işin de olmuyor.
Ben, futbolu severim, oynamasını da, seyretmesini de; bir şeyler anlatırken futboldan örnekler vermeyi de... Profesyonel iş yaşamı, yine profesyonel futbolculuğa benziyor: Küçükken mahalle aralarında oynamaya başlarsın, işi biraz daha ileri götürüp kulüplerin alt yapısında yetişirsin, yetenekliysen A takıma seçilirsin, çok yetenekliysen ve şanslıysan büyük kulüplere transfer olursun, sonra yaşlanır eski gücünü kaybeder, düşüşe geçersin, küçük takımlarda oynamaya ve en sonunda da halı sahada yaşıtlarınla maç yapmaya razı olursun. İş hayatı da böyle işte…
Şikayet olsun diye söylemiyorum, ama artık “ne iş olursa yaparım, abi” konumuna geldiğim bir anda, aniden Rusya maceram başladı.
3. Yurt dışına gidişiniz nasıl oldu? (Öykülemeniz çok yararlı olacaktır.)
Yurtdışına gidişim tarifeli bir uçakla oldu.
Bu işin şakası tabii…
Ancak, ilk geldiğimde günlük tutmaya başlamıştım. Şöyle yazmışım ilk birkaç günü:
“14
Ekim 2008, Salı:
Pazartesi
gecesini Salıya bağlayan gece yarısı Türk Hava Yollarının 1409 sefer sayılı
uçağıyla Moskova Şeremetevo Havalimanı’na indim.
Rus
Gümrüğü’nde hiç beklemeden geçtim.
Beni
karşılayacağını söyledikleri çocuk yok. Verilen telefon numarasını arıyorum.
Sergey isimli birinin beni alacağını söylüyorlar. Uzun süre bekliyorum. Benim
uçağımla gelen herkes dağılıyor. Neden sonra genç bir adam yanıma yaklaşıyor,
“Mercedes Taxi” diyor. Önce anlamıyorum. Sonra gidip, bir kez daha yanıma
yaklaşıp “Mercedes Taxi” diyor. Meğer bu, beni götürecek çocukmuş.
Şoför,
annesi Tatar, babası Rus, sevimli, konuşkan bir genç. Ama Rusça dışında bir dil
bilmiyor. Benim gelmeden önce aldığım üç aylık hızlı Rusça kursu da pek bir işe
yaramıyor. Bir ara yolu kaybedip, dolaşıp, telefonla adres tarif ettirdikten
sonra kalacağımız eve geliyoruz.
Benim
bir süreliğine kalacağım evin sahibi, aşağıya inmiş bizi karşıladı. Genç,
iriyarı, saygılı biri... Bana evin anahtarlarını teslim etti, evdeki kullanmam
gereken şeyleri, yolu tarif etti. Sonra beni yalnız bırakıp gitti.
Yastığa
başımı koymadan önce düşünüyorum. Çok endişeliyim aslında. Bu halime bakmadan,
bir de içimden meydan okuyorum: Ve işte geldim Moskova… Sen mi beni yiyip
bitireceksin, sırtıma yere getireceksin, yoksa ben mi seni? Yoksa dost mu
olacağız?
En
iyisi dost olmak…
Bu yaşta atıldığım macera akıllı işi mi zaman gösterecek.
15 Ekim 2008, Çarşamba:
Ertesi
günü öğlene doğru kalktım.
Kaldığım
ev Dinamo Metro İstasyonu’nun hemen karşısında, bizim işyerinin bulunduğu
Novokuznetskaya Metro İstasyonu ile aynı hatta.
Metro
bileti almayı, binmeyi, gitmem gereken istasyonda inmeyi becerdim. Başlangıç
için iyi… Sevinçliyim.
Ancak çıkışta sorun yaşadım. Halbuki istasyonun tek çıkışı vardı; ancak “vhot vgorad” yazısının anlamını bilemediğim için metronun içinde başka istasyonlara gidip, dönüp,epeyce dolaştıktan, sorduktan sonra dışarı çıkabildim. Kapıda beni Aleks karşıladı, birlikte ofisin bulunduğu Arkadia iş merkezine, henüz kira işlemleri tümüyle bitmediği için uzun süredir ofis niyetine oturulan Kafe Tun’a gittik.
16
Ekim 2008, Perşembe:
Artık
Arkadia’ya gidip gelmeyi öğrendim.
Eve
alıştım. Eski, koridorları küf kokan bir apartman irisi. Girişi, asansörler ve
koridorlar ürkütücü; ıssız. Kapıdan içeri girince rahatlıyorum. Geçici olarak
kaldığım bu ev, tek odalı, küçücük, sempatik bir apartman dairesi.
Apartmandaki meçhul komşum Ponka’nın internet hattını kaçak olarak kullanıyorum. Artık affetsin.”
Dahası var.
Seneler sonra o günlerde yazdığım bu notlara bakınca ne kadar çok yazmışım diye şaşırıyorum, ister istemez gülümsüyorum.
Benim maceram iş nedeni ile başladığı için çok ilginç değil.
Ama ne de olsa yabancı bir ülkeye gelmiştim. Yeni insanlarla, yeni bir kültürle karşılaşacaktım. Zor iş…
İlk geldiğimde büyük heyecan duydum kuşkusuz. Her ne kadar edebiyatını, kültürünü, siyasi tarihini önceden çok okumuş olsam da ve hatta pek çok Rus’tan daha iyi bilsem de geçkin yaşımda yeni bir ülkeye gelip, farklı bir kültürle karşılaşmak, tutunmaya çalışmak, dünyanın zor dillerinden biri olan Rusçayı öğrenmek, mücadele etmek zaman zaman yılgınlığa kapılsam da büyük bir heyecan verdi.
Süreç içinde başardıkça özgüvenimi kazandım. Mücadele halen, bugün de hızını kaybetmeden sürüyor.
4. Gittiğiniz ülkeye vardığınızda nelerle karşılaştınız? Sorunlar-zorluklar-karşılaştığınız kolaylıklar nelerdi?
İlk karşılaştığım şey kuşkusuz Rusya’nın meşhur “Ayaz Dede” si ( Ded Maroz) oldu. Buralarda “General Kış” derler, ilkin Napolyon’u, sonra Hitler’i yenilgiye uğratan dondurucu kış soğuklarına.
Ekim ayında gelmiştim, çok geçmeden “General Kış”la tanıştım.
Rusya’da ve tabii ki Moskova’da hava koşulları insanların ruh halini belirliyor. Kışı uzun, yazı kısa bir ülke burası. Ruslar, şaka yollu, her yerin bembeyaz kar rengine büründüğü kışa “beyaz kış”, yaza da “yeşil kış” diyorlar.
Bir başka zorluk değindiğim gibi dil sorunu. Farklı bir kültür, farklı bir dil...
Öğrenmek için başlangıçta kurslara gittim. Ama sonra hem zamansızlıktan, hem de parasızlıktan belli bir seviyeden sonra zamana bıraktım. Sokak benim en iyi öğretmenim oldu. Metroda, tramvayda, pazarda konuşulanları dinlerim hep. Yanılıp da bana adres soranları hiç reddetmem, yolu biliyorsam onlara uzun uzun anlatırım. Güzel bir pratik yapma imkanı oluyor.
Diğer önemli zorluk ise yalnızlıktı.
Dilini bilmediğiniz insanlarla dolu sokaklarda tek başınıza dolaşıyorsunuz.
Zamanla alışılıyor., sorunları aşıyorsunuz.
***
Epey bir zamandır ben, Nazım Hikmet’in evinin olduğu
mahallede yaşıyorum.
Ara sıra evinin bulunduğu binanın avlusunda, önündeki
parkta otururum. Belki bir anı, anekdot yakalarım umuduyla, ihtiyar birilerine
rasgelirsem Nazım’ı tanıyıp tanımadıklarını sorarım.
Ve her gün elektrikli trenle Nazım’ın mezarının önünden
geçiyorum. Ona her gün trenin penceresinden selam sarkıtıyorum.
Nazım’ın çektiği çile hep aklıma gelir, düşünürüm. Kendi
yaşadığım zorlukları hatırladıkça onu daha iyi anlıyorum.
En
güzel vatan hasreti
şiirlerini Nazım yazmış.
"İki şey var ancak ölümle unutulur / Anamızın yüzüyle
şehrimizin yüzü" demiş.
Ben de bazen hüzünlenip, onun dizelerindeki gibi "Memleket mi, yıldızlar mı / Gençliğim mi
daha uzak?” diye mırıldanmıyor da değilim.
İbn-i Haldun, asırlar önce bugün ezberlediğimiz bir söz
bırakmış dünyaya: Mukaddime’sinde
“Coğrafya kaderdir,” demiş.
Bu söz, coğrafi özelliklerin toplum hayatına etkilerini
açıklıyor. İbn-i Haldun, bir kültürün ve toplumun, bulunduğu coğrafya
özelliklerine göre şekillendiğini belirtiyor.
İnsan, başka bir ülkede yaşarken çocukluğundan itibaren kişiliğinin
nasıl şekillendirilmiş olduğunu daha iyi anlıyor.
Ne kadar uzak yaşasan da memleketinin doğasını, denizini,
dağlarını, ovalarını; insanını, şarkılarını, türkülerini, kültürünü ve hatta
küfürlerini özlersin. Aklından çıkaramazsın.
Edip Cansever bunu dizelerinde şöyle anlatmış:
İnsan yaşadığı yere benzer
O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer
Suyunda yüzen balığa
Toprağını iten çiçeğe
Dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine
Konyanın beyaz
Antebin kırmızı düzlüğüne benzer
Her gün Nazım’ın mezarının önünden geçtiğim trenin
güzergahı bir çember hattı; tren fır döner, hiç inmezsen döner dolaşır yine aynı
noktaya gelirsin.
Konstantinos Kavafis’in dizeleri geliyor aklıma:
‘Bir başka ülkeye, bir başka denize
giderim’, dedin
‘bundan daha iyi bir başka şehir bulunur elbet.
Her çabam kaderin olumsuz bir yargısıyla karşı karşıya;
-bir ceset gibi- gömülü kalbim.
Aklım daha ne kadar kalacak bu çorak ülkede?
Yüzümü nereye çevirsem, nereye baksam,
kara yıkıntılarını görüyorum ömrümün,
boşuna bunca yıl tükettiğim bu ülkede.
Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın.
Bu şehir arkandan gelecektir.
Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın,
aynı mahallede kocayacaksın;
aynı evlerde kır düşecek saçlarına.
Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda.
Başka bir şey umma-
Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte,
öyle tükettin demektir bütün yeryüzünü de.”
İşte böyle!
Bazıları soruyorlar, “Moskova’da yaşam nasıl?” diye.
Çok zor geliyor bana cevaplamak.
Hani,
başı kesilen kurbağa yaşamaz dediği için sınavdan kovulan öğrencinin kapıda
durup, “yaşamasına yaşar da ben o hayata hayat mı derim?” dediği gibi yani…
5. Gittiğiniz ülkeyi tanıma süreciniz hakkında bilgi verir misiniz?
Bahsettiğim gibi, aslında gençliğimde, Rusya’nın tarihi, edebiyatı, kültürü, siyasetiyle ilgili çok okumuş, öğrenmiştim. Ancak öğrenecek daha çok, ama çok şey vardı.
Başlangıçta hızla her şeyi öğrenmeye, çabuk uyum sağlamaya çalıştım.
Gördüğüm her şeyi sordum, notlar aldım. Daha sonra bulduğum yazıları, yeniden okumak istersem elimin altında olsun diye oluşturduğum bir blogta topladım. Sonra biraz da kendim için yazmaya başladım.
Rusya'da bilerek yaşamak ve daha çok sevmek için okuduğum, derlediğim; bazıları da kendi gözlemlerimden oluşan yazıları topladığım bu Blogum (https://moskovanotlari.blogspot.com/ ) zamanla güvenilir, zengin bir kaynağa dönüştü.
Tanıma, öğrenme sürecinde epey bir mesafe katettim, ancak daha çok yolum var.
6. Dil öğrenme, iş-meslek edinme, geçim sağlama konularında nasıl yol aldınız?
Rusça dünyanın zor dillerinden.
Bahsettiğim gibi Moskova’ya gelmeden önce de biraz Rusça öğrenmiştim. Geldiğimde, başlangıçta kurslara gittim. Sonrasında hayatın içinde öğrenme sürecimi sürdürmeye karar verdim.
Aslında imkanım olsaydı, akademik bir ortamda eğitim almayı çok isterdim.
Bir iş teklifi üzerine çalışmak için geldiğimden başlangıçta iş sorunum olmadı. Ancak sonrasında o iş sona erince, biraz işsiz, biraz işli yeni bir süreç başladı.
Şu anda hala çalışıyorum.
7. Gittiğiniz ülkeye-topluma kendinizi kabul ettirmek için neler yaptınız?
Göçmenlik genlerime işlemiş herhalde.
Ben, Mübadele sonrasında Selanik’ten zorunlu göçe tabi tutulan, Manisa Kırkağaç’a yerleştirilen bir m’acir ailesinin çocuğuyum.
Bizim yerleştirildiğimiz Ege kasabalarında mübadillere
göçmen, göçeden anlamında muhacir derler.
Malum bütün göç hikayeleri hüzünlüdür. İnsan köklerinden,
sevdiği topraklardan, komşularından kopmak istemez.
Göçmen...Göç...Hicret...Daha da ötesi hicran.
Yaşar Kemal’in dediği gibi, “Kolay iş değil.., İnsanın
yurdundan ayrılması yüreğinin kopması gibi bir şey.”
Onca zaman geçmiştir, ancak evlerde anlatılan memleket
hikayeleri, acılar, hasretler hep belleklerde, yüreklerde...Öykülerimin pek
çoğunda bunları bulmak mümkün.
Sonra babamın memuriyeti nedeniyle Ankara...
Hani bizde adettendir; ilk tanışmada “Nerelisin hemşerim?” diye soraralar. Ben bu durumlarda, cevap vermeden önce, hep tereddüt ederim.
Ankara doğumlu; ilk, ortaokul, lise, üniversite eğitimini ODTÜ’de, Ankara’da tamamlamış; iş yaşamına yine Ankara’da başlamış; daha sonra sevdalısı olduğu İstanbul’a göçüp, orada yaşayıp, çalışmaya başlayan; bir ara İzmir, sonra yeniden İstanbul, daha sonra Moskova’da çalışıp, yaşayan; oradan oraya dolaşan, dolaşmaktan başı dönen biriyim.
“Gençliğimi, çocukluğumu düşleyince Ankara, kader
bağlayınca İstanbul” derken bir de nereden çıkmıştı bu Moskova!
Kimimiz ekmek parası için, kimimiz yaşamımızda yeni bir sayfa açmak için Rusya'ya gelmiştik; burada yaşıyorduk... Rusya'da hayat bazılarımız için çok zordu; bazılarımız ise bu zorlukları çoktan aşmış, burada çoluk çocuğa bile karışmışlardı. Hepsi bir tarafa mademki burada yaşıyorduk sevmek ve öğrenmek zorunda olduğumuzu düşündüm.
Sonra benim Blogumda yazdıklarımı fark edenler oldu. Kendi internet gazetelerinde, dergilerinde yazmamı istediler.
Başladım. Hala da yazıyorum.
Rusya’da TurkRus.com
( http://www.turkrus.com/
) isimli bir internet gazetesinin düzenli yazarları arasındayım.
Bu internet gazetesinin editörü Suat Taşpınar, yazdıklarım
için tanıtımında “Öykü tadındaki makaleler... Rusya’da, hayata dair
çelişkileri, ince bir bakışla fark edilebilecek detayları bazen mizahın, bazen
hüznün sosuna batırarak sunuyor okurlarına,” demiş sağ olsun.
Burada yayımlanan yazılarım, bir sonraki gün Türkiye’de
Medya Günlüğü (http://medyagunlugu.com/)
isimli bir başka internet gazetesinde tekrardan yayımlanıyor.
Daha önce tanımadığım başkaları yazılarımı Azerbeycan
diline çevirip yayımladılar.
Bu yazılar, daha çok Rusya’da yaşayan Türkler için
yazılmış, ağırlıkla bilgilendirme ve eğlendirme amaçlı. Bazen ciddi konuları,
öykülendirerek, araya anektodlar katarak kolay okunur hale getirmeye
çalışıyorum.
Öykü tadındaki yazılarımda yer alan kahramanlar kalıcı hale
geldiler. Sık sık başka yazılarda da okurların karşısına çıkıyorlar.
Çok değişik, hoşlandığım tepkiler alıyorum. Özel olarak arayanlar, yazanlar oluyor. Yazılarımda konu ettiğim sevdikleri kahramanlara daha çok yer vermemi isteyenler bile oluyor.
Tür olarak ne demek gerekir, bu tür yazılara?
Rauf Mutluay, buna benzer yazım türleri için
"Eskilerin musahabe, sohbet, Nurullah Ataç'ın söyleşi diye andığı yazı
türü; çok kesin olmayan bir düşünce konusunda konuşma edasiyle ve gizli
diyaloglarla beslenerek yazılmış ürünlerdendir. Kesin kuralları olmamakla,
denemenin gittikçe genişleyen sınırları içine girmekle birlikte eski
yazarlarımızın bazı verimlerine dayandırılır; oysa, sohbet denen yazılar çoğunlukla
anılar ve izlenimler karışığıdır. Aslında söyleşileri, makale ile deneme
arasında, daha çok İkinciye yakın özgür yazılar saymak gerekir," demiş.
Yani bazıları kestirmeden yazı diyor, bazıları öykü,
diğerleri fıkra,
Veya musahabe…
Bu yazılar birikiyor. Belki bunlar Rusya’da kitap olarak basılır diye umuyorum.
Niye yazdım bu yazıları?
Kendimi fark ettirmek ve kabul ettirmek için kuşkusuz. Bence masum bir çaba.
8. Bilim, eğitim, kültür-sanat-edebiyat alanlarında kendinizi nasıl geliştirdiniz?
Ben çok küçük yaşlarda, mesela altı yaşımda yazmaya
başladım diye anlatmaya girsem ciddi olmaz.
Bu, biraz televizyonda söyleşi yapılan şarkıcıların
cevapları gibi olur. Şaka bir yana yazmak bir birikim olayı tabii ki…
Okuma-Yazma diyoruz; öne “okuma”yı koyuyoruz. Okumaya başlamadan yazmayı
beceremiyoruz. İyi yazmak için de çok okumak lazım. Herkesinki gibi benim yazma
serüvenim de okuma serüvenimle başladı diyebilirim. Başlangıçta bunlar edebi
şeyler değildi, tabii ki. Her küçük çocuğun yaptığı gibi resimli romanlar,
hikayeler; bolca Tom Miks, Teksas, Red Kit, Karaoğlan okudum.
Altı yaşımda, biz, Ankara’da Emek Mahallesine
taşındığımızda orası etrafta tek tük evlerin olduğu, daha ismi bile konulmayan
bir yerdi. Kendisini birdenbire tek tük evlerin, göz alabildiğince boş
arsaların olduğu, arkadaşlık edebileceği çok fazla çocuğun olmadığı bir mahallede
bulan küçük bir çocuk ne yapar? Eline ne geçerse okur; okuma yazma öğrenmeden
önce sadece resimlerine bakar, kendi düş evreninde onlara yeni hikayeler
uydurur. Ben de öyle yaptım: Bulduğum ne varsa saatlerce baktım; hayaller
kurdum; resimlerini, yazılarını taklit edip boş kağıtlara döktüm.
Arkadaşlarımın çoğu memur ailelerinin çocuklarıydı. Okuma yazmayı mahalledeki pek çok çocuk okula başlamadan önce öğrenmişti. Benimki öyle olmadı. Babam, okulda öğrenmenin daha doğru olacağını düşünmüştü. Bu yüzden de sınıftaki arkadaşlarımın çoğundan sonra yarışa katıldım. Bunun başlangıçta çok zorluğunu çektim. Neyse, zamanla arayı kapattım. Okuma yazmayı söktükten sonra babamın aldığı resimli hikaye kitaplarının hepsini okudum. Bunlar bittikten sonra çocuk romanları, öyküler, masallar okumaya başladım. Ortaokula başladığımda artık Yaşar Kemal, Orhan Kemal okuyordum. Böyle devam etti; liseye giderken klasiklerin, Nobel ödülü kazanmış yabancı yazarların eserlerinin pek çoğunu okumuştum. Sonrası malum, böyle devam etti işte… Kitaplara daldım, kitaplarda başka dünyalara girdim, önce aklımı kaybettim; ancak sonra oralarda yeni bir akıl buldum.
9. Bu alanlarda ortaya koyduğunuz yapıtlarınız var mı? Bu yapıtları gerçekleştirme sürecinizi betimler misiniz?
Kendimi her ne kadar başka türlerde yazma çabam da olsa öykücü olarak tanımlıyorum.
İlginçtir, yazdıklarımın neredeyse tamamını gurbette,
Moskova’da yazdım.
Şu ana kadar dört kitabım yayımlandı. Fırsat bulduğumda
söyleşi, kitap fuarı, imza etkinliklerine katıldım.
Öykülerimin, şiirlerimin ve yazılarımın bir kısmı
dergilerde, sanal ortamdaki sanat ve kültür sitelerinde daha önce
yayımlanmıştı. Önemli bazı siyasal-kültürel dergilerin kurucuları ve yayın
kurulu üyeleri arasında yer aldım. 2.Gila Kohen Öykü Yarışmasında Teşvik Ödülü
ile ödüllendirilen “Fanus” ve “Tiyatrocu” isimli iki öyküm
“Renkler, Öyküler...” isimli seçki kitabında, 2002 yılında, “Dedem Dimitri”
isimli öyküsüyse Mübadele Öyküleri seçki kitabında 2010 yılında yayımlandı.
Hepsi Moskova’da yazılmış olmak üzere bir siyasi-anı kitabım, üç öykü kitabım var. İki yeni öykü dosyam ise basım aşamasında.
2013 yılında “Koca Bir Sevdaydı Yaşadığımız” isimli
siyasi-anı kitabım Dipnot Yayınevi tarafından basıldı. Kitapta önemli kısmını
genç bir ODTÜ öğrencisi olarak yaşadığım siyasi maceramı anlattım. O dönemin
ODTÜ tarihini, siyasi gençlik hareketini merak edenler için derli toplu bir
referans kitabı oldu aslında. Bu kitap çok ilgi gördü; yayımlandığı yıl
yayınevinin en fazla satan kitabı oldu. Kitabın baskı adedinin neredeyse yarısı
kadar eşten, dosttan olumlu mesajlar aldım. Bu, beni çok mutlu etti.
2014 yılında “Yitik Zamanlar Dükkanı”, 2015 yılındaysa
“Akvaryumdaki (Ba)balık” isimli öykü kitaplarım Kanguru yayınevi, “Yaşam
Annemin Hatırladıklarıysa” öykü kitabım ise Notabene Yayınevi tarafından
yayımlandı.
Yayıncımın gazıyla “Masal, mesel, mesela” isimli bir
öykü-masal kitabı yazdım; sırasını bekliyor. Gezi olaylarının yaşandığı
sıralarda başlayarak üç ay içinde daha çok “kronolojik anımsatıcı” diye
adlandırabileceğimiz “Onlar taştan, biz ağaçtan” isimli, yayıncısını arayan bir
roman yazdım.
Falan…
10. Çalışmalarınıza ya da yapıtlarınıza gittiğiniz ülkenin halkından, orada yaşayan Türkiyelilerden ne gibi dönütler aldınız?
Buradaki Rus yazarları ve edebiyat ortamıyla ilişkilerde bazı teşebbüslerim olsa da çok yol alamadım.
Bu da olacak inşallah.
Burada benim gibi gelmiş çok sayıda insanla tanıştım. Benim gibi yazma çabası içinde arkadaşlarım oldu. Birlikte adı mesela “Mosfanzin” olabilecek bir dergi çıkarmayı tasarlıyoruz.
11. Çalışmalarınızı/yapıtlarınızı Türkiye’de kamuoyuna mal edebildiniz mi? Toplumla buluşturma çabalarınız oldu mu?
Mazeret değil belki, ama ben yazmaya biraz geç başladım.
Kaçmaktan kovalamaya vakit bulamamak; edebiyatı ve yazmayı
çok sevsem de arzuladığım kadar zaman ayıramamak ve zorunlu bir ihmalkarlık
durumu hasıl oldu, haliyle.
Malum ben de ekmeğimi çalışarak kazanıyorum. Bundan
şikayetçi falan değilim aslında. Keşke şu, kendimi zinde, verimli ve deneyimli
bulduğum geçkin yaşımda da daha uzun süre çalışabilme olanağım olsa. Yaklaşık
otuz yıllık bir çalışma yaşamım oldu. Öncesinden; on beş, on altı yaşlarımdan
başlayarak süren onur duyduğum bir siyasi duruşum var. Çalışma yaşamım ve
kültürel faaliyetlerimle ilgili çeşitli öz yaşam öykülerim oldu; ama ben, en
çok hem bir 68’li, hem de bir 78’li olma halimi sevdim.
Öykülerim geç kitaplaştırıldı. Yazdıklarımın okurla
buluşması ise ne yazık ki henüz bitmemiş, acıklı bir başka öykü konusu. Mutlu
sona ulaşmak için daha çok mücadele vermek gerekiyor.
Günümüzde kitapların dağıtım kanallarına girmesi, kitapçı
raflarında yer alabilmesi her geçen gün daha da zorlaşıyor. Ancak az sayıda
yazarın ve büyük yayınevlerinin kitaplarını kitapçılarda bulabiliyoruz.
Kapitalizmin kötü adaleti bu konuda da geçerli…
Edebiyat meraklısı biri olarak bilinenden çok değerli bir
edebiyatımızın olduğunu iddia ediyorum. Genç ve değerli yazarlarımız var; ancak
bu iyi edebiyat okurla buluşmak olanağını çok zor bulabiliyor.
Malum, öykü yazınının ülkemizde ticari bir cazibesi yok.
Bir öykümdeki kahramanın ağzından söyleyeyim: “Öykü dünyasının insanları iyi
insanlardır. Okurları, yazarları, yayıncıları… Çıkar ilişkisi yoktur
aralarında… Zira öykü, çok okunmaz, satılmaz; ticari bir yanı yoktur. Öykünün
ekonomisi yoktur”. Durum aynen böyle…
Bir yazar için kuşkusuz en kötü şey, okuruna ulaşamamaktır.
Bu, bir futbol takımının seyircisiz oynaması gibi bir şeydir. Sevilmek, takdir
ve teşvik edilmek, bütün yazarların besinidir. Yazarın okuruna kavuşması ve
sevilmesi daha önce yazdıklarından daha iyilerini yazabilmesinin ön koşuludur.
Yazma nedenine birçok yazar farklı cevaplar vermiştir.
Örneğin “yazmasaydım çıldırırdım,” falan gibi. Ben kendime en çok Marquez’in
gerekçesini yakın buluyorum. “Dostlarım beni daha çok sevsin” diye cevap
veriyor, Marquez. Gerçekten de bana göre yazmak insani bir ilişki için gerekli
olan bir şey. Paylaşmak isteğimi hayata geçirdiğim bir alan.
Yazdıklarımın okura ulaşmasından ziyade, benim dostlarımla aramdaki hayat bağlarımı oluşturması tarafını daha çok önemsiyorum. Benim gibi gurbette, dostlarından uzakta, yılın sekiz ayında soğuk ve uzun kış gecelerinin yaşandığı Moskova’da olan birisi için bunun önemini anlarsınız herhalde.
12. Yurt dışına çıktığınızdan bugüne kadar ayrıldığınız insanlarla, Türkiye toplumuyla, ülkenin durumuyla ilgili bağınız ya da çalışmanız nasıl?
Türkiye’ye fırsat buldukça gidiyorum. Uçak biletlerinin pahalılığı ve zamansızlık tabii ki engel.
İnternetin olanakları sağolsun, bu sayede bağım hiç kopmuyor.
Yani memleket meseleleri biraz karışık.
Istrati usta, “Yabancı demek memleketini sırtında taşıyan insan demektir,” demiş.
“Bu mudur, yoksa vatan hasreti dedikleri!? / Her sabahım gurbet gurbet / Yalnızlık sevişiyor baktığım karlı, boş sokaklarda / Bir şarkı duyuyorum sanki uzaklardan / Hüzzam ayrılıklar makamında,” diye başlamışım bir şiirime. Durum bu şiirdeki kadar acıklı değil tabii ki; ancak Türkiye benim sevgili vatanım, İstanbul ise en büyük aşkım; eninde sonunda birbirimize yeniden kavuşacağız.
Geçen sene oğlum da Moskova’ya yerleşip, çalışmaya başladı. Sekiz yaşında benden daha iyi Rusça konuşan Türk-Rus melezi bir kız torunum var.
Hemen dönsem falan derken işler karıştı, bilmiyorum devamı nasıl olacak?
Ancak bunca vatan hasretine rağmen artık uzun süren göçmenlik serüvenimden sonra biraz da her yerin insanı oldum.
Nasıl hissettiğime de kendi dizelerimle cevap vereyim:
“…
Birden annemi, babamı, kardeşimi, oğlumu ve tüm hısım akrabayı
Arkadaşlarımı, okulumu, mahallemi, misket yuvarladığım sokakları
Memleketimi, onunla da yetinmeyip
çepeçevre bütün dünyayı,
Nehirleri, denizleri, ağaçları, çiçekleri,
böcekleri,
Türkleri, Kürtleri, Ermenileri, Arapları,
Çerkesleri, M'acirleri,
Rusları, Çinlileri, İspanyolları ve hatta
Amerikalıları,
Ve şu içimi ısıtan, ışıtan, her şeye can
veren güneşi,
Mehtaplı gecelerin kahramanı aydedeyi,
yıldızları çok sevdiğimi fark ettim.
Acunistim desem olmazdı,
Evrenistim desem yine uymazdı
Ben kosmozistim deyiverdim
Bütün kosmozun aşığıydım.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder