Levent ÖZÇELİK
Habertürk
Havası mı, tarihi mi, insanları mı, ihtişamlı yapıları mı yoksa bir su kenti olması mıdır St. Petersburg’u dünyanın en güzel şehirlerinden biri yapan?
Sebep her neyse ne, ama St. Petersburg’u görmek, her dünya vatandaşı için bir şans.
Kanallarda sayısız köprü var
Benim için St. Petersburg’u özel kılan, bir su şehri olması. Her sokağın sonunda, her köşe başında, her geniş meydanın arkasında karşınıza su çıkıyor. Finlandiya Körfezi’ne dökülen Neva Nehri’nin üzerinde 42 ada üzerine kurulan şehirde en etkileyici olan, iki yakayı birbirine bağlayan sayısız köprü. Bana kalırsa St. Petersburg’un sırlarına ermenin en iyi yolu, köprüleri kullanarak kanallar arasında gezmek, bu sırada sokak müzisyenleri tarafından verilen müzik ziyafetinin tadını çıkarmak, nehirde tekne turu yapmak. Uzaktan köprülerin görünüşleri mi, köprülerin üzerinden gördüğünüz St. Petersburg manzarası mı; hangisinin daha etkileyici olduğuna karar veremiyorum.
Kentin atardamarı
Prospekt Nevski Bulvarı, eskiden olduğu gibi bugün de kentin atardamarı; en canlı, en kalabalık merkezi. Yeşil-beyaz cephesiyle ilk bakışta dikkati çeken Straganov’un Sarayı, iğne atsanız yere düşmeyecek kadar kalabalık Gostiny Dvor mağazasının galerileri, Sadovaya Sokağı’nın köşesinden başlayan alt geçitte karaborsacılarla kimsesiz çocuklar ve solda az ötede Kazan Kilisesi’nin isli sütunlarıyla kentin en albenili yapılarından Alexandra Tiyatrosu... Şık kahvelerin, döviz bürolarının, bankaların, kumar salonlarının, lokantaların, her türlü malın satıldığı büyük mağazaların ve sinemaların karşılıklı sıralandığı cadde, Neva’ya doğru kentin güneyini neredeyse tam ortadan ikiye bölüyor. Prospekt Nevski, dört kilometre uzunluğunda. Altın kaplama sivri kulesi, eski Yunan tapınaklarını andıran beyaz sütunların çevresine dizilmiş heykelleri ve göğü delen okuyla kentin simgesi sayılan Amirallik Binası’ndan at heykelleriyle süslü Aniçkov Köprüsü’ne dek eski kentin, oradan Nevski Manastırı’na kadar da yeni kentin mimari özelliklerini taşıyor.
Dostoyevski tanıttı
Bazı şehirleri tanımanın en iyi yolu tabana kuvvet yürümektir. St. Petersburg da onlardan biri. Günlerinizin neredeyse tümünü yürüyerek geçirebilirsiniz. St. Nicolas Katedrali, Şarkılar Köprüsü, Özgürlük Köprüsü, Öpücükler Köprüsü, Hermitage Müzesi aynı güne sığabilecek duraklar. Ve elbette görülecek daha çok yer var. Öyleyse yavaş yavaş şehri tanımaya devam... Okur-yazar bir Türk için St. Petersburg, klasik romanın babası Dostoyevski’nin kaleminden çıktığı gibi yaşar. Yoksulluk, izbe bir avluya bakan küçük, köhne odalar, parke taşlarda tıkırdayarak ilerleyen faytonlar, kanal kıyılarında değişen manzaralar... Dostoyevski insanı, insan öykülerini anlatır ama kenti de es geçmez. Çoğumuzun kafasındaki St. Petersburg imgesi onun eseridir. Sanki Leningrad bizim için hiç var olmamıştır, aradaki 100 yıla yakın zaman yaşanmamıştır. En nihayet kent yine St. Petersburg adına kavuştuğunda ve yasaklar bittiğinde, kafamızda canlanan imgelemle buluşmak üzere çıkarız yola. Böyle, bir önceki çağın bilgisiyle beslenmiş bugünün insanı için seçenek çok değil St. Petersburg’da. Tavsiyem, geçmişe yönelik bilgileri bir tarafa atıp yeni gerçekliği özümsemeye çalışmak.
Ve beyaz geceler...
Her yıl haziran ayında St. Petersburg’un ünlü “beyaz geceler”i başlıyor. Hava yalnızca iki saat süreyle ve çok çok az kararıyor. Dostoyevski romanı Beyaz Geceler de St. Petersburg’un dört beyaz gecesinde yaşanmış sade ve derin bir aşkı konu alıyor. Benim St. Petersburg notlarım kısaca böyle. Sizin yaşayabilecekleriniz ise kuşkusuz çok daha fazla. İşte güneş batıyor. Şehrin ışıkları yandı. Prospekt Nevski Bulvarı sabahki kalabalığından arınmış. Birazdan nehrin ve kanalların üstündeki köprüler tek tek açılacak. Bir St. Petersburg akşamında aşklar, hüzünler, anılar kendine yol bulacak.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder