M.
Hakkı Yazıcı
Kaynak: www.turkrus.com
www.medyagunlugu.com
“Soğuktan nefret ederim!” diyorum Vladimir İvanoviç’e.
“O zaman Moskova’da ne işin var?” diye soruyor.
Afallıyorum. Zira benim burada olmamdan mutluluk duyduğunu
düşünüyordum. Öyleydi de zaten. Belki biraz üstüne alınmıştı. Ne de olsa
Moskova onun sevgili şehri.
Soruyu doğru sormuştu, ama benim makul bir cevabım yoktu.
“Bilmem, feleğin işi işte,” diyorum kısaca.
Sözcükler zor duyulur bir fısıltı gibi çıkıyor ağzımdan.
Pencereden dışarı bakarak konuşurken elimi farkında olmadan
radyatöre koymuşum. Güzel bir sürpriz! Sıcaktı, el yakmıyordu, ama sıcaktı. İçim
de biraz ısınıyor haliyle.
***
Biliyorsunuz
Rusya’daki yerleşim yerleri kışları merkezi ısıtma sistemi ile ısınıyor.
Sıcak
havalara artık veda ederken Moskova'da konutlarda merkezi ısıtma sisteminin ne
zaman devreye gireceği geçenlerde açıklanmıştı. Moskova Belediye Başkan
Yardımcısı Pyotr Biryukov, Moskova’da konutlarda kaloriferlerin en erken eylül
ayı sonunda yanmaya başlayacağı bilgisini vermişti.
Ve
eylül sonu gelmişti.
Malum
Rusya’da merkezi ısıtma sisteminin devreye girmesi için hava sıcaklığının en az
beş gün üst üste en yüksek sekiz derece olması gerekiyor. Buna “soğuk hafta” diyorlar.
Böyle bir kural var.
Rusya
Bayındırlık ve Kamu Hizmetleri Bakanı Mihail Men’in verdiği bilgiye göre, Rusya
hükümeti merkezi ısıtma yönetmeliklerinde değişikliğe gitmişti. Rusya’da
hükümetin yerel yönetimlere tanıdığı hakka göre bundan böyle “soğuk hafta”
beklenmeden vatandaşlara ısı dağıtılabilecekti. “Soğuk hafta” gelmeden merkezi
ısıtma sistemlerinin çalıştırılabilmesi için vatandaşların yerel yönetimlerden
talepte bulunmaları gerekiyormuş.
Sabah
televizyon kanallarından birindeki haberlerde ellerinde “üşüyoruz!” yazan
pankartlarla toplanan Rusları gözümün ucuyla görmüştüm. Demek bazı bölgelerde
halk üşümeye başlamıştı.
***
Yine pencereden dışarı bakıyorum. Yağmur durmuştu. Hala
yeşil olan yaprakların dansından dışarıda sert bir esintinin olduğu anlaşılıyordu.
Bu sene bab’ye leta (бабье лето - Kocakarı yazı), yani
bizim tabirimizle “pastırma yazı”, Rusya’ya uğramayı unutmuş muydu ne?
“Pastırma yazı”na İsveç'te "Azize Birgitta yazı",
Amerika Birleşik Devletleri'nde ise "Yerli yazı" (Indian Summer)
diyorlar. Almanlar da Ruslar gibi "Kocakarı Yazı" diyor. Sahte, gerçek olmayan kısa yaz anlamını
yüklüyorlar sanırım.
Vladimir İvanoviç:
“Bunu anlamak için Rusları, Rus kültürünü iyi anlamak,
bilmek gerekir,” diyor. “Rus kadını köylerde bütün yaz boyunca çalışır. Başını
işten kaldırıp, yazın keyfini çıkaramaz. Bütün işler biter, yaz da biter. bab’ye leta zamanı yaz yüzünü bir kez daha,
kısacık bir zaman için gösterir. İşte Rus kadını ancak o zaman, o kısacık
süreyi değerlendirip, keyfini çıkarır.”
Pencereden yine dışarı bakıyorum. Daha henüz yapraklar
yeşil, manzarada sararmış yapraklarıyla bir sonbahar görüntüsü bile yok, yeşil
kış hala hükmünü sürüyor, ama hava soğuk ve yağmurlu.
Bir
hikayeye göre, Moskova'ya eğitim görmeye daha yeni gelen bir Afrikalı öğrenci
eylülde evine; annesine, babasına mektup yazmış, "beni merak etmeyin, hava
burada o kadar da soğuk değil; yeşil kış hafif serin - ılıman geçiyor, ama
beyaz kış çok soğuk olacakmış, öyle diyorlar,” demiş.
Şu
sıralar Moskova’da havalar aynen bu anekdottaki gibi yani.
Hava günün bu saatinde olmaması gerektiği kadar puslu,
karanlık; halbuki birkaç günlüğüne de olsa güneşin yüzünü göstermesi gerekirdi.
Böylece biz de yaza son vedayı yapardık.
“Belki
birkaç günlüğüne havalar düzelir, güneş kendini gösterir,” diyorum ümitle
Vladimir İvanoviç’e.
“Biraz sabırlı ol. Daha erken,” diye cevap veriyor.
***
Bizim Serkan, geçen hafta fuar için Türkiye’den gelen bir
arkadaşına daha uygun olur diye kısa süreli bir kiralık ev tutmuş. Ufak tefek
şeyler alabileceği bir “produktu magazin”in (Bakkal) yerini ve en yakın
Metro’ya nasıl gidip, girebileceğini falan gösterip, arkadaşını yerleştirdikten
sonra geri dönmüş.
Gece yarısı telefonu çalmış; arkadaşı hattın öbür ucunda,
“Bu dairenin kombisi yok mu? Hava soğuk, battaniye de bulamadım,” demiş.
O saatte yapılabilecek bir şey yok. Serkan, “Seni ısıtacak
ne varsa üstüne geçir. Olmazsa sana gösterdiğim “produktu magazin”den votka al,
biraz içersen için ısınır, sabaha kadar idare et,” diye cevap vermiş.
***
Havalar soğudu, ama yakında kaloriferler tümüyle yanar.
Moskova,
kış aylarında bir Türkün, sıcak ülke insanlarının hayal gücünü bile aşan
derecede soğuk oluyor.
Serkan’ın
bu arkadaşı gibi çok bilmeyenler için söyleyeyim; Moskova’da meteoroloji
istasyonu verilerine göre yıllın en soğuk ayı ocak, ortalama ısı −7,5 °C;
soğuk hava dalgaları zamanındaysa ısı -20 °C’ ye kadar ve hatta daha
aşağıya düşebiliyor. En düşük ısı 1940 yıllının ocak ayında
-42,2 °C olarak kaydedilmiş. Yani büyük savaşın arifesinde… Of ki, ne
offf!
Evet, şehir
çok soğuk, ama ısınma sorunu kapalı yerlerde tam anlamıyla çözülmüş durumda.
On
buçuk milyonluk kocaman bir metropolde, Moskova’da yaşayan insanların ısınma
sorunu merkezi bir sistemle çözülüyor.
Moskova’nın bunu sağlayan merkezi dev kombileri var. Bu işe
TES (ТЭС- Тепловые электро станции) bakıyor.
Rusya’da
pek çok şehirde ve kasabada da evler, işyerleri, Moskova’da olduğu gibi bir
nevi merkezi “dev kombi”lerle ısıtılıyor. Sıcak su apartmanlara, dairelere,
işyerlerine kadar yeraltından geliyor. Mevsimin en soğuk günlerinde bile
evlerin içi sıcacık.
Moskova'ya yaptığınız
seyahatlerde uçakla inerken pencereden aşağıya baktığınızda şehrin her yerine
yayılmış koca koca bulutlar gibi bacalarından dumanlar tüten büyük enerji
merkezlerini görürsünüz. Şehrin içinde dolaşırken de büyük fabrikalara benzeyen
bu enerji merkezlerine sıkça rastlarsınız. Yahu, şehrin orta yerinde dumanı
tüten fabrikaların ne işi var, diye düşünebilirsiniz; ancak bunlar fabrika
değil, “dev kombi”ler, sıcak su ısıtma merkezleridir. Bacalarından çıkan da
duman değil, su buharıdır.
Yine
tekrar söyleyeyim, ısıtma dönemi belli kurallara bağlı. Hemen hemen her yıl
aynı günlerde çalışmaya başlıyor ve kapatılıyor. Aynı anda, genellikle eylül
ayının sonlarına doğru bütün şehirde açılıyor, nisan ayının sonlarına doğru da
kapatılıyor.
Nasıl
beceriyorlarsa bütün kapalı alanlarda; evlerde, mağazalarda, işyerlerinde aynı
ısı derecesi var. Dışarısı -20 derece olduğunda bile içeride +20 derece var.
Moskova'nın
toplu ısıtma sistemi işte bu.
Apartmanlarda
bu işlerle görevli kapıcılar yok. Apartman yöneticisinin insafına da
kalmıyorsunuz.
Belli
yaşlarda olanlar Türkiye’de televizyondaki 1970’li yıllarda (televizyonlar
demiyoruz, zira TRT’nin sadece tek televizyon kanalıyla yayın yaptığı bir
dönemden söz ediyoruz) yayınlanan İzocam reklamlarını hatırlarlar.
Rusların
böyle anıları olmamış. Şehir merkezlerinde odun, kömürle de işleri yok.
Musluklardan
da yazın her bölgede tarihi değişen on beşer günlük bakım dönemleri dışında her
açtığınızda sıcak su akar. Apartmanlardaki sayaçlardan ne kadar sıcak su
kullanıldığı tespit ediliyor ve buna göre bir bedel ödeniyor.
Çok
büyük paralar da ödenmiyor. Bu doğalgaz ülkesinde bizdeki gibi çalışanların
maaşının bilmem kaçta biri de apartman aidatına gitmiyor.
Hülasası
kışın kapağı kapalı bir yere atmışsanız dışarıda kar varmış, buz varmış;
umurunuzda bile olmaz.
***
Benim çocukluğumun, gençliğimin Ankara’sında sokaklar
şehrin üzerine kapkara bir bulut çökmüş gibiydi.
Aslında çok mutluydum, dostluklarımızın Ankara’sı;
okulumuz, mahallemiz, sinemalarımız, top koşturduğumuz boş arsalarımız,
bahçesinde tulumbamız olan evimiz; hepsi çok güzeldi, ama hava böyleydi işte.
Derin derin nefes almaya korkardım.
Bacalardan çıkan duman bir türlü dağılıp, uzaklara gitmek
bilmezdi.
Nasıl gitsin ki tepelerle çevrili bir çorba tası gibidir
Ankara. Kuvvetli bir esinti de olmayınca sobaların, kalorifer kazanlarının
bacalardan saldığı kara kömürün dumanları çöker, koca şehri esir alırdı.
Şimdiki gençler bunu anlamaz, zira onlar çoğunlukla doğal
gazla ısınıyorlar. O zaman Rusya’nın doğal gazı yoktu ki memlekette…
Kışları, Moskova’nınki kadar olmasa bile, çok yaman olurdu
Ankara’nın.
Hep üşüdüğümü hatırlarım.
Üşümek sanki benim kaderim.
Küçükken bize geldiğinde babaannemle ilk gece kesinlikle
koyun koyuna yatardık.
Çok kurnazdı; “Sen git yat, yatağı ısıt, ben hemen
geliyorum,” derdi.
Uykudan bayılıncaya kadar konuşup, hasret giderirdik. Bize
halamın çocuklarından haberler getirirdi.
Uyumadan önce bize masallar anlatırdı. Nasrettin Hoca fıkralarını, Keloğlan masallarını ilk kez ondan dinledim.
Babaannem memleket hikayeleri de anlatırdı. Karaferye’yi, Vodina’yı, Karacaova’yı anlatırdı. Bana büyüyünce hep bir at alacağını vaat ederdi. İnanırdım. Vodina’da, Karacaova’daki çiftliklerini anlatırdı. Kocaman bir çiftliği varmış dedemlerin. Her türlü meyve ağacının ve hayvanın bulunduğu kocaman bir çiftlik... Dedemin büyüyünce binmeyi hayal ettiği çok güzel bir tayı varmış.
Derken bir gece Bulgar komitacıları gelmiş. Her yeri talan etmişler. Samanlıkta silah aramışlar, ama bulamamışlar. Aslında varmış. Dedem ve kardeşleri iyi bir yere saklamış tüfekleri. Komitacılar, dedemin özenip, gözü gibi baktığı tayı da alıp gitmişler.
Zaman, zor… Balkan Savaşlarının olduğu dönem… Sonrası malum; ailecek kaçıp Türkiye’ye gelmişler.
Uyumadan önce bize masallar anlatırdı. Nasrettin Hoca fıkralarını, Keloğlan masallarını ilk kez ondan dinledim.
Babaannem memleket hikayeleri de anlatırdı. Karaferye’yi, Vodina’yı, Karacaova’yı anlatırdı. Bana büyüyünce hep bir at alacağını vaat ederdi. İnanırdım. Vodina’da, Karacaova’daki çiftliklerini anlatırdı. Kocaman bir çiftliği varmış dedemlerin. Her türlü meyve ağacının ve hayvanın bulunduğu kocaman bir çiftlik... Dedemin büyüyünce binmeyi hayal ettiği çok güzel bir tayı varmış.
Derken bir gece Bulgar komitacıları gelmiş. Her yeri talan etmişler. Samanlıkta silah aramışlar, ama bulamamışlar. Aslında varmış. Dedem ve kardeşleri iyi bir yere saklamış tüfekleri. Komitacılar, dedemin özenip, gözü gibi baktığı tayı da alıp gitmişler.
Zaman, zor… Balkan Savaşlarının olduğu dönem… Sonrası malum; ailecek kaçıp Türkiye’ye gelmişler.
“Suriyeli göçmenlerin şimdiki durumunu en iyi bizim gibi
m’acirler anlar,” diyorum Vladimir İvanoviç’e.
Başını sallıyor.
***
Babam soba yakmanın ustasıydı.
Soba yakmak!
Soğuk Ankara günlerinde eve ekmek getirmek kadar önemliydi
bu iş.
Önceleri yerli sobalarımız vardı. En itibarlısı Kayseri
yapımı, Zümre markalısıydı.
Sonra babam İtfaiye Meydanı’nın arkasındaki Bit Pazarı’nda
emaye kaplı kocaman bir döküm Alman sobası bulup aldı. Diğer sobalar gözden
düştü.
Sabahları çok erken kalkar, ev ahalisinin güne mutlu
başlaması için sobayı yakardı.
Eski gazete kağıtları, odunlar, bir iki parça çıra ve tabii
ki 15 Kg.lık boş peynir tenekesine doldurulmuş kömürle sobanın başına alçak
tabureyi çekip oturur, bütün bu malzemeyi sırayla sobanın içine yerleştirirdi.
Önce gazete kağıtlarıyla odunları veya çırayı yakar, onlar güzelce tutuştuğunda
azar azar kömürleri koyardı üzerlerine. Konulan kömürler de yanma kıvamına
gelince, korlaşmaya başlayınca biraz daha kömür koyardı.
Bütün bunları bir ritüel havasında, ciddiyet ve dikkatle
yapardı.
Öyle hemen tıka basa doldurmazdı. Yeni konulan kömürlerin
diğer yanan kömürlerden ateş almaları, yanmaya devam etmeleri için hava
almaları gerekiyordu.
Her şeyin normal gittiğine kanaat getirince sobanın
kapaklarını kapatır. En alt kapağı kapatırken de arasına katlanmış bir gazeteyi
sıkıştırırdı. Bu, az miktarda havanın aşağıdan sobaya girmesi ve ateşi canlı
tutmak içindi.
Soba kısa zamanda kendini bulur, odayı ısıtmaya başlardı.
Ve hatta sobanın bulunduğu evin ortasındaki bu oda yeterince ısınınca diğer
odalara da sıcaklık gitsin diye kapılar açılırdı.
Bundan sonrası keyif zamanıydı.
Babam, Bafra sigarasını yakar. Yüzünde bir rahatlık ve
huzur içinde tüttürürdü.
Biz de kız kardeşimle birlikte kafamıza kadar yorganı çekip
ısıttığımız yataklarımızdan yavaş yavaş doğrulur, pijamalarımızın üstüne kalın
hırkalarımızı, ayağımıza yün çorabımızı giyer, sobanın başına üşüşüp, güne
merhaba derdik.
Kömür tenekesi her daim sobanın yanında hazır bulunurdu.
Sobanın içindeki yanma durumuna göre ara ara bir kaç kürek takviye yapılırdı.
Soba sadece ısınmak için değil, çay demlemek, üzerinde
ekmek kızartmak, kestane kebap yapmak, soğumuş yemekleri ısıtmak için de
kullandığımız en önemli eşyalarımızdandı. Üzerine güzel kokularını odamıza yaysın
diye portakal, limon kabukları koyardık.
Annem, mutfaktan kalaylı kocaman bakır tepsimizi getirir,
yere yerleştirir üstüne kahvaltılıkları sıralardı. Yumurtalar bahçedeki
kümesimizden; zeytinler, zeytinyağı babaannemin Kırkağaç’taki zeytinliğinden; reçelimiz
bahçemizdeki vişnelerden anne mamulatı; ekmek komşu fırından; babamın seçerek
aldığı, bal, tereyağ, beyaz peynir Posta Caddesi’ndeki Hal’den ve dahası.
Hep beraber otururduk.
Çay demli, sobanın üzerindeki ekmekler de iyi kızarırsa
keyfimize demeyin gitsin.
Daha da şenlenelim diye o zamanın teknoloji harikası General Electric marka, kocaman ahşap muhafazalı, lambalı radyomuzu açardık.
Daha da şenlenelim diye o zamanın teknoloji harikası General Electric marka, kocaman ahşap muhafazalı, lambalı radyomuzu açardık.
Bu radyo da evin itibarı yüksek bir diğer eşyasıydı.
Radyo yavaş yavaş ısınır, sonra da Zeki Müren’in, Müzeyyen
Senar’ın, Safiye Ayla’nın sesinden şarkılar evimizi şenlendirirdi.
Babam, Rumeli ve İstanbul türkülerini sever ve söylerdi.
Keyfimiz yerindeyse başlardı söylemeye:
“Gemilerde talim var, bahriyeli yarim var.”
***
Hep Vladimir İvanoviç’in Sovyet dönemi hikayelerini
dinleyecek değiliz ya. Arada ben de anlatıyorum.
Bir o anlatıyor, bir ben anlatıyorum. Bir bakıyoruz gece geç
olmuş, yatma zamanı gelmiş.
Doyamıyoruz konuşmaya. Bir yandan da konuşacak konuları
tüketeceğiz diye korkuyoruz.
Diğer konuları başka günlere bırakıp, “iyi geceler,” deyip
ayrılıyoruz.
Konuşmanın başındaki yaza veda konusunu unutmamıştık.
Bu arada Moskova Belediye Başkanlığı ve Hükümeti resmi
sitesinden yapılan açıklamada, Moskova'da Poklonnaya Tepesi, Gorkiy Park, VDNH
ve Puşkin Meydanı'ndaki fıskiyeler de dahil olmak üzere, 58'i büyük, yaklaşık
600 fıskiyenin de Eylül ayı sonunda kapatılacağını bildirmişti. Öyle ya kar
yağmadan önce fıskiyelerin bakımdan geçmesi gerekiyor.
Fıskiyelerin kapanması da kışın gelmesiyle ilgili en şaşmaz
göstergelerdendir.
Bu sene fıskiye sezonu, 28 Nisan'da çalışmaya başlamıştı. Bu
demektir ki en az önümüzdeki yılın 28 Nisan’ına kadar Moskovalılar sıcak
havaları bekleyecek.
“Bari bab’ye leta, yani bizim tabirimizle ‘pastırma yazı’
birkaç günlüğüne uğrasaydı da öyle vedalaşsaydık yazla?” diye yine mızmızlanıyorum.
Vladimir İvanoviç, merak etme, son veda için gelecek
dercesine omuzuma vuruyor.
Kapıdan çıkarken Vsotskiy babanın (Владимир Высоцкий) çok
sevilen şarkılarından birini mırıldanıyor:
“Клены выкрасили город ( Klönı vıkrasili gorad)
Колдовским каким-то цветом. ( Kaldovskim kakim-to tsvetom.)
Это скоро, это скоро (Eta skora, eta skora)
Бабье лето, бабье лето.” (Babe leta, babe leta.)
Колдовским каким-то цветом. ( Kaldovskim kakim-to tsvetom.)
Это скоро, это скоро (Eta skora, eta skora)
Бабье лето, бабье лето.” (Babe leta, babe leta.)
Evet, rengarenk ağaçlar sonbaharda şehrin süsü. Yakında,
çok yakında; pastırma yazı, yaza son veda.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder