“Yazın güneşin rengini açtığı saçlarının
altın sarısı uçlarını hatırlatan
küçük avuntular, küçük mutluluklar için.”
İsmail Sancak
http://www.notosoloji.com/
Kıyıları betondan çirkin binalarla çevrelenmiş bu şehirde, insan saldırısından kendini korumuş yahut güç bela ayakta kalabilmiş merhamet kırıntılarından nasiplenen güdük ağaçlardan yayılan keskin çiçek kokularının mayıs ortalarından itibaren bir ay boyunca boğazın iki yakasında hüküm sürdüğünü daha önce fark etmemiş miydim? Koşuşturmacadan uzak geçirdiğim ilkyazların ikincisinde bu kokulu takvimin varlığına büsbütün emin oldum. Biteviye devam etmekte olan gürültünün ortasında aslında yalnızlığı ve kıpırtısızlığı lanetleyen bu ağaçlardan nefret etmemek için sebepler aramaya başladım. Sokaklara dalıp, birbirinden görünmez duvarlarla ayrılan hayatların içerisinden geçerken, bir alışverişmerkezinin mermer soğukluğunu, bir sinemanın mayhoş sakinliğini içime çekerken, etkileşememe halindeki insanların içinde bir ilkyaz daha, kendimden biraz daha azalarak, şehrin ve insanların içinde tenha kalarak, yazmak istedim.
Modern ötesi zamanların hemen bütün büyükşehirlerde âdeta bir kent mobilyası işlevi yüklediği evsizlerin, trafik ışıklarını mekân tutmuş çaresiz gençlerin, yağlı saçlarının, belki de hiç yıkanmamış elbiselerinin, ebeveynlerden miras kaybedilmişlik reflekslerinin, kirli suratlarında temiz gülümsemelerini bir an da olsa yakalayabileceğiniz kız çocuklarının arasından geçerek yine aynılaşmış dünyanın birbirine benzeyen mekânlarından birinde oturduğumuzda, öğrenilmiş saygıdan, bencil dertlerin yörüngesinden hiç uzlaşamayacak yaşama biçimlerimizi kör topal savunmaya çalışırken kendimize yabancılaştığımızı müstehzi bir kırılganlıkla izliyordum. Sözün buharlaştığını bilmek; orda olmak ya da olmamak, hani sevdiğini yüceltmenin zorunluluğunu ayrımsadığında tiksinti duymamaya çalışmak, belki çok uzak diyarlardan Lev Nikolayeviç ve Sophia Andreevna’yı birden masanın tam ortasında bu doğaçlama tiyatroyu izlerken görmek gibi… Evet, cümleleri birbirinden uzaklaştıracak kadar karmaşık ama samimiyetsiz değil.
Kalabalıklar içindeyken beynin bir köşesinde uzun yolculuklara çıkma alışkanlığını ne zaman kazandığımı hatırlamıyorum. İşte burada, Boğaz’ın en eski limanlarından birinde yeni tanıdığım insanlarla günlük uyumsuzluklarımız üzerine konuşurken (bir gün sonra bir sinema salonunda hikâyesiyle karşılaşacağım büyük yazarı düşünüyordum) birden kendimi Moskova’nın yüz mil kadar güneyinde Yasnaya Polyana çiftliğinde buldum. Soğukta, belli belirsiz kış manzaralarını, her cümlesinde mutsuzlukları ses tonlarına yansıyan yaşlı Rus kadınlarını hatırlıyorum yolculuktan… İki yanı ağaçlarla çevrili uzun bir yoldan (yolun sol yanında donmuş bir göl, sağ tarafta sonsuza uzanan ağaçlar) iki katlı ahşap eve geldiğimizde yüzyıl önceki haliyle korunmuş, sanki hala orda yaşıyormuş gibi, güneyden gelen misafirlerini karşılamıştı Tolstoy.
Evin az ışık alan küçük odaları, “mutsuz ailelerin her akşam farklılaşan hikâyelerini” saklayan büyük salon, bu içi içine sığmaz adamın sesiyle yankılanıyordu, duyabiliyordum. Şöyle kurgulamıştım, hayatının son otuz yılını sahip olduklarından rahatsızlık duyarak geçiren yazar, üstelik her şeye meydan okuyarak, toplumu kendi çıkarları doğrultusunda örgütleyen kiliseye, köylüyü kendi küçük dünyasında hapsetmeye kararlı çarlık idaresine, seçkinci edebiyat çevresine, otoriteye büsbütün otoriteye karşı dimdik ayakta duran Lev Nikolayeviç Tolstoy, karısının muhalefeti karşısında da aynı kararlılıkla direniyordu. Perdedeki film o günleri anlatıyordu: Yaşlı yazar, çıkarcı hayranları ile düşünceli karısı arasında kalmış, biraz çaresiz, kendi doktrinini bile ciddiye almaktan uzak bir neşeli ihtiyardı. Gerçekten öyle miydi?
Yoksa Batılılaşma serüveninin sonunda kendi dinamikleriyle yeni değerler arasında sıkışmış bir toplum içinde o da birçok düşünür gibi yeni çıkış yolları ararken, kolaya kaçmadan, kendi hayatının meşruiyetini mi sorguluyordu. Bütün bu çelişkiler adam gibi durma çabasının kaçınılmaz sonucu muydu? Bunlara yüzyıl sonra kesin yanıtlar bulmak mümkün değil. Ama ben evinin yaşanmışlık hali içinde dolaşırken ve şimdi burada yaklaşık bin mil güneyde bambaşka bir coğrafyada bu yaşlı adamın düşüncelerini tartıp anlamaya çalışırken, bu büyük kavganın sonunda her şeyini geride bırakıp dönüşü olmayan bir yolculuğa çıktığı ana geri dönüyorum. Ki bazıları güneye doğru yürüyüşün son durağının İstanbul olduğunu söylüyor, bu da rivayetlerden biri belki de doğrudur. Büyük dedesinin Osmanlı’nın ilk Rusya büyükelçisi olduğunu düşündüğümüzde bu şehirle ilgili hiç yazıya dökmediği hayalleri olmalı. İşte bu yolculuğa başlamadan şunları karalamış olduğunu düşünüyorum:
“Ruhumda bir ağırlık var, bu son yolculuk yorgun kalbim… Kimlerin ülkesinden geçmedi ki sular… Kahramanlarım da benim gibi yorgundular…Nikolay, Vronski, Anna, Kattuşa ve Murat ve diğerleri şimdi nerdeler? Benle birlikte hep bir yere varmak için acı çektiler, sevindiler, kavga ettiler..Şimdi burada ayrılıyoruz, kelimelerden öğrendiğim nedir diye son kez soruyorum kendime, ta çocukluktan geliyor o kılıç gibi sözler : “Hayat bir eğlence değil yorucu, ağır bir iştir.” Bu ağırlığın altında ve kılıcın keskin yüzünde yürüyerek geldim buraya kadar. Bundan sonra ne var şüphesiz ki o: Ey huzur!”
Bu bitmez huzur arayışı değil midir, sonunda gelip içinden çıkılmaz mutsuzluklara hapsolan… Mekân sakin, hafta içi tenhalığı… Herkesin bir öyküsü var, bir beklediği. Çocuklarının uzağında çocuklarının kokusuyla konuşan kadın, akşam bir sevda yanılgısının ateşinde yanmayı sabırsızlıkla bekleyen bir diğeri. Huzur evet, yalıtılmış hayatların pencerelerinden görünen yegâne rüya. Birkaç satır daha, bir yudum çay daha, bir sigara, bir sigara, üst üste kaçıncı.. Hiç görmediğim bir gülüşün haritasını çizmekle meşgulüm aslında. Dolaşımda kaybolmuş güzelliklerin farkında bir gülüş bu, o yüzden imgelere sığdırılması güç. “Dünyanın bizi hapsetmek istediği bütün adaletsizliklerin ortasında sığınabileceğimiz tek şey var,” demişti Tolstoy: “Aşk.”
Sana sığınıyorum, kaç zamandır, küçükşehirlerde, terk edilmiş kiliselerde, gece karanlık denize bakan penceremde, yaşlı yazarın son günlerinde. Aslında sona doğru yürüyen başlanmamış öykülerin hayali satırları gibi gerçeklikten kopuk bir rüya âleminde.
Lev Tolstoy, uyku mahmuru yorgun atlar arabanın tekerlerini ağır aksak buzlanmış yolda sürüklerken son kez baktı bir sıra uzanmış ağaçların arasında gittikçe uzaklaşan evine. Yasnaya Polyana’dan son ayrılışıydı bu, geri dönmeyeceğini, dönemeyeceğini biliyordu.
Daha yolculuğun ilk duraklarından birinde Astapovo istasyonu yakınlarında rahatsızlandı. Son günlerini bu istasyonda, çevresinden biriken meraklı kalabalıklara hiç aldırmadan hasta yatağında kendiyle hesaplaşarak geçirdi. Her yolculukta olduğu gibi sona yaklaşıldığında, belki de Hacı Murad’ın son anlarını hatırlayarak, küçük bir sembolün hep aradığı huzurun karşılığı olmasını umdu: “Hayalinden geçen bütün bu hatıralar onda hiçbir duygu uyandırmıyordu.. Ne acıma ne hiddet ne herhangi bir arzu.. Hepsi, başlayacak ve başlamakta olanlara karşı öyle küçük, öyle önemsizdi ki.. Silah seslerinden ürkerek bir ara susan bülbüller yeniden şakımaya başladı, biri pek yakındaydı, ardından fidanlığın diğer ucundakiler de ona katıldı.. Sürülmüş tarlanın ortasındaki çiğnenmiş devedikeni bana ölümü hatırlattı..“ Kahramanlarının çoğunun huzurla hatırladığı ölüm, gelip onu bulduğunda geride milyonlarca kelimeyle ifade edilmiş; huzursuz ama şairane, kavgacı ama dürüst, şikayetçi ama çalışkan bir hayat bıraktı.. Bütün hayatı boyunca olduğu gibi bu dünyayı terk ederken de sadece kendi bildiği yoldan yürüdü.
Şimdi sakince denize bakıyorum, yaşanmış bütün hayatların ardından. Bütün kuşatılmışlıkları reddederken sığınılacak bir gerçeklik olmadığını bilmenin ağırlığını nasıl da taşıyor üstünde. Kadın olduğu için mi? Kim bilir? Evet, onu düşünüyorum. Alışılmış mevsimlerin dışında hani tanımsız soğukların iticiliğini taşıyan o mart gününde Tolstoy’un evinde dolaşan ben, henüz onu hiç tanımamışken bile, yüz yıl önceki bir hayatın içindeymiş gibi hisseden ben, yüz yıl sonra bin mil kadar güneyde, denizsiz bir şehirde yaşayan “sevgilinin” korunaklı çekingenliğini, mütereddit bakışlarına hapsolmuş hikayeleri, öncesi sonrası modernizmin tarihi olan gözlerini düşünüyorum; aşktan başka bir yol bilmeden yürümeye devam etmeli diyor olanca sakinliğiyle deniz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder