Moskova

Moskova

2 Ekim 2016 Pazar

Bu sene “Pastırma yazı” Moskova’ya uğramayı unuttu mu yoksa?



M. Hakkı Yazıcı

Kaynak: www.turkrus.com 
www.medyagunlugu.com 

“Soğuktan nefret ederim!” diyorum Vladimir İvanoviç’e.

“O zaman Moskova’da ne işin var?” diye soruyor.

Afallıyorum. Zira benim burada olmamdan mutluluk duyduğunu düşünüyordum. Öyleydi de zaten. Belki biraz üstüne alınmıştı. Ne de olsa Moskova onun sevgili şehri.

Soruyu doğru sormuştu, ama benim makul bir cevabım yoktu.

“Bilmem, feleğin işi işte,” diyorum kısaca.

Sözcükler zor duyulur bir fısıltı gibi çıkıyor ağzımdan.

Pencereden dışarı bakarak konuşurken elimi farkında olmadan radyatöre koymuşum. Güzel bir sürpriz! Sıcaktı, el yakmıyordu, ama sıcaktı. İçim de biraz ısınıyor haliyle.

***
Biliyorsunuz Rusya’daki yerleşim yerleri kışları merkezi ısıtma sistemi ile ısınıyor.

Sıcak havalara artık veda ederken Moskova'da konutlarda merkezi ısıtma sisteminin ne zaman devreye gireceği geçenlerde açıklanmıştı. Moskova Belediye Başkan Yardımcısı Pyotr Biryukov, Moskova’da konutlarda kaloriferlerin en erken eylül ayı sonunda yanmaya başlayacağı bilgisini vermişti.

Ve eylül sonu gelmişti.

Malum Rusya’da merkezi ısıtma sisteminin devreye girmesi için hava sıcaklığının en az beş gün üst üste en yüksek sekiz derece olması gerekiyor. Buna “soğuk hafta” diyorlar. Böyle bir kural var.

Rusya Bayındırlık ve Kamu Hizmetleri Bakanı Mihail Men’in verdiği bilgiye göre, Rusya hükümeti merkezi ısıtma yönetmeliklerinde değişikliğe gitmişti. Rusya’da hükümetin yerel yönetimlere tanıdığı hakka göre bundan böyle “soğuk hafta” beklenmeden vatandaşlara ısı dağıtılabilecekti. “Soğuk hafta” gelmeden merkezi ısıtma sistemlerinin çalıştırılabilmesi için vatandaşların yerel yönetimlerden talepte bulunmaları gerekiyormuş.

Sabah televizyon kanallarından birindeki haberlerde ellerinde “üşüyoruz!” yazan pankartlarla toplanan Rusları gözümün ucuyla görmüştüm. Demek bazı bölgelerde halk üşümeye başlamıştı.

***
Yine pencereden dışarı bakıyorum. Yağmur durmuştu. Hala yeşil olan yaprakların dansından dışarıda sert bir esintinin olduğu anlaşılıyordu.

Bu sene bab’ye leta (бабье лето - Kocakarı yazı), yani bizim tabirimizle “pastırma yazı”, Rusya’ya uğramayı unutmuş muydu ne?

“Pastırma yazı”na İsveç'te "Azize Birgitta yazı", Amerika Birleşik Devletleri'nde ise "Yerli yazı" (Indian Summer) diyorlar. Almanlar da Ruslar gibi "Kocakarı Yazı" diyor.  Sahte, gerçek olmayan kısa yaz anlamını yüklüyorlar sanırım.

Vladimir İvanoviç:

“Bunu anlamak için Rusları, Rus kültürünü iyi anlamak, bilmek gerekir,” diyor. “Rus kadını köylerde bütün yaz boyunca çalışır. Başını işten kaldırıp, yazın keyfini çıkaramaz. Bütün işler biter, yaz da biter.  bab’ye leta zamanı yaz yüzünü bir kez daha, kısacık bir zaman için gösterir. İşte Rus kadını ancak o zaman, o kısacık süreyi değerlendirip, keyfini çıkarır.”

Pencereden yine dışarı bakıyorum. Daha henüz yapraklar yeşil, manzarada sararmış yapraklarıyla bir sonbahar görüntüsü bile yok, yeşil kış hala hükmünü sürüyor, ama hava soğuk ve yağmurlu.

Bir hikayeye göre, Moskova'ya eğitim görmeye daha yeni gelen bir Afrikalı öğrenci eylülde evine; annesine, babasına mektup yazmış, "beni merak etmeyin, hava burada o kadar da soğuk değil; yeşil kış hafif serin - ılıman geçiyor, ama beyaz kış çok soğuk olacakmış, öyle diyorlar,” demiş.

Şu sıralar Moskova’da havalar aynen bu anekdottaki gibi yani.

Hava günün bu saatinde olmaması gerektiği kadar puslu, karanlık; halbuki birkaç günlüğüne de olsa güneşin yüzünü göstermesi gerekirdi. Böylece biz de yaza son vedayı yapardık.

“Belki birkaç günlüğüne havalar düzelir, güneş kendini gösterir,” diyorum ümitle Vladimir İvanoviç’e.

“Biraz sabırlı ol. Daha erken,” diye cevap veriyor.

***
Bizim Serkan, geçen hafta fuar için Türkiye’den gelen bir arkadaşına daha uygun olur diye kısa süreli bir kiralık ev tutmuş. Ufak tefek şeyler alabileceği bir “produktu magazin”in (Bakkal) yerini ve en yakın Metro’ya nasıl gidip, girebileceğini falan gösterip, arkadaşını yerleştirdikten sonra geri dönmüş.

Gece yarısı telefonu çalmış; arkadaşı hattın öbür ucunda, “Bu dairenin kombisi yok mu? Hava soğuk, battaniye de bulamadım,” demiş.
O saatte yapılabilecek bir şey yok. Serkan, “Seni ısıtacak ne varsa üstüne geçir. Olmazsa sana gösterdiğim “produktu magazin”den votka al, biraz içersen için ısınır, sabaha kadar idare et,” diye cevap vermiş.
***
Havalar soğudu, ama yakında kaloriferler tümüyle yanar.

Moskova, kış aylarında bir Türkün, sıcak ülke insanlarının hayal gücünü bile aşan derecede soğuk oluyor.

Serkan’ın bu arkadaşı gibi çok bilmeyenler için söyleyeyim; Moskova’da meteoroloji istasyonu verilerine göre yıllın en soğuk ayı ocak, ortalama ısı −7,5 °C; soğuk hava dalgaları zamanındaysa ısı  -20 °C’ ye kadar ve hatta daha aşağıya düşebiliyor.  En düşük ısı 1940 yıllının ocak ayında -42,2 °C olarak kaydedilmiş. Yani büyük savaşın arifesinde… Of ki, ne offf!

Evet, şehir çok soğuk, ama ısınma sorunu kapalı yerlerde tam anlamıyla çözülmüş durumda.

On buçuk milyonluk kocaman bir metropolde, Moskova’da yaşayan insanların ısınma sorunu merkezi bir sistemle çözülüyor.

Moskova’nın bunu sağlayan merkezi dev kombileri var. Bu işe TES (ТЭС- Тепловые электро станции) bakıyor.

Rusya’da pek çok şehirde ve kasabada da evler, işyerleri, Moskova’da olduğu gibi bir nevi merkezi “dev kombi”lerle ısıtılıyor. Sıcak su apartmanlara, dairelere, işyerlerine kadar yeraltından geliyor. Mevsimin en soğuk günlerinde bile evlerin içi sıcacık.

Moskova'ya yaptığınız seyahatlerde uçakla inerken pencereden aşağıya baktığınızda şehrin her yerine yayılmış koca koca bulutlar gibi bacalarından dumanlar tüten büyük enerji merkezlerini görürsünüz. Şehrin içinde dolaşırken de büyük fabrikalara benzeyen bu enerji merkezlerine sıkça rastlarsınız. Yahu, şehrin orta yerinde dumanı tüten fabrikaların ne işi var, diye düşünebilirsiniz; ancak bunlar fabrika değil, “dev kombi”ler, sıcak su ısıtma merkezleridir. Bacalarından çıkan da duman değil, su buharıdır.

Yine tekrar söyleyeyim, ısıtma dönemi belli kurallara bağlı. Hemen hemen her yıl aynı günlerde çalışmaya başlıyor ve kapatılıyor. Aynı anda, genellikle eylül ayının sonlarına doğru bütün şehirde açılıyor, nisan ayının sonlarına doğru da kapatılıyor.

Nasıl beceriyorlarsa bütün kapalı alanlarda; evlerde, mağazalarda, işyerlerinde aynı ısı derecesi var. Dışarısı -20 derece olduğunda bile içeride +20 derece var.

Moskova'nın toplu ısıtma sistemi işte bu.

Apartmanlarda bu işlerle görevli kapıcılar yok. Apartman yöneticisinin insafına da kalmıyorsunuz.

Belli yaşlarda olanlar Türkiye’de televizyondaki 1970’li yıllarda (televizyonlar demiyoruz, zira TRT’nin sadece tek televizyon kanalıyla yayın yaptığı bir dönemden söz ediyoruz) yayınlanan İzocam reklamlarını hatırlarlar. 

Rusların böyle anıları olmamış. Şehir merkezlerinde odun, kömürle de işleri yok.

Musluklardan da yazın her bölgede tarihi değişen on beşer günlük bakım dönemleri dışında her açtığınızda sıcak su akar. Apartmanlardaki sayaçlardan ne kadar sıcak su kullanıldığı tespit ediliyor ve buna göre bir bedel ödeniyor.

Çok büyük paralar da ödenmiyor. Bu doğalgaz ülkesinde bizdeki gibi çalışanların maaşının bilmem kaçta biri de apartman aidatına gitmiyor.

Hülasası kışın kapağı kapalı bir yere atmışsanız dışarıda kar varmış, buz varmış; umurunuzda bile olmaz.

***
Benim çocukluğumun, gençliğimin Ankara’sında sokaklar şehrin üzerine kapkara bir bulut çökmüş gibiydi.

Aslında çok mutluydum, dostluklarımızın Ankara’sı; okulumuz, mahallemiz, sinemalarımız, top koşturduğumuz boş arsalarımız, bahçesinde tulumbamız olan evimiz; hepsi çok güzeldi, ama hava böyleydi işte.

Derin derin nefes almaya korkardım.

Bacalardan çıkan duman bir türlü dağılıp, uzaklara gitmek bilmezdi.

Nasıl gitsin ki tepelerle çevrili bir çorba tası gibidir Ankara. Kuvvetli bir esinti de olmayınca sobaların, kalorifer kazanlarının bacalardan saldığı kara kömürün dumanları çöker, koca şehri esir alırdı.

Şimdiki gençler bunu anlamaz, zira onlar çoğunlukla doğal gazla ısınıyorlar. O zaman Rusya’nın doğal gazı yoktu ki memlekette…

Kışları, Moskova’nınki kadar olmasa bile, çok yaman olurdu Ankara’nın.

Hep üşüdüğümü hatırlarım.

Üşümek sanki benim kaderim.

Küçükken bize geldiğinde babaannemle ilk gece kesinlikle koyun koyuna yatardık.
Çok kurnazdı; “Sen git yat, yatağı ısıt, ben hemen geliyorum,” derdi.

Uykudan bayılıncaya kadar konuşup, hasret giderirdik. Bize halamın çocuklarından haberler getirirdi.

Uyumadan önce bize masallar anlatırdı. Nasrettin Hoca fıkralarını, Keloğlan masallarını ilk kez ondan dinledim.

Babaannem memleket hikayeleri de anlatırdı. Karaferye’yi, Vodina’yı, Karacaova’yı anlatırdı. Bana büyüyünce hep bir at alacağını vaat ederdi. İnanırdım. Vodina’da, Karacaova’daki çiftliklerini anlatırdı. Kocaman bir çiftliği varmış dedemlerin. Her türlü meyve ağacının ve hayvanın bulunduğu kocaman bir çiftlik... Dedemin büyüyünce binmeyi hayal ettiği çok güzel bir tayı varmış.

Derken bir gece Bulgar komitacıları gelmiş. Her yeri talan etmişler. Samanlıkta silah aramışlar, ama bulamamışlar. Aslında varmış. Dedem ve kardeşleri iyi bir yere saklamış tüfekleri. Komitacılar, dedemin özenip, gözü gibi baktığı tayı da alıp gitmişler.

Zaman, zor… Balkan Savaşlarının olduğu dönem… Sonrası malum; ailecek kaçıp Türkiye’ye gelmişler.

“Suriyeli göçmenlerin şimdiki durumunu en iyi bizim gibi m’acirler anlar,” diyorum Vladimir İvanoviç’e.

Başını sallıyor.

***
Babam soba yakmanın ustasıydı.

Soba yakmak!

Soğuk Ankara günlerinde eve ekmek getirmek kadar önemliydi bu iş.

Önceleri yerli sobalarımız vardı. En itibarlısı Kayseri yapımı, Zümre markalısıydı.

Sonra babam İtfaiye Meydanı’nın arkasındaki Bit Pazarı’nda emaye kaplı kocaman bir döküm Alman sobası bulup aldı. Diğer sobalar gözden düştü.

Sabahları çok erken kalkar, ev ahalisinin güne mutlu başlaması için sobayı yakardı.

Eski gazete kağıtları, odunlar, bir iki parça çıra ve tabii ki 15 Kg.lık boş peynir tenekesine doldurulmuş kömürle sobanın başına alçak tabureyi çekip oturur, bütün bu malzemeyi sırayla sobanın içine yerleştirirdi. Önce gazete kağıtlarıyla odunları veya çırayı yakar, onlar güzelce tutuştuğunda azar azar kömürleri koyardı üzerlerine. Konulan kömürler de yanma kıvamına gelince, korlaşmaya başlayınca biraz daha kömür koyardı.

Bütün bunları bir ritüel havasında, ciddiyet ve dikkatle yapardı.

Öyle hemen tıka basa doldurmazdı. Yeni konulan kömürlerin diğer yanan kömürlerden ateş almaları, yanmaya devam etmeleri için hava almaları gerekiyordu.

Her şeyin normal gittiğine kanaat getirince sobanın kapaklarını kapatır. En alt kapağı kapatırken de arasına katlanmış bir gazeteyi sıkıştırırdı. Bu, az miktarda havanın aşağıdan sobaya girmesi ve ateşi canlı tutmak içindi.

Soba kısa zamanda kendini bulur, odayı ısıtmaya başlardı. Ve hatta sobanın bulunduğu evin ortasındaki bu oda yeterince ısınınca diğer odalara da sıcaklık gitsin diye kapılar açılırdı.

Bundan sonrası keyif zamanıydı.

Babam, Bafra sigarasını yakar. Yüzünde bir rahatlık ve huzur içinde tüttürürdü.

Biz de kız kardeşimle birlikte kafamıza kadar yorganı çekip ısıttığımız yataklarımızdan yavaş yavaş doğrulur, pijamalarımızın üstüne kalın hırkalarımızı, ayağımıza yün çorabımızı giyer, sobanın başına üşüşüp, güne merhaba derdik.

Kömür tenekesi her daim sobanın yanında hazır bulunurdu. Sobanın içindeki yanma durumuna göre ara ara bir kaç kürek takviye yapılırdı.

Soba sadece ısınmak için değil, çay demlemek, üzerinde ekmek kızartmak, kestane kebap yapmak, soğumuş yemekleri ısıtmak için de kullandığımız en önemli eşyalarımızdandı. Üzerine güzel kokularını odamıza yaysın diye portakal, limon kabukları koyardık.

Annem, mutfaktan kalaylı kocaman bakır tepsimizi getirir, yere yerleştirir üstüne kahvaltılıkları sıralardı. Yumurtalar bahçedeki kümesimizden; zeytinler, zeytinyağı babaannemin Kırkağaç’taki zeytinliğinden; reçelimiz bahçemizdeki vişnelerden anne mamulatı; ekmek komşu fırından; babamın seçerek aldığı, bal, tereyağ, beyaz peynir Posta Caddesi’ndeki Hal’den ve dahası.

Hep beraber otururduk.

Çay demli, sobanın üzerindeki ekmekler de iyi kızarırsa keyfimize demeyin gitsin.
Daha da şenlenelim diye o zamanın teknoloji harikası General Electric marka, kocaman ahşap muhafazalı, lambalı radyomuzu açardık.

Bu radyo da evin itibarı yüksek bir diğer eşyasıydı.

Radyo yavaş yavaş ısınır, sonra da Zeki Müren’in, Müzeyyen Senar’ın, Safiye Ayla’nın sesinden şarkılar evimizi şenlendirirdi.

Babam, Rumeli ve İstanbul türkülerini sever ve söylerdi. Keyfimiz yerindeyse başlardı söylemeye:

“Gemilerde talim var, bahriyeli yarim var.”

***
Hep Vladimir İvanoviç’in Sovyet dönemi hikayelerini dinleyecek değiliz ya. Arada ben de anlatıyorum.

Bir o anlatıyor, bir ben anlatıyorum. Bir bakıyoruz gece geç olmuş, yatma zamanı gelmiş.

Doyamıyoruz konuşmaya. Bir yandan da konuşacak konuları tüketeceğiz diye korkuyoruz.

Diğer konuları başka günlere bırakıp, “iyi geceler,” deyip ayrılıyoruz.

Konuşmanın başındaki yaza veda konusunu unutmamıştık.

Bu arada Moskova Belediye Başkanlığı ve Hükümeti resmi sitesinden yapılan açıklamada, Moskova'da Poklonnaya Tepesi, Gorkiy Park, VDNH ve Puşkin Meydanı'ndaki fıskiyeler de dahil olmak üzere, 58'i büyük, yaklaşık 600 fıskiyenin de Eylül ayı sonunda kapatılacağını bildirmişti. Öyle ya kar yağmadan önce fıskiyelerin bakımdan geçmesi gerekiyor.
Fıskiyelerin kapanması da kışın gelmesiyle ilgili en şaşmaz göstergelerdendir.
Bu sene fıskiye sezonu, 28 Nisan'da çalışmaya başlamıştı. Bu demektir ki en az önümüzdeki yılın 28 Nisan’ına kadar Moskovalılar sıcak havaları bekleyecek.

“Bari bab’ye leta, yani bizim tabirimizle ‘pastırma yazı’ birkaç günlüğüne uğrasaydı da öyle vedalaşsaydık yazla?” diye yine mızmızlanıyorum.

Vladimir İvanoviç, merak etme, son veda için gelecek dercesine omuzuma vuruyor.

Kapıdan çıkarken Vsotskiy babanın (Владимир Высоцкий) çok sevilen şarkılarından birini mırıldanıyor:

“Клены выкрасили город ( Klönı vıkrasili gorad)
Колдовским каким-то цветом. ( Kaldovskim kakim-to tsvetom.)
Это скоро, это скоро (Eta skora, eta skora)
Бабье лето, бабье лето.” (Babe leta, babe leta.)
Evet, rengarenk ağaçlar sonbaharda şehrin süsü. Yakında, çok yakında; pastırma yazı, yaza son veda.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder