Semir Aslanyürek
Tarkovski'nin adını ilk işittiğimde Kiev'deydim.
1979 yılının
sonbaharıydı ve ben Kiev Devlet Üniversitesi'nin (o zamanki adıyla Kızıl Üniversite)
hazırlık fakültesinde öğrenciydim.
Öğrenci yurdunda Rusça öğrenmemize katkısı olur diye
bizleri her odada bir Rus, bir yabancı öğrenci olarak yerleştirmişlerdi.
Ben odamda felsefe doktorası yapan Viktor Kremençuk adlı
bir öğrenciyle kalıyordum. Viktor'un devam zorunluluğu olmadığı için vaktimizin
çoğu beraber geçiyordu. Benim ağabeyim, babam, velim gibiydi. Benim paylaşacak
pek bir şeyim olmasa da her şeyimizi paylaşıyorduk. Dil öğrenimime katkısı bir
tarafa (tabii bana vii önce en felsefi küfürleri öğrettiğini tahmin etmek zor
olmasa gerek) benim dünyayı algılayışıma, felsefeye duyduğum aşka katkısı büyük
oldu. Özellikle ileride sinema okuyacağım için iyi bir film vizyona girdiği
zaman beni sinemaya götürüyor, filmi izledikten sonra beraberce eleştiriyor,
yorumlar yapıyorduk.
Günün birinde Viktor bana bir sinema bileti aldığını
söyledi. Akşam nişanlısına davetli olduğu için kendisi gelemeyecekti. Ben
yalnız gitmenin sıkıcı olacağını söyledim, ama o ısrar etti ve bu filmin çok
önemli olduğunu, ilk fırsatta tekrar beraber izleyebileceğimizi söyledi. Sözünü
ettiği film, o yıl vizyona giren Stalker'den başkası değildi. Gittim. İleride
hayatımın kült filmi olacak bu film bana çok sıkıcı gelmişti. Üç buçuk saat
süren bu filmin birinci serisini koltuğumda otururken sıkılarak izledim. İkinci
seri başladığı zaman salonu terk etmeye karar verdim ve salonun kapısında
durup, "Biraz daha bekleyeyim, bakalım ne olacak," diyerek biraz daha
izledim. Sonra biraz daha derken, kapıya yakın bir koltuğa oturup film bitene
kadar salonu terk etmeyle terk etmeme arasında gidip geldim. Sonunda film
bitti. Kafam allak bullaktı. Viktor'un bana öğrettiği bütün küfürleri kendisine
iletmeye başladım. Daha sonra, yurda geldim. Benim gelmemden biraz sonra Viktor
çıkageldi. Hafif içkiliydi. Ben depresyona girmiş gibi suratımdan düşen bin
parça misali, çalışma masamın arkasında oturmuş, günlüğümü yazmaya çalışıyordum.
Ama bir şey de yazamıyordum. Viktor elbiselerini değiştirirken bana bakıp her
zamanki neşeli haliyle sordu:
"Nasılsın?"
"Berbat," diye cevap verdim.
"O senin her zamanki halin, yeni bir şey söyle,"
dedi ve ekledi: "Nasıl, filmi beğendin mi?"
Ne diyeceğimi bilemiyordum, 'beğenmemek' az geliyordu. Daha
okkalı bir şey söyleme gereği duyuyordum.
Viktor cevap vermemi beklemeden, "Anlaşıldı,"
dedi. "Filmi anlamayacağını tahmin ediyordum. Ama bak, bu filmi bir kez
izleyip anlayan yoktur neredeyse. Bu yüzden bir daha izleyeceğiz. Hafta sonu
Nina'ya söz verdim. Hep beraber gideceğiz."
"Siz Nina'yla gidin Vitya, ben tekrar üç buçuk saat işkence
görmek istemiyorum," dedim.
O gün neredeyse sabaha kadar filmi konuştuk. Viktor filmle
ilgili çok ilginç şeyler anlattı. Yok, filmi anlamamamda henüz Rusça'yı iyi
bilmiyor olmamın da katkısı varmış; yok, Hollywood filmlerine alışmış olmam bir
engelmiş; yok, bu filmle ilk kez sinemayla felsefe yapılabileceği
gösteriliyormuş; yok, bu yeni bir ekolmüş, ve saire... Hafta sonu üçümüz tekrar
Stalker'i izlemeye gittik. İkinci izleme bana ilki kadar itici gelmemişti. Film
bana göre fena değildi ama Viktor'un dediği gibi mükemmel de değildi.
Stalker'i üçüncü defa izlemem VGİK'te oldu.
Artık SSCB Devlet Sinema Enstitüsü, Film Yönetmenliği
Fakültesi birinci sınıfındaydım. Tuhaftır, üçüncü kez izlerken bu filmi daha
önce izlememişim gibi bir duyguya kapıldım.
Bana oldukça enteresan gelmeye
başlamıştı. Hatta filmi izledikten sonra atölye arkadaşlarımdan birine bunu
söylemiştim. O da, "Ee azizim, VGİK seni geliştiriyor, bu iyiye
işaret," demişti.
Aradan zaman geçti ve Tarkovski'nin o güne değin çektiği
bütün filmleri izlemeye başladım. İvan'ın Çocukluğu, Andrey Rublyov, Solaris,
Ayna... Bu filmleri yine iyi anladığım söylenemezdi. Ama Solaris'te okulumuzun
Görüntü Yönetmenliği fakültesinde, görüntü atölyesi olan büyük usta Vadim
Yusov'un görüntülerine doymak mümkün değildi. Kısacası, artık Tarkovski'nin
kim olduğunu, Sovyet rejimine 'muhalif olduğunu, vs. öğrenmiştim. Hatta
Türkiye'ye dönene kadar, belki de Sovyetler Birliği'nin dağılışına kadar
Tarkovski'nin 'anti-Sovyet' bir kişilik olduğuna inanıyordum. Öğrenciler
arasında çok sevilmekle beraber pek egoist oldu ğu da bazen vurgulanırdı.
Hatta Tarkovski, okul hayatımızda öğrenciler arasında en çok konuşulup
tartışılan yönetmen olmuştu. Onu taklit etmek, kısa filmini onun tarzında
çekmeye çalışmak, olur olmaz uzun planlar çekmek, sanırım sadece bizim okulda
değil, bütün genç sinemacılar arasında en çok tutulan yoldu.
1984 yılında efsane yönetmen Tarkovski'nin Batı'ya iltica
ettiği haberleri okulumuza bomba gibi düştü. Bir sürü öğrenci gibi ben de çok
üzülmüştüm. Çoğu öğrenci Sovyetler'den Batı'ya iltica eden diğer yönetmenler
gibi Tarkovski'nin de artık dişe dokunur bir şeyler yapamayacağını söylüyordu.
Nedense ben de aynı fikirdeydim. Çok sonralan bu görüşümüzün pek yanlış
olmadığını da gördüm.
Özellikle Batı'nın artık alenen açığa vurduğu ve saklamaya
hiç gerek görmediği ikiyüzlülüğünü (çok yüzlülüğü demek daha doğru olur) iyice
gördüğümüz ve pek de iyi kanıksayıp özümsediğimiz bu günlerde Batı'nın 'kara
kaşı, kara gözü' için hiçbir allahın kuluna iltica hakkı tanımadığını herkesin
çok iyi bildiğini sanıyorum. Bir de Soğuk Savaş'ın en şiddetli haliyle sürdüğü,
üçüncü sınıf kovboy filmlerinin 'yakışıklı' oyuncusu ve dönemin ABD başkam
Ronald Reagan'ın İsrail'i ziyaret ettiği bir sırada etrafını saran basın
mensuplarına 'esprili' bir şekilde, "Moskova henüz yeryüzünden
silinmedi," gibi laflar ettiği bir dönemde Tarkovski gibi yaşarken mit
haline gelmiş bir yönetmenin ilticasının Batı tarafından nasıl kullanılacağını
artık siz düşünün.
Nitekim çok kötü kullanıldı da! İlk başta Batı'nın Batı'dan
daha ikiyüzlü kiliselerinin Tarkovski'yi ödüllere boğup onu bir aziz ilan
etmedikleri kalmıştı. Ayrıca, büyük Rus dahisi Lev Nikolayeviç Tolstoy'un
Müslümanlığı gizliden gizliye kabul ettiği ve 'gizli bir Müslüman' olduğunun
bir kesim tarafından iddia edildiği ülkemizde, Tarkovski'nin de bir
Müslümanlığı ilan edilmediği kalmıştır. Özellikle din ticareti yapan kurumlar
ve televizyon kanalları hidayete eren eski solcuların sunumlarıyla bir dönem
neredeyse her gün Tarkovski programları yapıp onun filmlerini göstermişlerdir.
Fakat aradan yıllar geçti, Sovyetler Birliği dağıldı. Ben
uzun bir işkence ve sakıncalı piyade döneminden sonra Marmara Üniversitesi'nde
kadrolu olarak çalışmaya başlamıştım. 1992 yılında Kültür Bakanlığı'ndan
aldığım 30 milyon TL destekle (o zamanın parasıyla 25 bin dolara eşit bir
paraydı bu) Moskova'da Vagon filminin çekimlerine başladım. Bu esnada İskusstvo
Kino (Sinema Sanatı) dergisinde Tarkovski'nin bir zamanlar Yüksek Rejisörlük
Kursları'nda okuduğu derslerin birkaç sayıda yayınlandığını gördüm. Dergi
arkadaşımındı ve neredeyse bütün sayılarım toplamıştı. Ondan, Tarkovski'nin
Sinema Dersleri'nin yayınlandığı üç-dört sayısını fotokopi yapıp bana vermesini
rica ettim. Öyle de yaptı. O sırada bu dersleri hızlıca okuduğumdan çok
önemsememiştim. Film çekiyordum ve her zamanki gibi bütçenin yarısını bile
karşılayacak param yoktu. Fotokopileri yanıma aldım. Bundan üç yıl kadar önce
de kitaplarımı düzenlerken fotokopilere rastladım ve onları çevirmeye karar
verdim. Vaktim yoktu, bu yüzden her gün bir satır, bir paragraf derken çeviri
bitti. Şimdi onları çevirdiğime çok memnunum ve bunun hayatımda yaptığım en
olumlu işlerden biri olduğunu söyleyebilirim.
Tarkovski, sinema var oldukça unutulmayacak bir isim.
Mühürlenmiş Zaman adlı eserini ancak Türkiye'ye döndükten sonra okuduğumda,
Sovyetler Birliği'nde olduğum zamanlardan daha fazla ilgimi çekmeye başlamıştı.
Uzun yıllar sonra Tarkovski'nin asla ve asla bir karşı-devrimci olmadığına
kanaat getirdim. Tarkovski Sovyetler'e karşı değildi. Fakat son yıllarda
türemiş olan bürokrasiye karşıydı. Tarkovski belki dindar biriydi. Ama asla ve
asla din taciri de ğildi. Hatta Mühürlenmiş Zaman kitabındaki şu sözlerinden
dine nasıl yaklaştığını çok iyi anlayabiliriz: "Bilim geliştik çe tanrıyı
yadsır, sanat ise bunun farkında olduğu halde tanrıyla birarada yaşamım
sürdürebilir."
Kısacası, sanat onun gözünde bir maneviyat işiydi. Eğer
sadece insanın vicdanıyla ilgiliyse (yani dini istismar eden, din bezirganlığı
yapan kurumlar yoksa) din de öyledir.
Bir gün Altyazı dergisinden genç bir arkadaş, Türkiye' deki
yönetmenlerin fotoğrafını çekip her birinin fotoğrafının altına o yönetmenin
gözünde sanatın ne ifade ettiğini anlatan bir cümle yazıp, fotoğrafları Beyoğlu
Sineması'mn fuayesinde sergileyeceklerini söyledi ve benim de fotoğrafımı
çekti. Ben o zaman, "Sanatçı gerçeğin tapınağının bir rahibidir. Sanatçı
içinde yaşadığı toplumun vicdanının sesidir," şeklinde bir cümlenin
fotoğrafımın altına yazılmasını istemiştim. Şayet Tarkovski'nin Mühürlenmiş
Zaman kitabını okumasaydım böyle bir cümle kurmak belki de aklıma gelmezdi.
Tarkovski de dinden bahsettiğinde, "Ve tanrı Adem'i cennetten kovduğunda,
bundan sonra ekmeğini alnının terine banarak yiyeceksin!" şeklinde
Mukaddes Kitap'tan bir alıntıyla sözlerine başlar. Benim kanaatimce,
Tarkovski'nin dindarlığı daha çok insanın alın teriyle ve vicdanıyla ilgilidir.
Din bundan ibaretse dindar olmanın bence hiçbir sakıncası yoktur!
Sonuç itibariyle Tarkovski, Mühürlenmiş Zaman kitabında
belirttiği gibi, kendisi de gerçeğin şaşmaz bir arayıcısıydı. O "bir
kerecik olsun kendi haklılığını kanıtlamak için elinden geleni ardına koymayan
eksantrik bir sanatçı" değildi. O "doğanın bir mucize kabilinden
kendisine bahşettiği yeteneğinin bedelini ödemek zorunda olan bir
hizmetkardı". Hem de bu bedeli hayatıyla ödeyen bir hizmetkar ...
Semir
Aslanyürek, İstanbul, 18 Mart 2012
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder