Moskova

Moskova

7 Ekim 2016 Cuma

Sevgili Kont Tolstoy


Ayşe Kilimci

Sizin hala dünyamızı, kitaplarınızla, kahramanlarınızla onurlandırdığınıza gelince, benim ufaklık sizin yaşadığınızı sanıyormuş meğer, ilkokul ikideyken kendi. ‘‘Lev Tolstoy denen adamın yeni kitabı çıkmışsa, onu al bana’ demişti, son okuduğu Erik Çekirdekleri kitabınızdı. ’Kızım Lev Tolstoy öleli çok oldu’ deyince ağlamaklı olmuştu,

Sevgili Tolstoy,

Hem sahiden kont, hem Rus ve dünya edebiyatının kontu, bütün zamanların filozofu…

Nasılsınız?

Ölü birine nasılsınız denir mi? Bence denir. Zaten ölü olduğunuzun farkında olduğunuzu sanmıyorum, sahici dünyada nurlar içinde olduğunuzu umuyorum.

Farklı bir enerji kanalından yazıp, öte yakayı bize anlatsanız ne muhteşem olurdu.

1862 yılı 23 Eylül’ünde Moskova Saray Kilisesinde Sofya Bers’le evlendiniz, siz 35’i geçmişken karınız 18’inde henüz, bu güzel, akıllı kıza aşıksınız.

‘Kendi yolunuza ağacak, eğitebileceğiniz bir kız olsun’ diye soylu sınıftan seçmemişsiniz. Hoş, o da Çar’ın doktorunun kızı, eğitimli, piyano çalan, siz karatta bir erkeğe yeteceğini düşünen, aşık üstelik Daha ilk dakikada eşinizi kendinize göre akord etmeyi düşünmeniz tuhaf doğrusu …Büyük adamların tuhaflıkları da tuhaf…

Soylu olmadığı, akıllı, genç ve güzel olduğu, size aşık ve hiç değilse başlangıçta dik başlı olmadığı için onu seçtiğinize kıvançlısınız. Nişanlılığı kısa kesip hemen evlenip, bir posta arabasına atlayıp aile ocağınıza götürmüşsünüz onu. Kapı önünde ekmek, tuz sunmuşlar size, gelenekleriniz uyarınca ve mucizeli bir ikonla kutsamışlar. Kilerin, dolapların anahtar destesi genç karınıza teslim edilince, kuşağına bağlamış, ölene dek taşımış. Yalnız kalbinizin anahtarı sık sık tutukluk yapmış olmalı, son dönem o kara çalı adam, Çerkov gelip size maymuncukla yüklenerek, kapılarınızı kendinden yana açınca, belindeki anahtar tomarında kalbinizin anahtarı olmayan Sofya’ya hüzün kalmış. Kontes Sofya, fotoğrafçı üstelik, çekip banyo ettiği sekiz yüz fotonun negatifleri hala korunuyor. Büyük İaznaya Poliana kitaplığı eşinizin emekleriyle, özeniyle kataloglanmış ve düzenlenmiş. Sayısı giderek art an yapıtlarınızı kopya etmek yanında çok sayıda hizmetkarın ve çiftlik işçisinin çalışmaları, bütün ailenin biçki dikişi de onun üstünde. Sizin ünlü iş gömleklerinizin yanında pantolon, pardösü, takkelerinizi de dikiyor. Hesapları tutan, hastaya bakan, çocuklarınızı yetiştiren, gelen gidenin derdini çözen, çaya gelip yatıya kalan, yetinmeyip haftalarca kalan konuklarınızla ilgilenen de o… Sizin ona olan büyük aşkınız, onun size tutkunluğu, aile kurumunu kutsal sayıp kenetlenmeniz ilk günler örnek bir aşk tablosu çizse de, çabuk külleniyor ve yüzünüz sirke satmaya başlıyor.. Siz aralandıkça o size daha çok bağlanıyor. Kırsala alışmak kentli bir kız için zor olsa da, o kararlı; ‘bir uğraşı bulmak güç olmasa da ufak işlerden zevk almak gerek; tavuk yetiştirmek, piyanoyla oyalanmak, saçma kitaplar okumak ve salatalık turşusu kurmak.’ diyor, yeni gelin Sofia. Ah zavallı kontes. İnsanın herşeye alışacağını biliyor, zamanla neşeli, cıvıl cıvıl bir ev halkı olacak, o zaman yaşamak ciddi ve dolu, çocukları sevinç kaynağı olacak… O öyle sanadursun… Sizin ya yaşlı yahut mutsuz olduğunuzu da düşünmeden edemiyor. Peki siz onun 'binlerce dünya düşlerken, kendi dar yaşam alanını sevmek zorunda olduğunu’ anlıyor muydunuz? Kocalar anlamaz, anladığını da anlamazlıktan gelir, haklısınız… Hele romancı bir koca, hiç…

El iyisi ev ağısı dedikleri hal, bu mudur kontum? Şimdi tutup kahramanlarınıza yahut okurlarınıza ve mujiklerinize sorsak, bizi yalancı çıkarırlar… On üç, tam on üç çocuk doğuruyor kontes Sofya, bunların yedisinin ölümünü görüyor. Tutkuyla sevdiği çocukların ölümü kontu yıkıyor. Bir yandan siz bir yandan ölümler, elbirliğiyle budayıp indiriyorsunuz. Size karşı da yüzü soğuk düşecektir artık… Kuru çiçeklerinizi özenle saklıyor, yanağını okşamanız ona yetiyor. Evlendikten altı yıl sonra karınıza demişsiniz ki , ‘aramızda aşk yok, ama, birbirimize öyle alıştık ki, artık vazgeçemeyiz.’ Sizi ateşli, coşkulu, kıskanarak seven, üstelik sizden hayli küçük aşık bir kadına söylediğiniz lafa bakın kont, yakıştı mı şimdi? Aşkolsun.

Doğururken, yoğururken, pişirirken, dikerken beni unutur gider, diye düşünmüş olmalısınız, hiç yakıştıramadım … Siz, çalışma odanızın demirbaşı meşin kaplı divanın üstünde doğmuşsunuz , çocuklarınız da o divanüstünde dünyaya gelmiş. Oğlunuz Sergey’e Ağustos’un 27'sinde sancılanmış Sofiya, sizin doğum gününüz28’iymiş…İlk çocuğunuz sizle aynı gün doğsun diye, ‘canım n’olur gece yarısına kadar dişini sık’ demişsiniz, küçük karınız da sözünüzü dinleyip dişini sıkmış ve ‘doğucam’ diye tutturan bebeği, dün ya kapısında bekletmiş. O olmuş işte, hep dişini sıkmış karınız, hep sıkmış dişini… Bir gazeteye yolladığınız ilk hikayelerden Rüya’yı geri çevirirlerken size, ‘ilk edebiyat denemesi olarak fena değil, ama, asıl sorun üslupta değil, içerikte, bu yüzden ne yazık ki bu hikaye yayınlanamayacak’ demiş ya hani editör , bu yanıtı evlilik hikayenize de uyaramak mümkün. Sorun üslupta değil, içerikte ve sanıyorum Kontum siz evliliğin üslubunda da, içeriğinde de çuvalladınız. Pek şık düşmedi kelime biliyorum, ama, ne çare, uygunu bu… Düzenli olarak günce tutuyorsunuz, her ikiniz de… Ama derdiniz ne sevgili Tolstoy, niye birbirinizin güncesini okuyorsunuz? Evlilik denen marifet zaten yeterince karmaşık, siz de zor bir adamsınız, karınızın kırgınlık ve tasalarını dağıtacağınıza, tutup karşılıklı günce okuyorsunuz, siz de bi tuhafsınız sahiden… Kutsanası bi tuhaflık olsa da bu, çünkü siz on üç çocuğun yanında Harp ve Sulh’un, Anna Karenina’nın, Kröyçer Sonat’ın, Kazaklar ve daha nicesinin de yaratıcısısınız… Bekarlık güncenizi buruk, çetin, ayrıntılı, anlayıp dayanması zor hayatı o küçücük kızın eline verip de niye okuttunuz efendim?… Yaralanır elbet kızcağız. Bütün gece almış sizi bir tasa. .’ Okuduktan sonra ya cayarsa?’, diye ödünüz kopmuş. Ama, sabahleyin kucaklaşıp, sevinçten ağlıyorsunuz…Bu, sonradan karınızın anasını ağlatmanıza engel olmamış elbet... Karınız Almanca ve Fransızca'yı iyi biliyor, müzisyen de. Aynı zamanda iyi bir daktilograf ve fotokopi makinası, redaktör ve düzeltmen, ayrıca terzi, yanı sıra doğurgan, hemen her yıl gebe kalıyor sağlıkla doğ urup iyi bakıyor, on üç doğum ve dokuz doğurtan bir koca… Çiftliklere, konaklara, malikanelere, hısım akrabaya, köylülere ve koskocaman size yetişiyor, her şeyle başa çıkabiliyor. Siz Savaş ve Barış’ı yazarken karınız çiftliklerinizi, yığınla çalışanı ve onca çocuğu çekip çeviriyor, bunu yaparken her kitabınızı birkaç kez kopya ederken, aralıksız gebe kalıyor. Ve siz 1866 tarihli mektubunuzda arkadaşınız Fet’e alayla şöyle yazıyorsunuz; ’Karımı sevmeniz hoşuma gitti, ben onu yazmakta olduğum romanımdan daha az seviyorum, yine de biliyoruz ki karımdır’… Aferin size kont hazretleri, çalımlı erkek yazar…Al lafı, koy rafa… Karınız da kızkardeşine yazarken diyor ki, ‘ben ya çocukları emziriyorum, ya sütten kesiyorum, ya bebek yıkıyor ya reçel, turşu, pestil yapıyorum. Kocamın kitaplarını kopya etmekten güzel sanatlarla uğraşmaya ya da okumaya ancak birkaç dakika zor ayırıyorum, o da ancak yağmur yağdığında…’ Anılarını yazan tüm aile fertlerinin ve ikinizin söylediklerine bakılırsa, aranızda uyuşmazlık falan yok, ilk yıllarda uyumunuz olağanüstü. Peki sonradan ne oldu da çekiş hikayeniz, küslükler, kıskançlıklar hala anlatılır, konu edilir, habire sinemaya uyarlanır oldu? Siz o kadar bizimlesiniz ki üstadım… Bir bunu anlatabileceğimi sanmıyorum, bir de ardınızdan, ailenizin içine düşmek zorunda kaldığı zor günleri…Rusya’nın ve edebiyat insanlarının başına gelenleri de anlatabilmek zor…Siz gittiniz, dünyayı sildiniz, kalanlar her gün yeniden yazıp yaşaı… Orada işçilerin, köylülerin aileye sahip çıkışları, her yer yakılırken gece gündüz sizinkileri korudukları, sizin ektiğiniz iyilik tohumlarının çimlenmesi, bence…Yeni rejimde sürülen yahut kendi giden edebiyat kişileri, ille de Stalin döneminde biçilen yetenekler size malum olsa gerek.

Sizin hala dünyamızı, kitaplarınızla, kahramanlarınızla onurlandırdığınıza gelince, benim ufaklık sizin yaşadığınızı sanıyormuş meğer, ilkokul ikideyken kendi. ‘‘Lev Tolstoy denen adamın yeni kitabı çıkmışsa, onu al bana’ demişti, son okuduğu Erik Çekirdekleri kitabınızdı. ’Kızım Lev Tolstoy öleli çok oldu’ deyince ağlamaklı olmuştu, ‘Sahi mi, hiç duymadım, çok üzüldüm’ dedi ve ben bir daha anladım, yazının ölümsüzlüğü, güzel hikayelerin kendilerini kahraman yapan yazarlarını nasıl esirgeyip, hatırlatıp, koruduklarını… Kontes, onun aşkına inanmadığınızı söyleyince, pek şaşmış… Meğer, hep yanında olacağınızı, aşkın karşılıklı sürgit olduğunu sanıyormuş . ‘Düşlerini seven kadın’ diyor eşiniz, kendisi için. Ne güzel işte, daha ne istiyorsunuz? Sizi seviyor, coşkulu yaşamayı, çocuklarını , sizi ve sizle gelen tüm angaryaları… Eee bu kadar sevmek cezasız kalmaz, kontes bir bunu bilmiyor, yahut bilmek istemiyor…

Kadınlar bunu hiç bilemedi zaten, sevmenin, kalbiyle, elleriyle, sesiyle, rahmiyle dünyayı tekraren yaratıp, esirgemesinin cezasız kalmayacağını bilemediler… 1875 Alfabe, Anna Karenina ve müzikle geçiyor. Günde üç saat piyano çalıyorsunuz kontum, çok hoşsunuz, kontluk ve kocalık ediyorsunuz, muhteşem romanlar yazıyor, bir yandan da uçsuz bucaksız topraklara hükmediyorsunuz, çizme dikiyor, at biniyor, karınızla dört el piyano çalıyorsunuz…Yalnız aşkta yaya kalıyorsunuz, demek dilinde, yani kaleminde olanın, elinde olmuyor.

İlk yıllarda iyi aşık, iyi ve yumuşak huylu baba, adil bir kontsunuz. Ruhsal açıdan köylülerinizle yakınlaşmak amacıyla Ortodoksluğa heves ettiğinizde mi ilk çatlak beliriyor ne dersiniz? İncil'in ilkelerinden uzaklaşıldığını kanıtlama çabanıza karınız hoş bakmıyor ama engelleyemiyor da. Ona göre siz kendiniz bile kendinize söz geçiremiyorsunuz zaten. Bunlar olup biterken karınız kendini esir gibi hissediyor, sizin haberiniz yok. O ‘Erkeklerin rahatını huzurunu sağlayıp sinirlerini yatıştırmamız gerek, ancak bu şekilde onlar hayata ve aile yaşamına katılabilirler, sürekli tahrik edersek kendi huzurumuzu da yitiririz”, dese de… Kadınları üçe ayırdığınız doğru mu kont?

’Üç tür kadın vardır, aile kadını, tapınağın kadını yani düşünen kadın, ahlak düşkünü kadın.’ Kadınların erkekleri kaça ayırdığını düşünmemiş olamazsınız… Salon erkeği, yatılacak erkek, kalkılacak erkek, geçindirecek erkek, çalım edilecek, aşna fişna edilecek, ondan çocuk yapılacak, yalnız yan yana olunacak… Belki bunu düşündüğünüz, tahmin ettiğiniz için dehşet içindeydiniz. Ormanınızın ağaçlarını satın alan tüccarın kahyası, gözetlendiğinden habersiz, derede yıkanmakta olan karınıza laf atınca adamın sırtında baston kırmışsınız. Keşke kendi kimliğinizde döşekte, heveste ve aşkta kendi buna dirense bile şiddetten yana olan erkeğin hikayesini daha çok anlatsaymışsınız. Siz değişmekte olan dünya görüşünüze koşut, ailenin masraflarını kısmanın iyi olacağını savunurken ve bir yandan da kitaplarınızın telif hakkını aileniz yerine, o kara çalıya bedelsiz vermekten yanayken , Kontes Sofya yığınla çocuğun yetişmesini, çarkın nasıl döneceğini düşünüyor, siz daha ulvi ve edebi işlerle, ilgileniyorsunuz. O da Dostoyevski’nin karısıyla görüşüp, tüm yapıtlarınızı yayınlamaya girişiyor, külliyatınızın beşinci baskısına. Ama bu yatırım için parası yok, kendi annesinden borç alıp, evin bir bölümü yayınevi haline getiriliyor, avludaki hangara da perakende satılacak kitaplar istifleniyor. Elbet canınız sıkılıyor. ’Lev Tolstoy’un Eserlerinin Yayınevi’ tabelası önünden her geçişte burun kıvırıyorsunuz. Aklınızda türlü çözüm yolları var, ilki, zor kullanmak. Servetinizi asıl sahiplerine yani çalışanlara (!) dağıtmak, ikincisi ailenizden uzaklaşmak. Üçüncüsü yumuşaklıkla kötülüğe karşı savaşmak. İlahi Kont… Ömürsünüz… 1885’te ‘Paris yahut Amerika’ya gideceğim, senden boşanacağım, çünkü bu atın çekemeyeceği kadar yük yükledin arabaya sen,’ diyerek karınızın karşısına dikiliyorsunuz. O sizden cevval çıkıp, bavulunu hazırlamaya başlıyor, gidecek... Bütün çocukları peşine takılıyor. Sıkıysa çekip gitsin… Siz de yalvarıp durmuşsunuz bir yandan zaten… Bütün bu hengamenin içine Çertkov çalısı ne zaman girdi, neden girdi? Ne arıyor? Kahretsin! Mikrop! Evinize her Allahın günü damlıyor, neyse işte, an geliyor karınız onun eve girişini yasaklıyor. Bu, 28 Ekim’de evinizi terk etmenizi engellemiyor elbet, aynı gün karınız kendini göle atıyor, kurtarıyorlar. Sofia’nın ana babası mutlu bir çift, ama, ona kalırsa annesi eşini kendine bağlamayı bilemese de, babası karısını sevmeyi bildiği için… Karınıza namuslu, sevecen, iyi eş iyi ana olmayı öğretmiş olsalar da, karınıza göre bunlar boş sözler. Sevmemek, kurnaz ve cin gibi akıllı olup bunu göstermemek ve kötü yönlerini gizlemeyi bilmek gerek, ona kalırsa.Bu yargının peşinden, insanın her çocukta kendini biraz daha harcadığı yargısı geliyor, yazık ki geç geliyor, birçok çocuktan sonra…

Dönen bir makineye benzetir kendini ve ‘sus’ der, ‘sus Sofya’. Kadınlar susunca mı olur geçim? Haydi canım siz de… Herşey işinize geldiği gibi… Keşke daha çok haykırsaydın Sofya… Derken güncenizde şu tümceye rastlıyor; ’Aşk diye bir şey yoktur, sadece cinsellik gereksinimi ve anlayışlı bir kadına ihtiyaç vardır’. Bu açıklamayı 29 yıl önce okusaydı karınız, sizle asla evlenmeyecekti haberiniz olsun, öyle yazmış… Oysa o aşka aşık. Öylesine aşık ki, aşkın insanın her şeyinde, işinde, yaşantısında, başkalarıyla olan ilişkilerinde, yapıtında etkisi olacağını söylüyor. Öyle bir neşe ve enerjidir ki aşk, salt aşığın değil, yanındakilerin de özendiricisi olur. Ah aziz kontes, çok haklısınız ve çok yalnız, çevrenizi saran o yorucu kalabalığa ve kocanıza rağmen… Herşeyinin olduğunu söylüyor, siz de biliyorsunuz bunu, ‘provaları okumak size meyve almak, ailenin dikişlerini dikmek, ne pişirileceğini söylemek, işleri yoluna koymakta hürüm’, diyor, ‘ama, fikir sahibi olmakta, istediği şeyi ve kişiyi sevmekte keyfinin istediği ve ilgilendiği yere gitmekte müzikle uğraşmakta, sevmediği ve sizi yaralayacağına inandığı kişileri evine almak istememekte, bir işe yaramasa da bu, hürüm.’

Filozof Richet’i anımsıyor sonra, ‘madam size acıyorum, mutlu olacak kadar bile zamanınız yok’ demiş ya karınıza hani… Birlikte yaşamaya hazırlandığınızı düşünüyor karınız. Siz her işinizi kendi keyfinize göre ayarlıyor, canınız sıkılınca bırakıyorsunuz. O sizin gibi davransaydı, çocukların ve sizin haliniz ne olurdu diye soruyor kendi kendine, yanıtı gene kendi veriyor… ‘Sizin ne bunlardan ne sorulardan ve yanıtlardan haberiniz var. Kendinizle dopdolusunuz…” Kadın haklı… Sizi eve bağlayanın yaşlılık denen hastalık mı yoksa evinizden hiç çıkmayan, hep sizde kalan Çerkov mu olduğunu sıkça soruyor kendine. Biz onunla birlikte böyle düşüneduralım, siz bütün güncelerinizi Çerkov’a verip, evden çıkartıyorsunuz güncelerinizi. Niçin? Sofya bir daha haklı vallahi. Sizinle geçirdiği, ‘namusluca geçirdiğin’ diye de eklemeden edememişsiniz, 48 yıl için karınıza teşekkür ederek, çekip gidiyorsunuz… O istasyona işte… Son istasyona… Dünyamıza veda ederken siz, karınız yaklaşıyor, bağış diliyor, gönül alıcı, sevgi dolu sözler söylüyor, derin derin iç çekiyorsunuz…

Her ikinizin de son anlarındaki elleriniz hala içimi titretir…Siz üstünüzü örten çarşafa yazı yazar gibi yapmaktasınız, elinizdeki görünmez kalemle çarşaf sayfaya habire yazıyorsunuz…Eşiniz son anlarında dikiş diker gibi yapıyor, olmayan iğneyi çarşafa batırıp çıkarıyor… Dünyalar kurup dünyalar söndürensiniz, aşkı en iyi yazansınız, bir dehasınız, ama, işte, mum dibine kör yanıyor kontum… Umarım öbür tarafta aydınlık içindesinizdir… Ve umarım hiç değilse öbür dünyada kontes karınızla huzur içinde… Bizi soracak olursanız, sizin son kitabınızı merak eden, çok yıllar önce öldüğünüzü öğrenince pek üzülen küçük kızım şimdi sizi Rusça aslından okuyor…Bu arada dünyamızda kontlar, aşıklar, kıskançlıklar,, dırdırlar, vefa ve vefasızlıklar, kitaplar ve yayıncılık, ayrılıklar hasretler, devrimler, sistemler, savaşlar açısından değişen bir şey yok. İnsanlık hala acı çekiyor, umduğunuz olmadı, emekçiler ve sıradan insanlar dünya gemisinin dibinde…Hala okunuyorsunuz, her çağın insanını kendine hayran eden sayılı yaza rdan biri olduğunuzu zaten biliyordunuz, şimdi çok uzaklardan izliyor olmalısınız...

Teknikte ilerledik, savaşlarla geriledik, çoğunluk ekmeği bulamasa da uzayda fink atıyoruz, ama, aşk konusunda hala sınıfta kalıyoruz…

Saygıdeğer kontum (Sofya da sizden öyle sözettiğinden böyle söylüyorum) sizin kültürde ölmüşe ne denir bilmesem de, bizim usülden nur içinde yatınız diyorum, ruhunuz dert ve eza görmesin, dünyanın savaşlarla sınanan yerlerini, hallerini de görmesin. Hele çocuklara, kadınlara reva görülenleri, hiç…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder