Moskova

Moskova

26 Mayıs 2024 Pazar

Rusya'nın en gözde 10 müzesi


Kaynak: https://turkrus.com/

  

The Art Newspaper Rusya'nın en çok ziyaret edilen 10 müzesini sıraladı.

 

1. Petergof, Petersburg. 2023 yılında müze kompleksini 5 milyonun üstünde insan ziyaret etti.

2. Kazan Kremlini. Ziyaretçi sayısı 4,5 milyon. 

3. Aziz İsaak Katedrali, Petersburg. 3,5 milyon ziyaretçi.

4.  Tsarskoye Tselo, Petersburg.  3,5 milyon ziyaretçi.

5. Ermitaj, Petersburg. 3,2 milyon ziyaretçi. 

İlk onda yer alan diğer 5 müze ve ziyaretçi sayıları şu şekilde:

6. Rus müzesi, Petersburg. 2,9 milyon ziyaretçi;

7.Tsaritsıno, Moskova. 2,1 milyon ziyaretçi;

8. Tretyakov galerisi, Moskova, 2,1 milyon ziyaretçi;

9. Devlet tarih müzesi (Petropavlovsk), Petersburg, 2 milyon ziyaretçi;

10. Yaroslavl Tarihi Mimari ve Sanat Müzesi, 1,4 milyon ziyaretçi.

Rusya'nın en iyi üniversiteleri


Kaynak: https://turkrus.com/

 

Rus eğitim ajansı RAEX geleneksel üniversite sıralamasının bu yılki sonuçlarını açıkladı.

Business FM portalı pek çok kategoride Moskova Devlet Üniversitesi’nin yine ilk sırada yer aldığını yazıyor.

Bilişim dalında Rusya'nın en iyi üniversitesi bu yıl MFTİ oldu.

Siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler alanında en iyi üniversite ise yine Moskova Devlet Üniversitesi olarak açıklandı. Bu alanda ülkenin en iyi ikinci üniversitesi St. Petersburg Devlet Üniversitesi olurken üçüncü sırada hariciye üniversitesi MGİMO var.

Matematik, beşeri bilimler ve doğa bilimleri alanındaki bütün kategorilerde ise liderlik Moskova Devlet Üniversitesi’ne ait. 

Elektronik, Radyo teknolojisi ve iletişim sistemleri alanının birincisi MİFİ olarak açıklandı. Bu kategorize ikincilik ve üçüncülük Baumanka ile Yüksek Ekonomi Okulu (VŞE)’ye ait.  

Hafif imalat teknolojisi alanında en iyi üniversite St. Petersburg Devlet Üniversitesi oldu. 

Nükleer enerji alanında bir numaralı eğitim kurumu olarak MİFİ olarak gösteriliyor.

En iyi Tıp Fakültesi ise Petersburg'daki Seçyonovski Üniversitesi oldu.


22 Mayıs 2024 Çarşamba

"Beryozka" mağazalar zinciri

 


"Beryozka" mağazalar zinciri,  SSCB'de döviz karşılığında (yabancılara) veya sertifika karşılığında gıda ürünleri ve tüketim malları satan, markalı perakende mağazalarından oluşan bir ağdı.

Diplomatik hizmetlere yönelik “D” serisi çekleri kabul eden bir “Beryozka” ağının yanı sıra, Intourist otellerinde döviz kabul eden (hediyelik eşya, kürk, yiyecek satışı) bir mağaza ve kiosk ağı da mevcuttu.

Bu perakende zincirinin mağazaları, Moskova, Leningrad, Novosibirsk, birlik cumhuriyetlerinin başkentleri, büyük bölgesel merkezler ve bazı liman ve tatil kentlerinde; Soçi, Sevastopol, Volgograd, Yalta, Novorossiysk, Izmail, Vyborg ve Nakhodka’daydı.

Beryozka zincirinin mağazaları, sıradan vatandaşların dikkatini çekmemek için kural olarak şehirlerin merkezi caddelerinde yer almıyordu. Vitrin yoktu, sadece tabelalar vardı.

Beryozka’nın selefinin 1931-1936 yıllarında var olan "Torgsin" (Yabancılarla Ticaret Tüm Birlik Derneği) mağaza zinciri olduğu kabul ediliyor. Ancak bu ticaret ağının Beryozka'dan temel bir farkı vardı, çünkü Sovyet nüfusunun en geniş katmanlarından altın ve döviz değerli eşyaların kabul edilmesine izin veriyordu ve hatta esas olarak buna odaklanıyordu. Torgsin'in faaliyet gösterdiği yıllar boyunca nüfus, gıda ürünleri ve mallar için ödeme olarak yaklaşık 270 milyon altın rubleyi kabul etti.

Beryozka mağaza zincirinin oluşumundan önce, büyük metropol mağazaları GUM,TSUM ve Moskova'daki “özel departmanlar” yabancı işçilere hizmet veriyordu .

Örneğin, GUM'da üçüncü katta sıradan ziyaretçilere kapalı böyle bir "para birimi" bölümü bulunuyordu. Bu tür departmanlarda, yalnızca Vneshposyltorg kataloğundan ön sipariş verilen ve Vneshtorgbank aracılığıyla banka havalesi yoluyla ödenen malların ihracı gerçekleştiriliyordu. Böyle bir sistem, mal alışverişine izin vermediği için son derece elverişsiz ve esnek değildi. Örneğin, yanlış bedendeki ayakkabıları veya paltoyu değiştirmek bile mümkün değildi. Bu nedenle, Sovyetler Birliği’nde yabancı işçilere ve aile üyelerine yönelik hizmetleri iyileştirmek için,1964 yılında sertifika ticareti yapan (1977'den beri - çekler için) Beryozka mağaza sistemi oluşturuldu.

1961 yılında SSCB'de oluşturulan “sertifika” (ve 1 Ocak 1977'den itibaren “kontrol”) mağazaları “Beryozka” önce “Glavyuvelirtorg”a, ardından SSCB Dış Ticaret Bakanlığı'nın Tüm Birlikler Birliği “ Vneshposyltorg ”a aitti. .

Beryozka'larda neredeyse paralel Sovyet para birimine karşılık gelen ödeme sistemi, 1980'lerde büyük şehirlerde çeklerin Sovyet rublesi ile takası için geniş bir karaborsanın doğmasına yol açtı. Bu yasa dışı operasyona karışanlar, "para bozanlar" ve "döviz tüccarları" sıklıkla dolandırıcılığa başvurdu.  - çekleri almak (değiştirme kisvesi altında hırsızlık yapmak) veya çekleri "kırmak" (anlaşılandan daha az sayıda para aktarmak) gibi.

Ocak 1988'de SSCB Hükümeti, "ayrıcalıklarla mücadele" ve "sosyal adalet" programları (bu " Perestroyka " ve " Glasnost " süreçlerinden biriydi ) ve Beryozok kampanyaları sırasında çek ticaret sisteminin tasfiye edildiğini duyurdu. Şebeke tasfiye edildi.

1991 yılında iki dış ticaret birliği aynı anda kaldırıldı - Sovinvaluttorg ve Vneshposyltorg ve Beryozka mağazaları SSCB Dış Ekonomik İlişkiler Bakanlığı'nın (MFER) doğrudan departman kontroluna devredildi. 

1990'ların ortalarında özelleştirilen Beryozka mağaza zinciri kârsız olduğu gerekçesiyle tasfiye edildi.




17 Mayıs 2024 Cuma

Depresyon mu, Konut Krizine Çare mi: Sovyet Apartmanları


 

Poputnik’in 8. Bölümünde Stalinkaların, Hruşovkaların, Brejnevkaların hikayesi var.

Anlatıcı: Deniz Tunç Kalyoncu

Kurgu: Beyza Kara



16 Mayıs 2024 Perşembe

Moskova Yazıları | Toplumsal yaşamın kalbi Lenin Kütüphanesi'nde atarsa


Kavel Alpaslan

Kaynak: https://www.gazeteduvar.com.tr/

 

Odaların camlarından Kremlin manzarası görülüyor. En büyük ve en ünlü odalardan bir tanesinde, uzunca yolun sonunda, kitap okuyan büyük bir Lenin heykeli duruyor. Her iki yanında ise Marx ve Engels heykelleri Lenin’in arkasındaki tabloyu ortalıyor. Duvarlarda ise diğer büyük yazarların, edebiyatçıların, düşünürlerin büstleri masalarda oturanları çevreliyor.

 

Farklı bir kenti, kültürü tanımak ilk bakışta kendi kültürümüzden ve kentimizden hareketle ‘farklıların’ ayırdına varma yolculuğu gibidir. Genelde ‘egzotik’ bulduğumuz hafızamıza yer eder: “Arabalar yayalara yol veriyor”, “Salyangoz yiyorlar”, “Eve ayakkabıyla giriliyor”, “Trafik ışıkları yok”, “Erkekler selamlaşırken öpüşmüyor”… Kendimizi de bu gözlemlerle daha iyi tanırız, evrensel sandığımız bazı şeylerin belli bir coğrafyaya ait olduğunu görürüz, daha önce fark etmediğimiz detayları keşfederiz. 

Mesela bugün Fas içinde yer alan Tanca kentinden 14. yüzyılda yola çıkan gezgin İbn Battuta, ‘Anadolu’nun gördüğü en güzel memleket olduğunu, ancak insanlarının haddinden fazla esrar kullandığını’ dile getirir. Belki gerçekten de o dönem Anadolu’da esrar sık tüketilmiştir ancak buradaki ‘fazla’, Batutta’nın şahsi deneyimi ve bakış açısıyla belirlenir, bir bağlayıcılığı yoktur. Asıl mesele, her ne kadar kendisi dile getirmese de çift taraflı bir değerlendirme yapıyor oluşudur. Yani Tancalı Battuta “Anadolu’da esrar çok içiliyor” diyorsa eğer kendi kentinde ya da gördüğü yerlerde “daha az içildiği” anlamını da çıkarabiliriz.

Bizden ‘faklı’ olduğunun ayırdına vardığımız bir deneyim, bizim başka kültürlerle yakınlığımızı fark etmemizi sağlayabilir. Bunu isterseniz ‘kendi kimliğimizi oluşturmak için ihtiyacımız olan öteki imgesi’ ile de özetleyebilirsiniz.

‘Biz’ sınırı bazen kentimize, bazen bölgemize, bazense çok daha geniş bir sahaya yayılabilir. Pek çok anlamda alışık olmadığımız bir kimliğe sahip Moskova, bize ‘Akdenizli’ ya da ‘Güneyli’ olduğumuzu hissettiren bir kent. Üstelik bunu soğuk havasıyla değil, soğuk havasının şehir sokaklarında yarattığı kültürel bileşenlerle yapıyor.

Örneğin sokakların iç içe girdiği, dükkanların dışarılara taştığı, plansız, eğilip büküle şekil almış bir şehir merkezi düşünelim. Alışık olduğumuz bu haritada yolumuzu nasıl bulacağımızı biliyoruz; yemek yenecek yerler nerededir, bir şey içmek istesek ne tarafa gitmeliyiz, hangi mekan bizi içeri davet ediyor, hangi sokak tehlikeli görünüyor… İzmir’de, Atina’da, Tunus’ta, Napoli’de ya da Beyrut’ta üç aşağı beş yukarı benzer bir radarla yol alabiliriz. Ancak kuzeye doğru çıktıkça haritaya olan ihtiyacımız da artıyor. Restoranlara, kafelere, barlara kaçamak bir bakışla süzüp giremiyorsunuz çünkü bu yerler genelde yerin altında bulunuyor ve aşağıya doğru inen dik bir merdivenle ulaşılabiliyor. Sokak hizasında da pek çok yer var ancak buralarda da hayat sokağa taşmıyor. Üstelik bu ‘yer yüzündeki’ mekanların da önemli bir kısmı eski binaların dışarıdan pek de davetkar görünmeyen avluları içinde yer alıyor.

İKİ İSİMLİ KÜTÜPHANE

Masa-sandalyeden yoksun, fazlasıyla düzenli geniş yollar ve kaldırımlar bize ‘soğuk’ bir izlenim veriyor. Ancak şehri kenti ritmiyle dinleyecek olursak eğer tüm bunlar yaşamın dışarıda değil içeride devam ettiğini söylüyor. Bir önceki yazıda Moskova’nın metro istasyonları üzerinden şehrin yer altındaki güzelliğinden bahsetmiştik. Bugün de rotamızı yine bir dört duvar arasına çeviriyoruz ve eski adıyla V. I. Lenin SSCB Halk Kütüphanesi yeni adıyla Rusya Devlet Kütüphanesi’ne gidiyoruz.

Gerçek anlamda ‘yabancısı’ olduğumuz bu kentin kapalı mekanlarda atan nabzını tutabilmek için önceden sağlam bir araştırma yaparak rota çizmek dışında pek bir şansımız yok. Moskova hakkında biraz interneti kurcalarken Lenin Kütüphanesi hakkında ‘Dünyanın bilmem kaçıncı en büyük kütüphanesi, Avrupa’nınsa en büyük kütüphanesi’ gibi bir ifade görünce burayı ‘belki geçerken uğrarız’ başlığı altına aldık.

Eğer özel bir ilginiz yoksa, yeni bir kent ile tanıştığınızda onun kütüphanelerini gezmek akla gelmez. “Nasıl gelmez?” diye sitem etmeye gerek yok, sahiden neden sayılı gününüzü kütüphane seyahatiyle harcayasınız ki? Fakat kütüphane Moskova’nın merkezinde olunca uğramak iyice kolaylaşıyor ve fazla bir beklenti içine girmeden yola koyuluyoruz. Hâlâ Lenin Kütüphanesi ismini taşıyan metro istasyonunda indikten sonra kütüphane ihtişamlı siyah sütunlarıyla karşımıza çıkıyor. Tıpkı metro istasyonunda olduğu gibi giriş kapısındaki sütunların üzerinde de Lenin’in ismine rastlıyoruz.

Rusya’da neredeyse her kapalı mekanda bulunan ‘vestiyer’ bölümüne eşyalarımızı bırakırken buradaki kalabalık gözümüze çarpıyor. Kütüphanenin kafesi de aynı şekilde hareketli. Daha sonra kısa bir kayıt işlemi yaptırdıktan sonra içeriye giriyoruz. Tam da bu sırada onlarca odası olan devasa bir yere geldiğimizi fark ediyoruz. Geçmişi 1862’ye kadar uzanan bu kütüphanede 47 milyon kitap, belge ve çeşitli diğer eser bulunuyor. Yıllık 800 binden fazla kişi tarafından kullanılıyor. Fakat yine asıl etkileyici olan rakamlar değil; bu bilmem kaç yüz bin kişinin demografik aralığı ya da ‘nasıl/ne amaçla’ kullandığı da bir o kadar önemli.

BİR SOSYAL YAŞAM MEKANI

Kütüphaneye kim gider? Elbette herkesten çok öğrenciler, araştırmacılar gider ancak bu grubun dışında pek de kimse gidip tek başına bir şeyler okumak, arşivden bir şeyler karıştırmak için şuncacık boş zamanını kütüphanede harcamaz. Yanlış anlaşılmasın, derdimiz ilkokul öğretmeni sitemi ile “insanlarımız artık okumuyor” mesajı vermek ya da “çok cahiliz” diyerek bireysel konumumuzu herkesten yukarılara taşımak falan değil. Sadece Lenin Kütüphanesi içerisindeki sosyal yaşamın farklarını aktarmak. Çünkü burada küçüklü büyüklü odaların içerisinden geçerken dikkatimizi masalarda oturanların farklı yaş ve meslek gruplarından oluşu çekiyor.

Elbette burada da öğrenciler muhtemelen çoğunluktadır. Fakat kesinlikle bizim bildiğimiz örneklerdeki kadar ezici bir çoğunluk değil bu. Masasındaki sayfaları sararmış düzinelerce kitabı karıştıran farklı yaşlardan insanı görmek mümkün. Ya da çok ama çok yaşlı bir amcanın o günün gazetesini alıp bir masaya oturduğunu, ancak gözleri görmediği için gazeteye yapışarak harfleri takip ettiğini gözlemleyebilirsiniz. Koridorlardaki ‘sesli’ okuma ve çalışma alanlarında kısa film çeken gençler, sergi gezmeye gelen arkadaş grupları, ilgi alanlarına göre detaylıca düzenlenmiş kitaplık odalarında gezinenler… Kütüphanenin burada kesinlikle ‘sosyal’ bir anlamı var.

ODALAR, KORİDORLAR, MERDİVENLER

İçerideki sosyal hayatın canlılığı ve çeşitliliği ilk dikkatimizi çeken şey olsa da yapının ta kendisini es geçmeyelim. Her katta karşınıza onlarca dev kapı çıkıyor, kapıların odalara, odaların merdivenlere, merdivenlerin koridorlara açıldığı bu labirentte konsept olarak bambaşka yerlerin içine dalıyorsunuz. Kütüphanenin bu bölümleri bir tasarım harikası.

Çoğu çalışma/okuma odasının camlarından Kremlin manzarası görülüyor. Her bir odanınsa farklı bir konsepti var. En büyük ve en ünlü odalardan bir tanesinde, uzunca yolun sonunda, kitap okuyan büyük bir Lenin heykeli duruyor. Her iki yanında ise Marx ve Engels heykelleri Lenin’in arkasındaki tabloyu ortalıyor. Odanın tamamı ahşap kitaplıklarla ve balkonlarla çevrili. Duvarlarda ise diğer büyük yazarların, edebiyatçıların, düşünürlerin büstleri masalarda oturanları çevreliyor.

Baş döndürücü helezonik merdivenlerden geçerek bazen kendinizi odalar arasında yer alan bir uzun koridorda buluyorsunuz. Burada biz gittiğimizde Sovyet dönemi karikatürlerine dair çok hoş bir sergi vardı. Serginin ardından ‘sesli’ çalışma alanlarından geçip başka çalışma odalarına giriyoruz. Kimi odalar ‘canlı bitki’ konseptiyle tasarlanmış; her çalışma odasında farklı bitkiler yer alıyor. Kimilerindeyse merkezde yer alan bir tablo etrafında masalar şekilleniyor, odadan odaya kullanılan ahşap türleri de değişebiliyor. Hemen hemen her odada kütüphanenin ismiyle orantılı bir şekilde Lenin’in bir heykeli ya da portresi bize eşlik ediyor. En dikkat çekici odalardan biri de 1942 yılında çocuk okuma odası olarak kullanıma açılan yer. Çift katlı ahşap ağırlıklı bu oda küçük olmasına karşın kütüphanenin en güzel yerlerinden biri. Tüm bu odalarda ve hollerde kurcalayabileceğiniz pek çok kitaplık bulunuyor.

Bir mekan insanı okumaya, yazmaya, düşünmeye ne kadar teşvik edebilirse o kadar teşvik olmuş şekilde kütüphane ‘gezimizin’ sonuna geliyoruz. Güzelliğini beklenmedik yerlerde bize gösteren Moskova, bir kez daha bizi şaşırtıyor ve yolumuzu sokaklardan çok, kapalı kapıların içine doğru çevirmemiz gerektiğini söylüyor. Güneyli filtrelerimizle bu kenti gerçek anlamda tanıyamayacağımızı, Lenin Kütüphanesi’nin sürprizlerle dolu kapılarıyla öğreniyoruz. Görünüşe göre bir sonraki Moskova yazımızda şehrin farklılıklarına şaşırırken kendimize dair de bir şeyler bulmaya devam edeceğiz.

Moskova Yazıları | Bir hayalle patlatılan katedral nasıl halk havuzu oldu?



Kavel Alpaslan

Kaynak: https://www.gazeteduvar.com.tr/

 

Katedralin temelinde yaşanan yolculuğun aynı zamanda Rusya’nın ve Sovyetler Birliği’nin dönüşümüne ayak uydurduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Asıl ilginç kısmı ise aynı temeli biraz daha kazınca buluyoruz. O da tarihin her zaman doğru bir çizgide ilerlemediği. Dün yapılanın bugün yıkılabildiği, bugün yapılanınsa yarın külünden yeniden yapılabildiği.

 

Moskova Nehri’nin kıyısındaki en dikkat çekici yapılardan bir tanesi, Kurtarıcı İsa Katedrali'dir. Mimarisiyle ilk bakışta eski bir yapı gibi görünse de aslında bu Katedral, geçtiğimiz yüzyılın ilk yarısında yıkılan bir katedralin 1990’larda yapılan replikasıdır. Napolyon Savaşlarından sonra inşa edilen kilisenin evrimi hayli çarpıcı: Stalin döneminde ‘Sovyetler Sarayı’ inşası için çeşitli patlayıcılarla yerle bir edilir, ardından dev Sovyet Sarayı projesi yarıda kalır. Böylece sarayın temeli Kruşçev döneminde elden geçirilerek ‘dünyanın en büyük açık halk havuzuna’ dönüştürülür. Sovyetler Birliği yıkılmadan hemen önceyse Kilise, katedrali yeniden inşa etmek üzere Sovyet yönetiminden izin alabilir.

Gördüğünüz üzere Rusya ve Sovyetler’in tarihi bu binanın yıkılan, düşlenen, ardından tekrar yapılan temelinde bariz izler taşıyor. Dolayısıyla katedralin dönüşüm hikayesi de incelenmeyi hak ediyor.

 

YOKSULUN CEBİYLE İNŞA EDİLEN ŞAN

Napolyon’nun 1812’deki meşhur Rusya seferi, ordusunun dağılmasıyla sonuçlanır. Çar I. Aleksandr da bu zaferi taçlandırmak üzere dünyanın en büyük Ortodoks kilisesi olacak Kurtarıcı İsa Katedrali’nin inşa emrini verir.

Tabii burada ‘emrini verir’ kısmının altını çizmek lazım. Tarihin ‘mega’ projeleri her zaman o yapının inşa ‘emrini’ verenlerle anılır. Ansiklopediler ‘Kral, cumhurbaşkanı, emir, ağa, bey’ ya da ‘paşaların’ inşa kararı verdiği görkemli yapılarla doludur. Hatta kimileri biraz daha ileri gider ve fazla düşünmeden kral bilmem kimin bilmem kaçıncı yüzyılda dev bir binayı ‘inşa ettiğini’ dile getirir. Elbette o kralın eline kazma kürek alarak inşa etmediği herkesin malumu. O nedenle bu ifade masum görülebilir. Fakat yapıların mali kaynakları da kralların ceplerinden çıkmaz. Buna rağmen dev projeler tek bir kişinin eseri gibi görülür. Ne de olsa adına ‘devlet kasası’ dendiğinde, yüzbinlerce insanın emek sömürüsünün üzerine perde iner.

Kurtarıcı İsa Katedrali’nin inşası için toplanan kaynak ise, halkın ödediği zorunlu bedeli doğrudan gözler önüne serer. Napolyon güçlerinin geçilmesiyle birlikte tüm Rusya’da kutular gezdirilir ve herkesten katedral inşaatı için para toplanır. Aleksandr ‘zaferinin şanına layık büyüklükte ve gösterişte bir katedral tasarlama’ görevini önce Aleksandr Vitberg’e verir ve inşaat 1826 yılında başlar. Bu sırada koltuğa oturan yeni Çar I. Nikolay, Vitberg’in tasarımından memnun kalmaz ve Aya Sofya’nın model alındığı, Bizans mimarisinde yeni bir plan yapılmasını kararlaştırır. Viteberg ise ‘rüşvet’ suçlamasıyla Sibirya’ya gönderilir. Görevi devralan mimar Konstantin Ton, geleneksel Rus mimarisine uygun bir tasarım ile inşaatı sürdürür. Nihayet katedralin inşası 40 yıldan uzun bir sürenin ardından tamamlandığında Çaykovski, ünlü 1812 Uvertürünü yazar.

 

SOVYETLER SARAYI İÇİN YIKILIŞ

Ekim Devrimi ile birlikte yeniden başkent ilan edilen Moskova’da büyük değişimler yaşanır. İlk yazımızda Moskova’nın güney mahallelerinden söz ederek bu şehrin nasıl yeni bir dünya düzeninin başkenti olarak şekillendiğinden bahsetmiştik. Ekim Devrimi’nin getirdiği yenilikçi ruh, bir süre sonra avangarttan gerçekçi bir ‘inşa’ karakterine bürünür. Sovyet modernizmi, neoklasik mimariden esinle kendini gösterirken başkentte gösterişli yapılar yükselmeye başlar. Moskova’da Dışişleri Bakanlığı binası ya da Moskova Devlet Üniversitesi -ki 1990’a kadar Avrupa’nın en yüksek yapısı olmuştur- Stalin döneminde vücut bulan mimariye örnek olarak gösterilebilir.

Sosyalist bir ülkenin inşası 1930’larda türlü fedakarlıklarla sürerken, toplumsal dönüşüm iddiası Sovyet modernizminin çekirdeğini oluşturur. Sovyet yönetimi, Moskova’nın merkezine Sovyetler Sarayı binası inşa etme kararı aldığı yıllarda esen rüzgar böyle olunca tasarımlarda da çağın ötesinde dokunuşlar göze çarpar. Devrimci bir toplum inşasına paralel bir şekilde 1931 yılında inşaatın Kurtarıcı İsa Katedrali’nin olduğu yerde yapılması uygun bulunur. Yeniden tasarlanan kentin en stratejik noktalarından biri, katedralin bulunduğu yerdir ancak hiç şüphe yok ki yıkım kararı sadece şehir plancılığı ilkelerinden hareketle alınmamıştır. Bolşeviklerin nazarında katedral çarlık düzeninin zorbalığını temsil etmektedir. Dolayısıyla Stalin yönetiminin Katedrali havaya uçurma planı aynı zamanda karanlık geçmişle bir hesaplaşma demektir. Böylece 1931 yazında Kurtarıcı İsa Katedrali, onu yapan ellerce havaya uçurulur.

Sovyetler Sarayı tasarımı için yapılan yarışmaya dünya çapında pek çok ünlü mimar katılır, ancak sonuç olarak galip gelen proje Ukraynalı Boris Iofan’ınkidir. Genç mimar, katedralin dinamitlenmesini şu sözlerle açıklayacaktır: “Devasa ve hantaldı. Eski Moskova lordlarının gücünü ve zevkini sembolize eden bir keki ya da bir çay semaverini andırıyordu.”

İşçi ve Çiftçi Kadın Heykeli’nde (1937) de imzası bulunan Iofan’ın projesi dev bir kubbe üzerinde yükselen toplam 147 katlı, silindirik bir kuleyi merkeze alır. Kulenin en tepesinde ise eşi benzeri olmayan büyüklükte bir Lenin heykeli planlanır. Bugün bakıldığında geçmişten çok geleceğe aitmiş hissi veren yapının temeli 1937 yılında inşa edilmeye başlanır.

Nehir kenarında olunması dolayısıyla temel inşaatı türlü zorluklarla devam eder. Her şeye rağmen 1939 yılında temel tamamlanır. Fakat Sovyetler Sarayı’nın sonu Nazilerin elinden olur. Nazi Almanyası’nın 1941 yılında Barbarossa Harekatı ile Sovyetler Birliği’ne saldırmasıyla birlikte inşaat sadece durdurulmaz, aynı zamanda yapının iskeletinde kullanılan demirler tren yollarına ya da tank fabrikalarına gönderilir.

Moskova savaştan muzaffer ayrılsa da proje ‘dondurulur’. Stalin yönetimi savaş sonrasında yazının başında bahsettiğimiz Devlet Üniversitesi ya da Dışişleri Bakanlığı gibi binaların yapımına ağırlık verirken Iofan’ın getirdiği ‘alternatif tasarımları’ da geri çevirir.

 

HAVUZ VE YENİDEN İNŞA

Stalin’in ölümünden sonra proje yarım kalmış haliyle Moskova’nın merkezinde sırıtmaya devam eder. Yerine gelen Nikita Kruşçev yönetimi, Sovyetler Sarayı projesini tamamıyla rafa kaldırarak ilginç bir uygulamaya imza atar: Kent merkezindeki bu çukur 1958 yılında açık bir havuza çevrilir. Moskova Havuzu olarak bilinen bu havuz, 13 bin metrekareye yayılarak dünyadaki en büyük açık havuz olarak tarihe geçer. Halkın kullanımı için açılan havuz kış aylarında donmasın diye ısıtma sistemi kullanılır.

Böylece Moskovalılar yaz aylarında serinlemek ya da çeşitli su sporlarıyla uğraşmak üzere yıkılan katedralin ‘kullanışlı’ hale getirilmiş temeli içerisinde yüzer. Her gün ortalama 20 bin kişinin kullandığı bu dev havuz, ilk on yıl boyunca 24 milyon kişi tarafından ziyaret edilir. Halkın yoğun ilgisine karşın 1980’lerin sonlarına doğru kimi kesimlerce dillendirilen ‘havuzun kapatılması ve eski katedralin yeniden yapılması için izin’ talebi Sovyet yönetimince karşılık bulur. Sovyetler Birliği’nin yıkılmasının ardından bir süre havuz kullanıma kapandıysa da 1993 yazında geçici olarak açılır ancak 1995’te kilisenin inşası için temel atılır ve Moskova Havuzu tarihe karışır. Replika olarak inşa edilen katedral, bugün Rusya’nın en büyük kilisesidir. Ancak daha da önemlisi Ekim Devrimi öncesi mirasın yeniden keşfini harika bir şekilde yansıtır.

Daha bütünlüklü düşünecek olursak Katedralin temelinde yaşanan yolculuğun aynı zamanda Rusya’nın ve Sovyetler Birliği’nin dönüşümüne ayak uydurduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Asıl ilginç kısmı ise aynı temeli biraz daha kazınca buluyoruz. O da tarihin her zaman doğru bir çizgide ilerlemediği. Dün yapılanın bugün yıkılabildiği, bugün yapılanınsa yarın külünden yeniden yapılabildiği.

Kurtarıcı İsa Katedrali özelinde bir de işin tartışma boyutu var tabii. Kimileri yıkımı ve ardından yapılanları ‘kutsala hakaret’ olarak değerlendirebilir. Bu görüşün kendi açısından tutarlı tarafları olabilir. Fakat devrimci bir ruh ile, garibanın cebinden çıkartılarak yapılan bir binanın patlatılmasının da dayandığı bir toplumsal hissiyat vardır. Hele ki o ‘geçmişin’ üzerine dikilecek bir abide, pek çokları için bambaşka anlamlar ifade eder. Ha diyebilirsiniz ki “O zaman havuz ne alaka?” Sahiden havuz, bu tartışmada en ‘anlamsız’ hatta ‘absürt’ yerde duruyor gibi. Ama tartışmada alacağımız konumu belirlemeden önce bir kez daha düşünelim ve hatta farklı bir gruba, Moskovalı çocuklara danışalım: Şüphesiz Moskovalı bir çocuğa sorsanız tercihi ne dev bir Sovyetler Sarayı ne de bir katedral olacaktır. Yaz tatilinde elleri buruşana kadar havuzda kalacak, defalarca suya atlayacak bir çocuk için bir kilise ayini ya da idari bir binadan daha sıkıcısı var mıdır? İşte bu yüzden kim bilir, belki de en mantıklı tasarım zıpır bir çocuğun aklından geçen ‘büyük hem de çok büyük bir havuz’ fikridir. İşler sarpa sardığında, hele ki işin içinde eğlence varsa bacak kadar çocuğun fikrini almak en sağlıklısı olabilir.

Moskova Yazıları | Bir sonraki istasyon: Sosyalist gerçekçilik

 

 

Kavel Alpaslan

 

Kaynak: https://www.gazeteduvar.com.tr/

 

Böyle depresif, dejenere bir dünyada birinin ötekine benzemediği renkli, alt metni derin Moskova Metrosu tasarımları; tek desturu kâr hırsı olan günümüzün, monoton ve gri şehircilik anlayışına kılıç çekiyor. Gündelik hayatın nasıl tam içine engin bir ufkun sığabileceğini hatırlatıyor.

 

Günümüzde güzel bir kenti tescillemenin ölçütü, baş döndürücü bir fotoğraf karesidir. İstanbul, Paris ya da Venedik gibi ‘fotojenik’ kentler, pidecilerin duvarlarını süsler. Ya da bir şehrin ‘şahin tepesine’ çıkıp çektiğimiz fotoğrafları arkadaşlarımıza gösteririz ve “Bak,” deriz “ne de güzel bir şehir burası”. Oysa güzellik çoğu zaman kusursuz bir kadrajın ötesindedir.

Moskova, kesinlikle bu şehirlerden biri. Bir meydan, bir katedral, nehir kenarından çekilmiş bir saray panoraması şüphesiz bize alışıldık bir ‘güzellik’ tablosu çizer. Fakat Moskova tablosunda tüylerimizi diken diken eden güzellikler, en beklenmedik yerlerinde kendisini gösteriyor.

Kütüphaneler, metro istasyonları, mezarlıklar, yerin hep metrelerce altında bulunan lokantalar… Bunlar, popüler tatil destinasyonları lunaparkında ‘gezdiğini’ zanneden bir turist için pek de albenisi olan yerler değil. Ancak alelade bir şehrin gezi rehberine asla girmeyecek yerler, burada şehrin kalbini bize işaret ediyor: Güzelliğini gözlerden uzak muhafaza etmeyi başaran Moskova’yı anlamak için, onu kendi ritmiyle gezmemiz gerekiyor.

Rotamızın ilk durağı, metro durakları. Moskova’ya geldiğinizde bir gününüzü sadece metro duraklarını gezmeye ayırın desek yeridir. Dünyanın en büyük metro hatlarından birine sahip olan Moskova’da toplam 300 durak bulunuyor. Fakat Moskova Metrosu’nu ilginç kılan, nicel büyüklüğü ya da ‘en’leri değil; ayrıntılı tasarımı. Sovyetler Birliği’nin 1930’larda kullanıma açtığı metronun her bir durağı bambaşka bir kompozisyona sahip.

 

BİR ANIT OLARAK METRO DURAĞI

Her şey metronun ‘dışında’ başlıyor. Özellikle eski metro hatlarına, yer üzerindeki gösterişli yapılardan giriliyor. Kimisi neoklasik, kimisi konstrüktivist, kimisi gotik, kimisi klasik izler taşıyan bu girişler, Moskova Metrosunun bize sunacağı renkli maceranın sanki bir fragmanı gibi.

İçeri girer girmez alışılmışın dışında bir manzara ile karşılaşıyorsunuz. Örneğin kentin biraz dışında kalan Partizanskaya Durağı’ndaki merdivenlerin başında gösterişli bir Partizan anıtı ile burun buruna geliyorsunuz. Durağın adından da anlaşıldığı üzere burası Nazilere karşı savaşan partizanlar anısına inşa edilmiş. Kimi yolcular bu anıtın altına çiçek bıraktıktan sonra peron katına iniyorlar.

Aşağıda bir tarafta 18 yaşındayken kurşuna dizilen genç komünist Zoya Kosmodemyanskaya’nın heykeli bulunuyor. Diğer yakada ise Nazilere mihmandarlık yaparken onları tuzağa sürükleyen ve böylece canından olan 83 yaşındaki köylü Matvey Kuzmin’in heykeli bizi karşılıyor.

Sütunların üzerinde ise, orak tutan bir kadın ile çekiç tutan bir erkek figürünün arasında partizanlar selamlanıyor.

 

DEVRİMİN DÜNDEN GELECEĞE SEYRİ

Sırada belki en ünlü metro durağı olarak görebileceğimiz Ploshchad Revolyutsii yani Devrim Meydanı var. Yine görkemli sütunların içerisinden girerek merdivenlere ulaştığınız durağın girişinde önce Lenin’in mozaik portresiyle karşılaşıyoruz. Fakat asıl sürpriz peron katında. Kırmızı mermerden kemerlerin altında toplam 76 bronz heykel bulunuyor.

Merdiven inip peronun sonuna doğru yürüdüğünüzdeyse kronolojik bir anlatının içerisine giriyorsunuz. Öyle ki ismini Ekim Devrimi’nden alan bu istasyonda, devrim öncesi Rusya’sından o günün Sovyetlerine doğru bir geçiş yapıyorsunuz. Finalde ‘geleceğin Sovyetlerine’ ait figürlerle bu gotik yolculuğun sonuna geliyorsunuz. Her kemerde iki farklı figür bulunuyor. Aynı figürler sütunun diğer köşelerinde tekrar ediyor.

Kronolojiyi daha açık bir şekilde anlatmak gerekirse heykelleri sırasıyla tanıtabiliriz: İşçi ve asker devrimciler, çiftçiler ve denizciler, kadın pilot, köpekli bir keşif askeri (ki en ünlü heykel budur) ve kadın keskin nişancı, erkek ve kadın çiftçiler, erkek ve kadın öğrenciler, erkek futbolcu ve kadın atlet, mayolarını giymiş anne ve baba, çocuklar.  

 

METRO ‘ANKSİYETESİNE’ ALTERNATİF BULMA ÇABASI

Şehrin kalbinde yer alan bu metro, 1938 yılında kullanıma açılır. Mimarı ise Moskova metrosunda büyük izler bırakan Alexey Duşkin’dir. Duşkin’in mimarisindeki kilit nokta ise ‘metro anksiyetesiyle’ mücadeledir. Çünkü 1930’larde, henüz metro toplum hayatında son derece yeni bir ulaşım aracıdır. Trenlerin yer altından gidiyor oluşu da haliyle çoğu kişide insani bir ‘kaygıya’ neden olur.

Şöyle bir düşünecek olursak, toprak üstünde yaşamaya alışmış biz insanlar için yer altında olmanın ilk bakışta çekince uyandırması kadar anlaşılabilir bir şey olamaz. Hatta bırakalım 1930’ları ve çağımızı ele alalım. Örneğin, on yıllardır İstanbul’da metro olmasına karşın suyun altından giden Marmaray ilk açıldığında kimileri denizin altından gitme fikrine tedirginlikle yaklaşmıştı ve insanların alışması zaman almıştı. Başlı başına metronun toplum hayatında yeni bir şey olduğu zaman uyanacak hisleri siz düşünün!

İşte bu yüzden Duşkin’in mimariye kattığı bazı yeniliklere rastlıyoruz. 1930’larda mimarlar kemerli kolonları daha ‘ince’ göstermenin insanlardaki kaygıyı azaltacağını düşünür. Duşkin ise bu kemerli kolonların köşelerine koyduğu heykellerle aynı algının sağlanabileceğini savunur, nitekim Ploshchad Revolyutsii’de bunun örneğini verir.

 

YERALTINDAN GÖKYÜZÜNE AÇILAN PENCERELER

Duşkin’in bir diğer ünlü metro durağı tasarımı olan Mayakovskaya Durağı’nda da benzeri bir anksiyete azaltma kaygısına rastlıyoruz. Ancak bu sefer sadece biçimsel olarak değil aynı zamanda ‘içerikte’ de bir ferahlık arzusunu görüyoruz.

Öncelikle bu durak adını fütürizmin öncü isimlerinden şair ve sanatçı Vladimir Mayakovski’den alıyor. Şairin şiirlerinden dizeleri metro istasyonunun girişinde tavanda bulunuyor. Ancak Mayakovski’nin şiirlerinde kullandığı ‘çelik’ gibi imgelere de dolaylı olarak rastlamak mümkün. Burada kemerlerde paslanmaz çelik dikkatimizi çekiyor. Nitekim Moskova Metrosu’nun ‘neoklasik’ mimarisi burada yine Mayakovski’nin kendisiyle uyumlu şekilde avangart bir dokunuş kazanıyor.

Peronların arasında 33 görünür kubbeler ise bize hem Mayakovski’nin sanatını hem de ferahlık hissini düşündürüyor. Kubbenin tam orta yerinde Sovyet ressam Alexander Deineka’nın ‘Sovyet Gökyüzünde Bir Gün’ isimli mozaik eserleri yerleştirilmiş. Bu eserler Mayakovski’nin de işlediği temalardan esinlenirken aynı zamanda insana kubbenin üzerinde toprak değil de bir gökyüzü olduğu hissini veriyor.

Uçaklar, fabrikalar, paraşütler, ağaçlar, dalgıçlar, biçerdöverler, çiçekler, elektrik telleri, top oynayan çocuklar… Tüm tablolar bakanın kendini yere uzanmış hissettiği bir perspektifle işlenmiş. Dolayısıyla kubbe adeta yeryüzüne açılan bir cammış gibi hissediyorsunuz.

İşin daha da ilginci Naziler Moskova’ya yaklaştığında bu durağın en önemli sığınaklardan biri oluşudur. Şüphesiz o günlerde kubbelerin pek çoğunda yer alan uçaklar, Moskovalıların içerisine daha farklı duygular serpmiştir.

 

GELENEKSELİN YENİLİKÇİLİĞİ

Böylece yine taşıdığı isimle kazandığı konsept ile bize uyumlu oyunlar oynayan Mayakovskaya’dan ayrılıp başka duraklara durağa geçiyoruz. Yeri gelmişken söylemeden geçmeyelim: Metrolar dakikada bir geldiği için metro durağını treni beklerken incelemek her zaman mümkün olmuyor. O nedenle birkaç seferi kaçırmayı göze alarak peronları geziyoruz.

Her ne kadar her metro durağı birbirinden farklı olsa da Moskova Metrosu’nun estetiği dediğimizde herkesin aklına gelen bir ‘gelenek’ bulabiliriz. Bu da geleneksel Rus mimarisinin şiddetli bir şekilde hissedildiği bazı duraklarda karşımıza çıkıyor. Bağlamları farklı olsa da devasa avizeler, süslü kolonlar ya da parlak renkli tavanlar bize Moskova’nın toprak üzerindeki merkezinde gördüğümüz geleneksel mimariyi hatırlatıyor. Novoslobodskaya Kiyevskaya yada Komsomolskaya bu tarzdaki istasyonlara örnek olarak sayılabilir.

Ancak ‘geleneksel’ diyorsak yanlış anlaşılmasın, buradaki ‘gelenek’ metrolara ait bir gelenek değil. Kültüre ait bir gelenekselden bahsediyoruz. Kulağa paradoksal gelse de geleneğin böylesi bir şekilde metroya aktarımı ‘yenilikçi’ bile sayılabilir. Zira dünyada eşine rastlamıyoruz.

 

GÜNDELİK HAYATI SIRADIŞI KILMAK

Moskova’da gezilecek, hikayesini kazıdıkça bizi şaşırtacak daha o kadar fazla metro istasyonu var ki bir yazıya sığdırmak imkansız. Turumuzu burada sonlandıralım. Eğer yolunuz Moskova’ya düşerse, sadece rastgele metro istasyonları gezerek bir gününüzü geçirin. İnanın bu gezinizde aklınıza pek çok farklı soru gelecektir.

Örneğin neden bugün benzeri bir özgünlükten uzaktayız? Büyükşehirlerde yaşayanların gün içerisinde kamusal alanda belki en fazla içerisinde bulunduğu mekanlar metro istasyonları. Buna rağmen neden metro istasyonları sermaye tarafından sömürülen monoton yaşamlarımızın, bir o kadar kasvetli yansımaları olarak karşımıza çıkıyor? Bırakın ruhsuzluğu, hiçbir hikayesi olmayan metro istasyonlarının isim hakkı bile satılığa çıkartılabiliyor. 

İşte aradığımız ve bulduğumuz güzellik burada, yerin altında. Hem en çok bulunduğumuz hem de en umursamadığımız mekanda. Böyle bir depresif, dejenere bir dünyada birinin ötekine benzemediği renkli, alt metni derin Moskova Metrosu tasarımları; tek desturu kâr hırsı olan günümüzün, monoton ve gri şehircilik anlayışına kılıç çekiyor. Gündelik hayatın nasıl tam içine engin bir ufkun sığabileceğini hatırlatıyor.