Ayşe Kilimci
Kaynak: http://serbestiyet.com/
Sizin hala dünyamızı, kitaplarınızla, kahramanlarınızla
onurlandırdığınıza gelince, benim ufaklık sizin yaşadığınızı sanıyormuş meğer,
ilkokul ikideyken kendi. ‘‘Lev Tolstoy denen adamın yeni kitabı çıkmışsa, onu
al bana’ demişti, son okuduğu Erik Çekirdekleri kitabınızdı. ’Kızım Lev Tolstoy
öleli çok oldu’ deyince ağlamaklı olmuştu,
Sevgili
Tolstoy,
Hem
sahiden kont, hem Rus ve dünya edebiyatının kontu, bütün zamanların filozofu…
Nasılsınız?
Ölü
birine nasılsınız denir mi? Bence denir. Zaten ölü olduğunuzun farkında
olduğunuzu sanmıyorum, sahici dünyada nurlar içinde olduğunuzu umuyorum.
Farklı
bir enerji kanalından yazıp, öte yakayı bize anlatsanız ne muhteşem olurdu.
1862
yılı 23 Eylül’ünde Moskova Saray Kilisesinde Sofya Bers’le evlendiniz, siz 35’i
geçmişken karınız 18’inde henüz, bu güzel, akıllı kıza aşıksınız.
‘Kendi
yolunuza ağacak, eğitebileceğiniz bir kız olsun’ diye soylu sınıftan
seçmemişsiniz. Hoş, o da Çar’ın doktorunun kızı, eğitimli, piyano çalan, siz
karatta bir erkeğe yeteceğini düşünen, aşık üstelik Daha ilk dakikada eşinizi
kendinize göre akord etmeyi düşünmeniz tuhaf doğrusu …Büyük adamların
tuhaflıkları da tuhaf…
Soylu
olmadığı, akıllı, genç ve güzel olduğu, size aşık ve hiç değilse başlangıçta
dik başlı olmadığı için onu seçtiğinize kıvançlısınız. Nişanlılığı kısa kesip
hemen evlenip, bir posta arabasına atlayıp aile ocağınıza götürmüşsünüz onu.
Kapı önünde ekmek, tuz sunmuşlar size, gelenekleriniz uyarınca ve mucizeli bir
ikonla kutsamışlar. Kilerin, dolapların anahtar destesi genç karınıza teslim
edilince, kuşağına bağlamış, ölene dek taşımış. Yalnız kalbinizin anahtarı sık
sık tutukluk yapmış olmalı, son dönem o kara çalı adam, Çerkov gelip size
maymuncukla yüklenerek, kapılarınızı kendinden yana açınca, belindeki anahtar
tomarında kalbinizin anahtarı olmayan Sofya’ya hüzün kalmış. Kontes Sofya,
fotoğrafçı üstelik, çekip banyo ettiği sekiz yüz fotonun negatifleri hala
korunuyor. Büyük İaznaya Poliana kitaplığı eşinizin emekleriyle, özeniyle
kataloglanmış ve düzenlenmiş. Sayısı giderek art an yapıtlarınızı kopya etmek
yanında çok sayıda hizmetkarın ve çiftlik işçisinin çalışmaları, bütün ailenin
biçki dikişi de onun üstünde. Sizin ünlü iş gömleklerinizin yanında pantolon,
pardösü, takkelerinizi de dikiyor. Hesapları tutan, hastaya bakan,
çocuklarınızı yetiştiren, gelen gidenin derdini çözen, çaya gelip yatıya kalan,
yetinmeyip haftalarca kalan konuklarınızla ilgilenen de o… Sizin ona olan büyük
aşkınız, onun size tutkunluğu, aile kurumunu kutsal sayıp kenetlenmeniz ilk
günler örnek bir aşk tablosu çizse de, çabuk külleniyor ve yüzünüz sirke
satmaya başlıyor.. Siz aralandıkça o size daha çok bağlanıyor. Kırsala alışmak
kentli bir kız için zor olsa da, o kararlı; ‘bir uğraşı bulmak güç olmasa da
ufak işlerden zevk almak gerek; tavuk yetiştirmek, piyanoyla oyalanmak, saçma
kitaplar okumak ve salatalık turşusu kurmak.’ diyor, yeni gelin Sofia. Ah
zavallı kontes. İnsanın herşeye alışacağını biliyor, zamanla neşeli, cıvıl
cıvıl bir ev halkı olacak, o zaman yaşamak ciddi ve dolu, çocukları sevinç
kaynağı olacak… O öyle sanadursun… Sizin ya yaşlı yahut mutsuz olduğunuzu da
düşünmeden edemiyor. Peki siz onun 'binlerce dünya düşlerken, kendi dar yaşam
alanını sevmek zorunda olduğunu’ anlıyor muydunuz? Kocalar anlamaz, anladığını
da anlamazlıktan gelir, haklısınız… Hele romancı bir koca, hiç…
El
iyisi ev ağısı dedikleri hal, bu mudur kontum? Şimdi tutup kahramanlarınıza
yahut okurlarınıza ve mujiklerinize sorsak, bizi yalancı çıkarırlar… On üç, tam
on üç çocuk doğuruyor kontes Sofya, bunların yedisinin ölümünü görüyor.
Tutkuyla sevdiği çocukların ölümü kontu yıkıyor. Bir yandan siz bir yandan
ölümler, elbirliğiyle budayıp indiriyorsunuz. Size karşı da yüzü soğuk
düşecektir artık… Kuru çiçeklerinizi özenle saklıyor, yanağını okşamanız ona
yetiyor. Evlendikten altı yıl sonra karınıza demişsiniz ki , ‘aramızda aşk yok,
ama, birbirimize öyle alıştık ki, artık vazgeçemeyiz.’ Sizi ateşli, coşkulu,
kıskanarak seven, üstelik sizden hayli küçük aşık bir kadına söylediğiniz lafa
bakın kont, yakıştı mı şimdi? Aşkolsun.
Doğururken,
yoğururken, pişirirken, dikerken beni unutur gider, diye düşünmüş olmalısınız,
hiç yakıştıramadım … Siz, çalışma odanızın demirbaşı meşin kaplı divanın
üstünde doğmuşsunuz , çocuklarınız da o divanüstünde dünyaya gelmiş. Oğlunuz
Sergey’e Ağustos’un 27'sinde sancılanmış Sofiya, sizin doğum
gününüz28’iymiş…İlk çocuğunuz sizle aynı gün doğsun diye, ‘canım n’olur gece
yarısına kadar dişini sık’ demişsiniz, küçük karınız da sözünüzü dinleyip
dişini sıkmış ve ‘doğucam’ diye tutturan bebeği, dün ya kapısında bekletmiş. O
olmuş işte, hep dişini sıkmış karınız, hep sıkmış dişini… Bir gazeteye
yolladığınız ilk hikayelerden Rüya’yı geri çevirirlerken size, ‘ilk edebiyat
denemesi olarak fena değil, ama, asıl sorun üslupta değil, içerikte, bu yüzden
ne yazık ki bu hikaye yayınlanamayacak’ demiş ya hani editör , bu yanıtı
evlilik hikayenize de uyaramak mümkün. Sorun üslupta değil, içerikte ve
sanıyorum Kontum siz evliliğin üslubunda da, içeriğinde de çuvalladınız. Pek
şık düşmedi kelime biliyorum, ama, ne çare, uygunu bu… Düzenli olarak günce
tutuyorsunuz, her ikiniz de… Ama derdiniz ne sevgili Tolstoy, niye birbirinizin
güncesini okuyorsunuz? Evlilik denen marifet zaten yeterince karmaşık, siz de
zor bir adamsınız, karınızın kırgınlık ve tasalarını dağıtacağınıza, tutup
karşılıklı günce okuyorsunuz, siz de bi tuhafsınız sahiden… Kutsanası bi
tuhaflık olsa da bu, çünkü siz on üç çocuğun yanında Harp ve Sulh’un, Anna
Karenina’nın, Kröyçer Sonat’ın, Kazaklar ve daha nicesinin de yaratıcısısınız…
Bekarlık güncenizi buruk, çetin, ayrıntılı, anlayıp dayanması zor hayatı o
küçücük kızın eline verip de niye okuttunuz efendim?… Yaralanır elbet kızcağız.
Bütün gece almış sizi bir tasa. .’ Okuduktan sonra ya cayarsa?’, diye ödünüz
kopmuş. Ama, sabahleyin kucaklaşıp, sevinçten ağlıyorsunuz…Bu, sonradan
karınızın anasını ağlatmanıza engel olmamış elbet... Karınız Almanca ve
Fransızca'yı iyi biliyor, müzisyen de. Aynı zamanda iyi bir daktilograf ve
fotokopi makinası, redaktör ve düzeltmen, ayrıca terzi, yanı sıra doğurgan,
hemen her yıl gebe kalıyor sağlıkla doğ urup iyi bakıyor, on üç doğum ve dokuz
doğurtan bir koca… Çiftliklere, konaklara, malikanelere, hısım akrabaya, köylülere
ve koskocaman size yetişiyor, her şeyle başa çıkabiliyor. Siz Savaş ve Barış’ı
yazarken karınız çiftliklerinizi, yığınla çalışanı ve onca çocuğu çekip
çeviriyor, bunu yaparken her kitabınızı birkaç kez kopya ederken, aralıksız
gebe kalıyor. Ve siz 1866 tarihli mektubunuzda arkadaşınız Fet’e alayla şöyle
yazıyorsunuz; ’Karımı sevmeniz hoşuma gitti, ben onu yazmakta olduğum
romanımdan daha az seviyorum, yine de biliyoruz ki karımdır’… Aferin size kont
hazretleri, çalımlı erkek yazar…Al lafı, koy rafa… Karınız da kızkardeşine
yazarken diyor ki, ‘ben ya çocukları emziriyorum, ya sütten kesiyorum, ya bebek
yıkıyor ya reçel, turşu, pestil yapıyorum. Kocamın kitaplarını kopya etmekten
güzel sanatlarla uğraşmaya ya da okumaya ancak birkaç dakika zor ayırıyorum, o da
ancak yağmur yağdığında…’ Anılarını yazan tüm aile fertlerinin ve ikinizin
söylediklerine bakılırsa, aranızda uyuşmazlık falan yok, ilk yıllarda uyumunuz
olağanüstü. Peki sonradan ne oldu da çekiş hikayeniz, küslükler, kıskançlıklar
hala anlatılır, konu edilir, habire sinemaya uyarlanır oldu? Siz o kadar
bizimlesiniz ki üstadım… Bir bunu anlatabileceğimi sanmıyorum, bir de
ardınızdan, ailenizin içine düşmek zorunda kaldığı zor günleri…Rusya’nın ve
edebiyat insanlarının başına gelenleri de anlatabilmek zor…Siz gittiniz,
dünyayı sildiniz, kalanlar her gün yeniden yazıp yaşaı… Orada işçilerin,
köylülerin aileye sahip çıkışları, her yer yakılırken gece gündüz sizinkileri
korudukları, sizin ektiğiniz iyilik tohumlarının çimlenmesi, bence…Yeni rejimde
sürülen yahut kendi giden edebiyat kişileri, ille de Stalin döneminde biçilen
yetenekler size malum olsa gerek.
Sizin
hala dünyamızı, kitaplarınızla, kahramanlarınızla onurlandırdığınıza gelince,
benim ufaklık sizin yaşadığınızı sanıyormuş meğer, ilkokul ikideyken kendi.
‘‘Lev Tolstoy denen adamın yeni kitabı çıkmışsa, onu al bana’ demişti, son
okuduğu Erik Çekirdekleri kitabınızdı. ’Kızım Lev Tolstoy öleli çok oldu’
deyince ağlamaklı olmuştu, ‘Sahi mi, hiç duymadım, çok üzüldüm’ dedi ve ben bir
daha anladım, yazının ölümsüzlüğü, güzel hikayelerin kendilerini kahraman yapan
yazarlarını nasıl esirgeyip, hatırlatıp, koruduklarını… Kontes, onun aşkına
inanmadığınızı söyleyince, pek şaşmış… Meğer, hep yanında olacağınızı, aşkın
karşılıklı sürgit olduğunu sanıyormuş . ‘Düşlerini seven kadın’ diyor eşiniz,
kendisi için. Ne güzel işte, daha ne istiyorsunuz? Sizi seviyor, coşkulu
yaşamayı, çocuklarını , sizi ve sizle gelen tüm angaryaları… Eee bu kadar
sevmek cezasız kalmaz, kontes bir bunu bilmiyor, yahut bilmek istemiyor…
Kadınlar
bunu hiç bilemedi zaten, sevmenin, kalbiyle, elleriyle, sesiyle, rahmiyle
dünyayı tekraren yaratıp, esirgemesinin cezasız kalmayacağını bilemediler… 1875
Alfabe, Anna Karenina ve müzikle geçiyor. Günde üç saat piyano çalıyorsunuz
kontum, çok hoşsunuz, kontluk ve kocalık ediyorsunuz, muhteşem romanlar
yazıyor, bir yandan da uçsuz bucaksız topraklara hükmediyorsunuz, çizme
dikiyor, at biniyor, karınızla dört el piyano çalıyorsunuz…Yalnız aşkta yaya
kalıyorsunuz, demek dilinde, yani kaleminde olanın, elinde olmuyor.
İlk
yıllarda iyi aşık, iyi ve yumuşak huylu baba, adil bir kontsunuz. Ruhsal açıdan
köylülerinizle yakınlaşmak amacıyla Ortodoksluğa heves ettiğinizde mi ilk
çatlak beliriyor ne dersiniz? İncil'in ilkelerinden uzaklaşıldığını kanıtlama
çabanıza karınız hoş bakmıyor ama engelleyemiyor da. Ona göre siz kendiniz bile
kendinize söz geçiremiyorsunuz zaten. Bunlar olup biterken karınız kendini esir
gibi hissediyor, sizin haberiniz yok. O ‘Erkeklerin rahatını huzurunu sağlayıp
sinirlerini yatıştırmamız gerek, ancak bu şekilde onlar hayata ve aile yaşamına
katılabilirler, sürekli tahrik edersek kendi huzurumuzu da yitiririz”, dese de…
Kadınları üçe ayırdığınız doğru mu kont?
’Üç
tür kadın vardır, aile kadını, tapınağın kadını yani düşünen kadın, ahlak
düşkünü kadın.’ Kadınların erkekleri kaça ayırdığını düşünmemiş olamazsınız…
Salon erkeği, yatılacak erkek, kalkılacak erkek, geçindirecek erkek, çalım
edilecek, aşna fişna edilecek, ondan çocuk yapılacak, yalnız yan yana olunacak…
Belki bunu düşündüğünüz, tahmin ettiğiniz için dehşet içindeydiniz. Ormanınızın
ağaçlarını satın alan tüccarın kahyası, gözetlendiğinden habersiz, derede
yıkanmakta olan karınıza laf atınca adamın sırtında baston kırmışsınız. Keşke
kendi kimliğinizde döşekte, heveste ve aşkta kendi buna dirense bile şiddetten
yana olan erkeğin hikayesini daha çok anlatsaymışsınız. Siz değişmekte olan
dünya görüşünüze koşut, ailenin masraflarını kısmanın iyi olacağını savunurken
ve bir yandan da kitaplarınızın telif hakkını aileniz yerine, o kara çalıya
bedelsiz vermekten yanayken , Kontes Sofya yığınla çocuğun yetişmesini, çarkın
nasıl döneceğini düşünüyor, siz daha ulvi ve edebi işlerle, ilgileniyorsunuz. O
da Dostoyevski’nin karısıyla görüşüp, tüm yapıtlarınızı yayınlamaya girişiyor,
külliyatınızın beşinci baskısına. Ama bu yatırım için parası yok, kendi
annesinden borç alıp, evin bir bölümü yayınevi haline getiriliyor, avludaki
hangara da perakende satılacak kitaplar istifleniyor. Elbet canınız sıkılıyor.
’Lev Tolstoy’un Eserlerinin Yayınevi’ tabelası önünden her geçişte burun
kıvırıyorsunuz. Aklınızda türlü çözüm yolları var, ilki, zor kullanmak.
Servetinizi asıl sahiplerine yani çalışanlara (!) dağıtmak, ikincisi ailenizden
uzaklaşmak. Üçüncüsü yumuşaklıkla kötülüğe karşı savaşmak. İlahi Kont…
Ömürsünüz… 1885’te ‘Paris yahut Amerika’ya gideceğim, senden boşanacağım, çünkü
bu atın çekemeyeceği kadar yük yükledin arabaya sen,’ diyerek karınızın
karşısına dikiliyorsunuz. O sizden cevval çıkıp, bavulunu hazırlamaya başlıyor,
gidecek... Bütün çocukları peşine takılıyor. Sıkıysa çekip gitsin… Siz de
yalvarıp durmuşsunuz bir yandan zaten… Bütün bu hengamenin içine Çertkov çalısı
ne zaman girdi, neden girdi? Ne arıyor? Kahretsin! Mikrop! Evinize her Allahın
günü damlıyor, neyse işte, an geliyor karınız onun eve girişini yasaklıyor. Bu,
28 Ekim’de evinizi terk etmenizi engellemiyor elbet, aynı gün karınız kendini
göle atıyor, kurtarıyorlar. Sofia’nın ana babası mutlu bir çift, ama, ona
kalırsa annesi eşini kendine bağlamayı bilemese de, babası karısını sevmeyi
bildiği için… Karınıza namuslu, sevecen, iyi eş iyi ana olmayı öğretmiş olsalar
da, karınıza göre bunlar boş sözler. Sevmemek, kurnaz ve cin gibi akıllı olup
bunu göstermemek ve kötü yönlerini gizlemeyi bilmek gerek, ona kalırsa.Bu
yargının peşinden, insanın her çocukta kendini biraz daha harcadığı yargısı
geliyor, yazık ki geç geliyor, birçok çocuktan sonra…
Dönen
bir makineye benzetir kendini ve ‘sus’ der, ‘sus Sofya’. Kadınlar susunca mı
olur geçim? Haydi canım siz de… Herşey işinize geldiği gibi… Keşke daha çok
haykırsaydın Sofya… Derken güncenizde şu tümceye rastlıyor; ’Aşk diye bir şey
yoktur, sadece cinsellik gereksinimi ve anlayışlı bir kadına ihtiyaç vardır’.
Bu açıklamayı 29 yıl önce okusaydı karınız, sizle asla evlenmeyecekti haberiniz
olsun, öyle yazmış… Oysa o aşka aşık. Öylesine aşık ki, aşkın insanın her
şeyinde, işinde, yaşantısında, başkalarıyla olan ilişkilerinde, yapıtında
etkisi olacağını söylüyor. Öyle bir neşe ve enerjidir ki aşk, salt aşığın
değil, yanındakilerin de özendiricisi olur. Ah aziz kontes, çok haklısınız ve
çok yalnız, çevrenizi saran o yorucu kalabalığa ve kocanıza rağmen… Herşeyinin
olduğunu söylüyor, siz de biliyorsunuz bunu, ‘provaları okumak size meyve
almak, ailenin dikişlerini dikmek, ne pişirileceğini söylemek, işleri yoluna
koymakta hürüm’, diyor, ‘ama, fikir sahibi olmakta, istediği şeyi ve kişiyi
sevmekte keyfinin istediği ve ilgilendiği yere gitmekte müzikle uğraşmakta,
sevmediği ve sizi yaralayacağına inandığı kişileri evine almak istememekte, bir
işe yaramasa da bu, hürüm.’
Filozof
Richet’i anımsıyor sonra, ‘madam size acıyorum, mutlu olacak kadar bile
zamanınız yok’ demiş ya karınıza hani… Birlikte yaşamaya hazırlandığınızı
düşünüyor karınız. Siz her işinizi kendi keyfinize göre ayarlıyor, canınız
sıkılınca bırakıyorsunuz. O sizin gibi davransaydı, çocukların ve sizin haliniz
ne olurdu diye soruyor kendi kendine, yanıtı gene kendi veriyor… ‘Sizin ne
bunlardan ne sorulardan ve yanıtlardan haberiniz var. Kendinizle dopdolusunuz…”
Kadın haklı… Sizi eve bağlayanın yaşlılık denen hastalık mı yoksa evinizden hiç
çıkmayan, hep sizde kalan Çerkov mu olduğunu sıkça soruyor kendine. Biz onunla
birlikte böyle düşüneduralım, siz bütün güncelerinizi Çerkov’a verip, evden
çıkartıyorsunuz güncelerinizi. Niçin? Sofya bir daha haklı vallahi. Sizinle
geçirdiği, ‘namusluca geçirdiğin’ diye de eklemeden edememişsiniz, 48 yıl için
karınıza teşekkür ederek, çekip gidiyorsunuz… O istasyona işte… Son istasyona…
Dünyamıza veda ederken siz, karınız yaklaşıyor, bağış diliyor, gönül alıcı,
sevgi dolu sözler söylüyor, derin derin iç çekiyorsunuz…
Her
ikinizin de son anlarındaki elleriniz hala içimi titretir…Siz üstünüzü örten
çarşafa yazı yazar gibi yapmaktasınız, elinizdeki görünmez kalemle çarşaf
sayfaya habire yazıyorsunuz…Eşiniz son anlarında dikiş diker gibi yapıyor,
olmayan iğneyi çarşafa batırıp çıkarıyor… Dünyalar kurup dünyalar
söndürensiniz, aşkı en iyi yazansınız, bir dehasınız, ama, işte, mum dibine kör
yanıyor kontum… Umarım öbür tarafta aydınlık içindesinizdir… Ve umarım hiç
değilse öbür dünyada kontes karınızla huzur içinde… Bizi soracak olursanız,
sizin son kitabınızı merak eden, çok yıllar önce öldüğünüzü öğrenince pek
üzülen küçük kızım şimdi sizi Rusça aslından okuyor…Bu arada dünyamızda
kontlar, aşıklar, kıskançlıklar,, dırdırlar, vefa ve vefasızlıklar, kitaplar ve
yayıncılık, ayrılıklar hasretler, devrimler, sistemler, savaşlar açısından
değişen bir şey yok. İnsanlık hala acı çekiyor, umduğunuz olmadı, emekçiler ve
sıradan insanlar dünya gemisinin dibinde…Hala okunuyorsunuz, her çağın insanını
kendine hayran eden sayılı yaza rdan biri olduğunuzu zaten biliyordunuz, şimdi
çok uzaklardan izliyor olmalısınız...
Teknikte
ilerledik, savaşlarla geriledik, çoğunluk ekmeği bulamasa da uzayda fink
atıyoruz, ama, aşk konusunda hala sınıfta kalıyoruz…
Saygıdeğer
kontum (Sofya da sizden öyle sözettiğinden böyle söylüyorum) sizin kültürde
ölmüşe ne denir bilmesem de, bizim usülden nur içinde yatınız diyorum, ruhunuz
dert ve eza görmesin, dünyanın savaşlarla sınanan yerlerini, hallerini de
görmesin. Hele çocuklara, kadınlara reva görülenleri, hiç…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder