Moskova

Moskova

22 Eylül 2019 Pazar

Komşu komşunun sözüne muhtaç! Rusçadan Türkçeye geçen 9 kelime



Mustafa Kemal Yılmaz







Türkiye’de yazılmış sözlükler, Rusçadan Türkçeye geçen kelimelerin sayısını 39 ile 54 arasında veriyor. Ödünç aldıklarımızın önemli bir bölümü Rusya’ya ait kavram ve nesneleri adlandıran kelimeler. Örneğin “votka”, “mujik”, “ruble”, “çariçe”.

Bunlara ilaveten, gerek iş, gerek ailevi sebeplerden ötürü uzun süredir Rus kültürüyle içli dışlı olanların Rusça kökenli olduğunu “zaten bildiği” bir grup kelime var. “Semaver”, “şapka”, “vişne”, “kapuska” gibi. Hatta “izbe” kelimesinin de dilimize Karadeniz’in öte yakasından sirayet ettiğini bilenlerin sayısı az olmasa gerek. 

Ancak izbenin Türkçede “harap yer” manasına gelirken, Rusçada “kütük köy evi” anlamıyla daha ferah, daha otantik çağrışımlara sahip olduğunu belirtmek gerek. Bu farklılık atalarımızın, geleneksel Slav mimarisine “geçer not” vermediği, ya da bir yerlerde Baba Yaga’nın “izbuşka”sına rastladığı şeklinde yorumlanabilir belki.

Öte yandan, dilimize Rusçadan, ya da başka bir Slav dilinden girdiğini öğrendiğimizde muhtemelen şaşıracağımız bir dizi kelime daha var. Yazımız işte bu gruptaki 9 kelimeyi ele alıyor.

Pulluk

Anglosakson dillerinden Slav dillerine “plug” şeklinde giren bu kelime, Rusça ya da Bulgarca üzerinden Türkçenin dağarcığına da katılmış. Bugün gündelik dilde kullanımı oldukça nadir olsa da, Sovyetler Birliği, dolayısıyla da Rusya tarihi açısından apayrı bir önem taşıyor. Zira İşçi-Köylü Kızıl Ordusu’nun ve Sovyetler Birliği’nin ilk sembolü “pulluk-çekiç” idi (plug i molot). Ne var ki pulluk-çekicin iktidarı kısa sürdü ve bir süre sonra yerini “serp i molot”, yani orak-çekice bıraktı. 

Vatka

1980-1990’lı yılları yaşayanların bizzat kendi gardroplarından, 2000’lerin çocuklarının ise “Luis Figo’nun ceketi”nden tanıdığı bu tekstil malzemesi de Rusçadan dilimize intikal eden kelimelerden. Anlamı “pamuk parçası” (vata -> vatka). Enteresan olansa, bizim “vatka” dediğimiz nesneyi Rusların bugün başka bir isimle anması: “podpleçnik”.

Mazot

Tarih boyunca ilginç bir yolculuk yapmış kelimelerden biri de “mazot”. Türkçede “motorin” ya da “dizel yakıtı” manasında kullanılan bu kelime Rusçadan dilimize girmiş. Ne var ki Ruslar bizim mazot dediğimiz yakıta “solyarka” diyor. Solyarka ise Rusçanın Almanca’dan ödünç aldığı bir ifade (Solaröl). Bu köşe kapmacayı daha da karmaşıklaştıran ise “mazut” kelimesinin Rusçada bugün de var olması ve “petrol rafinasyonu atığı” manasında kullanılması.

Dahası, ünlü Rus sözlükçü Uşakov “mazut”un Arapça kökenli olduğunu ve Türki diller üzerinden Rusçaya girdiğini iddia eder. Buna göre, ifadenin asıl kökeni Arapça “mahzulat” (atılmış, terk edilmiş) kelimesidir.

Çat pat

Slav dillerinden Türkçeye geçmiş en ilginç ifade hangisi diye sorulsa, cevabım tereddütsüz “çat pat” olur. Çünkü insan kırk yıl düşünse, bunun aslında Slavca bir ifade olduğu aklına gelmez. Ancak ifadenin “çatra patra” şeklinde bir versiyonu daha var ki, duyar duymaz Rusça bilenlerin kafasında bir ampul yanıverir. Zira ifadeyi “çetire pyat”, yani “dört beş” ile ilişkilendirmeleri uzun sürmez. 

Bizim bugün “üç beş” diye ifade etmeyi tercih ettiğimiz “yarım yamalaklık” olgusunu vakti zamanında belki Bulgar topraklarında, belki Kırım’da, belki de Gagauz elinde birileri “dört” ve “beş” sayılarını yan yana getirerek dillendirmeyi seçmiş. Atalarımızın da pek hoşuna gitmiş olsa gerek ki bu söylenişi özümsemekte tereddüt etmemişler.

Hamut

Türkçede daha çok “hamuduyla yutmak” deyiminden bildiğimiz bu aletin (arabaya koşulan hayvanın boynuna geçirilen ağaç veya meşin çember) adı da Rusçadan ya da bir ihtimal Sırpçadan ödünç aldığımız kelimelerden. Ana dili Türkçe olan dilbilimcilerin itirazları olsa da, başta Maks Vasmer olmak üzere Rus etimologlar bu konuda büyük ölçüde net ve argümanlarında ikna edicidir.

Mamut

Kelimenin asıl kökeni hala tartışmalı, ancak Türkçeye ve diğer dünya dillerine girişinin Rusça üzerinden olduğu kesin. Zira bugün bile en büyük mamut keşifleri Sibirya’nın Kuzey-Doğu bölgelerinde yapılmakta. İlk bulan, adını da koyar.

Koçan

Türkçeye en erken girmiş Rusça kelime “koçan” olabilir. Çünkü Anadolunun yanı sıra Çağatay Türkçesinde, hatta Tatarcada da mevcut. 

Öte yandan kelimenin “bilet koçanı” manası Rusçada bulunmuyor. Buna karşılık, Rusçadaki “Kafa değil, lahana koçanı!” (u nevo ne galava, a kaçan!) sözündeki olumsuz mana da bizde yok.

Şıllık

Rusçadan ödünç aldıklarımız arasında en ilginç olanlardan biri de hiç kuşkusuz “şıllık” kelimesi. Evliya Çelebi’nin Kırım dolaylarında gezdiği günlere ait, sıradan insan için çağın acımasızlığını da ortaya koyan şu cümlesine bakalım: 

“Şu şehre bir çapul civerüp şu şılga kızlardan ve devkelerden alup Kırımğa doyum varsak”.

Rusçaya aşina kulaklar “devke” kelimesini deşifre etmekte zorlanmayacaktır. Zira “devka” (kız) bugün de kullanılan bir kelime. “Şılga” ise Tatarcada “cariye, köle kız”, anlamına geliyor. Ancak kelimenin kökeni Rusça “sluga” ifadesi, yani hizmetkar ya da uşak.

Buna göre on yedinci yüzyıl sonunda Tatarcadan Türkçeye giren şılga kelimesi, sonraki yüzyıllarda anlam kaymasına uğrayarak bugünkü olumsuz anlamına ulaşmıştır.

Nemçe

Evliya Çelebi’nin sıkı bir takipçisi olan Ömer Seyfettin’in ve çağdaşlarının hikayeleriyle büyüyen kuşaklar “nemçe” kelimesini hatırlayacaktır. Akıncılık ve savaş temalı hikayelerde Alman, Avusturyalı manasında kullanılan bu kelime de Türkçenin Lehçeden ve Rusçadan aldıkları arasında.
 
Zira Rusların ataları da Almanlara, “dilsiz, Slav dilini bilmeyen” manasında “nemtsı” ifadesini yakıştırmıştır. Hatta Rusça konuşulan topraklarda bu kelimenin uzun süre bütün “yabancılar” için kullanıldığını belirtmekte yarar var.

12 Eylül 2019 Perşembe

"Bizim koyunlara dönelim!": Rusçada zor anlaşılan 10 ilginç deyim



  
Her dilde olduğu gibi, Rusçada da bazı deyimlerin manası "şıp diye" anlaşılırken, bazıları karşısında ne kadar kafa yorararsak yoralım işin içinden çıkmak hiç de kolay değil. İşte Russia Beyond'un derlediği 10 enteresan Rusça deyim ve atasözü.

1. Bir işte köpeği yemek. (syest sabaku v...) O konunun uzmanı olmak.

2. Burnundan tutup götürmek (vadit za nas) Kandırmak.

3. İncileri domuzların önüne atmak (brasat jemçugi pered svinyami) İncil kökenli bu deyimin manası: Kıymetli şeyleri değerini bilmeyen insanlarla paylaşmayın.

4. Kediyi torbada almak (kupit kata v meşke) Bir şeyi kalitesinden ve faydasından emin olmadan satın almak.

5. Tek okla iki tavşan vurmak (adnim vıstrelom ubit dvuf zaytsev) Bir taşla iki kuş vurmak.

6. Defne yapraklarının üstünde uyumak (paçivat na lavrah) kazanılan zafer ya da başarıdan memnun olarak mücadeleyi bırakmak.

7. Korkunun gözleri büyük olur (u straha glaza veliki) Tehlikeyi abartmaya gerek yok manasında kullanılır.

8. Kendi derisinden sıyrılıp çıkmak (iz kojı vılezat) Bir işi başarmak için olağanüstü çaba göstermek, "kıçını yırtmak".

9. Dağ gibi omuzdan düşmek (kak gara s pleç vıvalilas) Sırtından koca bir yük kalkmak.

10. Bizim koyunlara dönelim (vernyomsa k naşim baranam) Konuya dönelim, sadede gelelim.

11 Eylül 2019 Çarşamba

Bu dünyadan ne götürebiliriz?



Samih Güven






İş çıkışı adımladığım Piyatnitskaya Caddesi akşam keyfine hazırlanıyor. Tadını çıkaracaklara mükemmel bir yaz gecesi müjdeliyor şimdiden. 

Yağmurlu günlerden sonra kalabalığın coşkusu hercai menekşeler gibi patlıyor. Kimi mekanların önünde başlayan müzik performansları halka halka çekiyor kalabalığı. Neşeli konuşmalar matematiği henüz kağıda dökülmemiş gizemli bir müzik gibi gökyüzüne yükseliyor. 

Şimdilik yürümeyi tercih ediyorum ve Balçuk Caddesinin solundan Büyük Moskova Nehri Köprüsüne çıkıyorum. Kalabalığın arasına karışmadan, GUM’un arka tarafından Nikolskaya Caddesine yöneliyorum.

Nikolskaya Caddesi hep farklı geliyor nedense. Işıklı bir renk cümbüşü içindeki asılı süsler mi sebebi bilmiyorum. 

Oturup bir kahve içmeye karar veriyorum. Seçtiğim kafede dışarıdaki masalar dolu olunca içeriye, cam kenarına oturuyorum. 

Henrich Böll’ün köprüden geçenleri saymakla görevlendirilen ama sevdiği kızı istatistiklerden sakınan kahramanı geliyor aklıma. Böyle bir kalabalıkta insanları saymak anlamsız tabi. Kimi saymazdım diye bakıyorum bir an. Hangi birini deyip, vazgeçiyorum.

İçeride, hemen yanımda iki yaşlı teyze oturuyor. Tatlılarla, çaylarla masayı donatmışlar deyim yerindeyse. Bir an için göz göze geldiğimiz teyze masadaki tatlı bolluğunun dikkatimi çektiğini fark etmiş olacak ki, “Biz artık bu dünyadan ne götürebiliriz, ona bakıyoruz” deyip gülümsüyor. Öbürüyse arkadaşının bir yabancıya yaptığı bu espriden memnun olmuşa benziyor.

Gülüyoruz. Onların bu güzel halleri hoşuma gidiyor aslında. Buna rağmen hikâye arayan biri gibi “Kimse bu dünyadan bir şey götüremez, her şey burada kalıyor”, deyip fitili ateşliyorum.

Şaka mı yapıyorum yoksa bir kafa tutma hali mi benimki anlamaya çalışıyorlar önce. Gün görmüş teyzeler bunlar. Birbirlerine bakıyorlar. Ak saçları bir savaş gazisinin göğsündeki madalyalar gibi duran ya da bir yaşam anıtının gösterişli süsleri gibi göz alan teyze söze giriyor:

“Beyefendi siz gelsenize bizim masaya.”

Birbirine kur yapan gençlerin ya da yetişkinlerin masa birleştirme anlarına şahitliğim olsa da Moskova’da, şaşırıyorum duruma. Yine de tereddüt etmiyorum. Garsona işaret edip geçiyorum masalarına. Teyze sataşıyor tatlılıkla:

“Demek bu dünyadan bir şey götürülmez diyorsun? Öyle mi?”

Bir an için susuyorum ve dışarıya bakıyorum.

Teyze “Daldınız?”, diyor.

“Birden kalabalığın içinde Tolstoy’u gördüm gibi geldi de.”

“Ne? Buralarda Stalin ve Lenin'i görürsün ama Tolstoy’u görmek mümkün değildir, nereden çıkardın bunu? Onlar da turistlerin fotoğraf merakı için böyle giyinenler, biliyorsun işte.”

“Peki ama neden Tolstoy yok örneğin, o daha önemsiz biri değil ki?”, deyip tartışmayı alevlendiriyorum yine. Ama teyzenin asıl sorusu aklımda.

“İnsanlar politikayı daha çok seviyor belki, liderleri herkes bilir sonuçta. Bir de Kızıl Meydan, Kremlin olunca, onların buralarda olması daha mantıklı.” 

Diğer teyze söze giriyor bu sırada. İnce yüzlü ak saçlı teyzenin tersine o daha tombulca. Kocaman gözlükleri var bir de.

“Bu liderler sıradan kimseler değil, bir de toplumu böylesine değiştiren ve dünya tarihine etki eden kimseler.”

“Evet bu doğru”, diyorum.

Gözlüklü teyze devam ediyor.

“Yalnız turistler böyle gelmeye devam ederse, Yasnaya Polyana’da ya da Park Kulturi metro istasyonunun arka tarafındaki evinin oralarda Tolstoy’u da görebiliriz yakında.”

“Benim kastettiğim onu fiziken görmek değildi ama”, diyorum.

Ak saçlı teyze söze giriyor yine. 

“Sen benim sorumu geçiştirdin,  cevap ver önce. Bu dünyadan hiçbir şey götürülemez diyordun. Sonra Tolstoy’u gördüğünü söyledin.”

“Yani sorunuzu düşünürken Tolstoy gelmişti aklıma da o yüzden öyle dedim. Bir söz vardır, dünya malı dünyada kalır, diye. Yani hayat boştur bir bakıma. Ne götürebiliriz ki?”

“Peki Tolstoy ne diyor bu konuda, onu düşündüğüne göre!”

“Tolstoy Hz. Süleyman’ın “boştur boş” sözünü çok gündeme getiriyordu.”

“Dünyadaki her şey bu kadar anlamsız mı yani?”

“Bilmem ki, siz benden daha büyüksünüz.”

“Eh, bizim de fikirlerimiz var ama Tolstoy ne diyor sen onu söyle önce.”

“Biliyorsunuz Tolstoy hayatın anlamına dair bir şey arıyor ama sonunda bir cevap bulamıyor. Hayatın anlamı yok, hayat bir derttir diyor, daha doğrusu bu akılla kavranacak bir şey değildir, o yüzden sonunda inanç kavramını gündeme getiriyor. Yani bizim hayatın büyük dert olduğunu bilip de buna katlanmamız ve yaşamaya devam etmemiz inançla ilgili Tolstoy’a göre.”

Bu sırada büyük gözlükleri olan teyze eliyle gözlüklerini ileriye doğru iterek dikkatle bakıyor.

 “Immanuel Kant da bu tür sorulara kesin bir yanıt getirilemez diyor ya zaten. Gerçi Hegel’e göre her şey öğrenilebilir ama insan bilgisi kuşaktan kuşağa değişim gösterir, mutlak bilgi diye bir şey yoktur.”

Teyzenin bu çıkışı şaşırtıyor beni. Hatta tekinsiz bir atmosfer doğuyor neredeyse. “Nereye düştük” diyorum kendi kendime.

Bu sırada “İnanç derken kastettiğiniz ne?”, diye soruyor ak saçlı teyze.

“Yani neye inanırsan inan bence, yeter ki bizi yaşatan bir şey olsun.”

“Bizi yaşatan bu tatlılar evladım, iyi geliyor, hem bu saatten sonra kilo milo fark etmez”, deyip gülüyor, gözlüklü teyze.

Fakat ak saçlı teyze ifadesine ciddiyet yükleyip söze giriyor yeniden.

“Beyefendi siz bizim Tolstoy’u bilmediğimizi düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Tolstoy’a göre hayatın boş olduğunu düşünüp bununla baş etmeye çalışanların yöntemlerinden biri de epikürcü yoldur. Yani insan hayatın anlamsızlığını bilse de sunduğu nimetleri tatmaya ve yaşamın zevkini sürmeye devam eder. Bu dünyadan ne götürürse götürmeye çalışır bir bakıma. Yine de şurada oturup bir tatlı yedik diye bu anlayışı benimsediğimizi söylemiyoruz tabi.”

Tartışmadan galip çıktıklarını ima edercesine “Garsonu çağıralım tatlıları beyefendi ödesin”, diyor gözlüklü teyze.

Hep beraber gülüyoruz. Teyzeler beni şaşırtıyor gerçekten. Misafir olduğumun ve önemli olmasa da hesabı bana ödetmeyeceklerinin farkındayım. 

“Evet devam et delikanlı, cevabın ne olacak?” diye soruyor aklı saçlı teyze.

“Ama siz zaten her şeyi biliyorsunuz ve beni konuşturuyorsunuz gibi geldi.”

Gözlüklü teyze söze giriyor.

“Yok evladım, sen olmasan biz bunları nerede konuşacaktık, hatırlamazdık bile, ben emekli felsefe öğretmeniyim, kuzenim de edebiyat öğretmeni idi. Sayende farklı bir gün yaşıyoruz işte. Bu tatlı düşkünü yaşlılardan her şey beklenir zaten.”

Ak saçlı teyze bir kez daha ciddileşerek “peki hep Tolstoy’dan bahsettin, sen ne diyorsun bu hayat ve ölüm konusuna.”

“Bunlar büyük düşünürlerin bile zorlandığı şeyler ben ne diyebilirim ki?”

“İşte ben de onu diyorum ya, ne diyebilirsin bir dene bakalım.”

“Tolstoy dert olduğunu söylese de hayat çok güçlü bir şey ve insanların ölüm ötesine dair bir bilgisi yok henüz. Ölümlülük kabul edilemiyor. Cennet fikri bile hayata bir övgü.”

Gözlüklü teyze eliyle gözlüklerini ileri iterek, “Eh biraz öyle tabi”, diyor.

Bu sırada “Lavaboya gidip geleceğiz” diyorlar. Kadınların bu beraber lavaboya gitme durumu oldum olası ilginç gelmiştir. Fakat dönmeleri uzun sürüyor nedense. Beklerken gelip geçeni seyrediyorum yine. 18. yüzyıldaki Rus prensesleri gibi giyinmiş kızlar fotoğraf çektirmeye çalışıyor turistlerle. “Bu kalabalığın bir matematiği var mı” diye bir soru geçiyor kafamdan.

Bunu düşünürken teyzeler dönüyor ve “Sen de tatlı ye” diye ısrar ediyorlar.

“Peki, o zaman mödevik olsun”, diyorum.

“Ne oldu şimdi?”, diyor gözlüklü teyze. “Tartışma bitti mi, nereye bağladınız?”

Ak saçlı teyze “bilmem ona sor” diyor, beni işaret ederek. “Belki Tolstoy’dan bir şeyler hatırlar.”

Bakışları bana yöneliyor. 

“Bizim Nazım Hikmet diye ünlü bir şairimiz yaşadı Moskova’da. Belki de bilirsiniz. Bir şiirinde şöyle diyor, ne acayip gücümüzdür, kahramanlıktır yaşamak, öleceğimizi bilip, öleceğimizi mutlak.”

“Evet tabi ki biliyoruz Nazım’ı diyor. Ee, devam et bakalım.”

“Yani yaşam sihirli bir güç, bu doğru. Ama bu dünyadan bir şey götürmek değil de ne bırakabiliriz diye bakmalıyız. Sizin de böyle düşündüğünüzü biliyorum tabi ki. Mesela Tolstoy çalıştı, kitaplar yazdı ve bu değerli düşünceleri bıraktı. Topraklarını bağışladı. Zenginliğinden, hırslarından arındı ve fakirlerin arasında vakit geçirmeye başladı. Sevgiyi, affetmeyi öne çıkardı.”

Ak saçlı teyze, “tamam evladım, söylev moduna geçme, doğrudur söylediklerin, hem bak Tolstoy bize bakıyor camdan”, diyor.

Başta yaptığım gibi onun düşüncelerini akla getirmek gibi bir ima olduğunu düşünerek cama bakmıyorum önce. Fakat herkesin aynı anda dışarıya yöneldiğini fark ediyorum. Tolstoy orada gerçekten. En yaşlı haliyle, kocaman sakalıyla orada. Ve elinde bir yazı tutuyor:

“İnsan yalnızca şimdinin içinde özgür.”

Tolstoy öyle duruyor. Kıpırdamadan, en ciddi haliyle orada.

“Peki tamam sadece bu nasıl oldu onu söyleyin”, diyorum.

“Biraz önce lavaboya gittiğimizde bir sürpriz planladık. Çok yakında bir tiyatro var. Ve müdürü yeğenimdir, böyle bir kostüm zor değil onlar için, ayrıca hazır kostümler oluyor”, diyor ak saçlı teyze.

“Şaşırdım gerçekten.”

“Bugünkü ilginçliklere biz de katkı yapalım istedik”, deyip gülüyorlar. “Sen misin Onu gördüğünü söyleyen” dercesine.

Tolstoy’a el sallamak istiyorum ama çoktan ayrılmış olduğunu fark ediyorum. Oraya gelip gelmediğini bir soru gibi imleyen tiyatrocu zamanı kısa tutuyor belli ki. 

Teyzelerden ayrıldıktan sonra kalabalığa karışıyorum. Kafamda şimdi ve özgürlük kelimeleri bir lamba gibi yanıp sönüyor. Hegel’in sözü geliyor aklıma: “İçinde olduğun şeyi onaylıyorsa nefsin, özgürsün!”

8 Eylül 2019 Pazar

SSCB'nin 27 milyonluk kaybı...






İkinci Dünya Savaşı'nda Sovyetler Birliği 27 milyona yakın insanını kaybetti. Manzaranın gerçek ağırlığı bile ancak zamanla anlaşılabildi. Savaşın hemen ertesinde sadece 7 milyon olarak değerlendirilen insan kaybının büyüklüğü zamanla 26 milyon 600 bine kadar revize edildi.

Peki, Sovyetler Birliği bu kaybı nasıl telafi etti?

Uzmanların bu soruya cevabı basit ama acı: "Edemedi."

Muazzam kayıplar neticesinde bugün Sovyetlerin devamı olan ülkeler hala nüfus problemleriyle uğraşıyor.

Savaşın dünyadan kopardığı insanların büyük bir bölümünün 17-55 yaş arası, yani üreme çağındaki erkekler olması, Sovyetler Birliği nüfusunda kadınların ağırlıkta olmasını beraberinde getirdi. 1959 nüfus sayımında kadınların sayısı erkeklerden 18,4 milyon daha fazla çıktı. Cinsiyetler arası sayısal dengesizlik bugün Rusya, Belarus ve Ukrayna'da hala devam ediyor.

Uzmanlar bu açığın savaş sonrası dönemde Almanya'nın yaptığı gibi göçle kapatılabileceğini, ancak Sovyet politikalarının böyle bir çözüme açık olmadığını belirtiyor. Sovyetler Birliği'ne göç etmek isteyecek insanların var olup olmadığı ise bir başka mesele.

Sovyetler Birliği'nde doğum oranları 1980'lere doğru dikkate değer bir artış yakaladı. Zira savaşın hemen ertesinde Stalin kürtajı yasakladı, halbuki SSCB dünyada kürtaja resmen izin veren ilk ülkeydi. Ardından her türlü doğum kontrol ürünü toplatıldı, doğum yapan kadınlara teşvikler çıkarıldı. Bu politikalar olumlu sonuç verse de nüfusta istikrarlı bir artış sağlamak için yeterli olmadı.

2010'a gelindiğinde Rusya'da kadınların sayısı erkeklerden hala 8 milyon daha fazla idi. 2017'de ise doğum oranları bir kere daha son 10 yılın en düşük seviyesine geriledi. Doğum yapacak anneleri teşvik için harcanan tüm paralara rağmen eğilimde ters yönde bir değişim henüz ufukta görünmüyor.

3 Eylül 2019 Salı

Dostoyevski’nin ilginç fikirleri



Samih Güven






Dostoyevski belki de ilk blog yazarıydı. Yani onun devrinde bilgisayar ve internet yoktu ama kendi dergisini çıkarıyor ve abonelerine dağıtımını sağlıyordu.

Başka bir dergideki yazıları dışarıda tutulursa, 1876’dan 1881'deki ölümüne kadar çıkardığı “Bir Yazarın Günlüğü” adlı dergisinde edebi konular yanı sıra, din, ahlak, adalet, dış politika, toplumsal konular, gündelik sorunlar gibi çeşitli konulara değiniyordu. Aynı zamanda öykülerine yer veriyordu.

Rus klasik yazarlarının genelde dönemlerinin toplumsal sorunlarına hayli duyarlı olduklarını biliyoruz. Zaten aksi mümkün de değildi. Çünkü normal zamanlar sayılmazdı. Fakat Çarlık sisteminin bu son yıllarında birbirinden oldukça farklı görüşlerin rahatça dile getirilebildiği de anlaşılıyor. 


Tolstoy büyük ses getiren romanlarından sonra doğu ve batı bilgeliğini birleştirmeye, insanlık için yeni bir ahlak yolu bulmaya çalışıyordu. İnsanları kötülüklerden, hırstan, bencillikten, sömürüden kurtaracak bir arayış içerisindeydi. Evrensel ölçüde düşünüyor, bütün insanlığı gözetiyordu.

Dostoyevski’de ise daha çok Slavcı görüşler hakimdi. Günlüklerinde öne çıkan temel konular aslında Türkiye gibi ülkelerin de tarihsel olarak hep tartıştığı sorunlarla ilgiliydi. Batılılaşma düşüncesi, aydınlar ve halk arasındaki mesafe, toplumda yabancı dil kullanımının yarattığı sorunlar, kültür ve eğitim sorunları, kadınlar, ulusal bilinç gibi konular öne çıkıyordu yazılarında. Fakat örneğin Ruslara, Avrupalılara, Türklere, Yahudilere ilişkin düşüncelerini de açık bir şekilde ve tepkileri göz alarak dile getirdiği oluyordu.

Bu çerçevede oldukça kapsamlı olan günlüklerinde ilginç bulduğum bazı noktalara değinmek istiyorum.

Dostoyevski Hristiyan erdemleri ve İsa’nın yalnızca Ortodokslukta korunduğunu söylüyordu. Ortodoksluğu Rus olmanın bir unsuru gibi görüyordu bir yerde. Rus ruhunu gündeme getiriyor, ideal bir halka yanıt arıyordu. Şu ifadelere yer veriyor günlüklerinde:

“Hayır, halkımızı nasıl olduğuyla değil, nasıl olmak istediğiyle yargılayın. Ülküleri güçlü ve kutsaldır, acılar ve zorluklar döneminde onu kurtaran bu ülküleri olmuştur…”

Dostoyevski batılılaşmaya karşı bir tutum içerisindeydi. Petro reformlarını iyi karşılamıyor, aydınlarla halk arasındaki mesafeye kızıyor, bunun nedeninin batılılaşma düşüncesi olduğunu ileri sürüyordu. Aslında Dostoyevski Petro reformlarının getirdiği dinamizmin de farkındaydı kanımca. Batılaşma düşüncesini eleştirse de Avrupa’nın birleşmesi ve evrensellik kavramlarından da söz ediyordu.

Zaman zaman edebi eleştiriler ve değerlendirmelere de yer veren Dostoyevski büyük bir Puşkin sevgisine sahipti. Lomonosov ve Gogol’a da büyük önem veriyordu. Şu ifadeler var günlüklerinde:

“Bir Rus yazarı ne ondan önce ne de sonra Puşkin gibi halkıyla böylesine içten ve kardeşçe yakınlaşmamıştır…Kesin olarak söyleyebiliriz, Puşkin olmasaydı ardından gelecek usta yazarlar da olmazdı…Petro reformlarından Puşkin’e gelene kadar hiç yüzüne bakılmayan halkımıza gerçek bilinçli dönüşümüz sadece Puşkin’le başlamıştır.”

Hep merak ettiğim şeylerden biri Tolstoy ve Dostoyevski’nin birbirlerine tutumu olmuştur. Stefan Zweig “Tolstoy her şeyi itiraf etti ama Dostoyevski’ye olan tutumu itiraf etmedi” der. 

Dostoyevski ise Tolstoy’dan hep ihtiyatla bahsediyor ama onun büyüklüğünü teslim etmek zorunda kalıyor sanırım. Anna Karenina’ya uzun uzun değiniyor. Şöyle diyor sonunda:

“Edebiyatımızda böylesine güçlü düşünceleri yansıtan yapıtlarımız varsa neden zamanla kendi bilimimiz, toplumsal ve ekonomik çözümlerimiz olmasın.”

Dostoyevski’nin en ilginç yanlarından biri de savaşla ilgili görüşleri. Tabii savaşı bir toprak elde edilmesi meselesi olarak görmüyor. Şu ifadelere yer veriyor:

“Savaş çürümüşlüğün batağında tinsel acılar içinde otururken soluduğumuz o zehirli havayı temizleyecektir.”

Aslında 19. yüzyılın özellikle ikinci yarısı Rusya’da büyük sorunların yaşandığı bir dönem malum. Çarlık sisteminin çözemediği konular, özgürlük talepleri, sosyalist fikirler, ağır ekonomik koşullar, topraksız köylüler, komşularla yaşanan sorunlar damgasını vuruyor bu döneme. O yıllarda Osmanlı İmparatorluğu ve diğer komşular ile Rusya arasındaki sorunlar nedeniyle savaş konularına da fazlaca değiniyor Dostoyevski. “İstanbul bizim olmalıdır”, hatta “bizim olacak” gibi ifadeler kullanıyor. Genel olarak Türklerle ilgili de bazı görüşleri var. Ama bu tür düşüncelerine katılmak mümkün değil tabi. Bu konudaki fikirlerini o dönemin savaş ortamı psikolojisine bağlamak gerekir belki de. Ama Dostoyevski’ye şunu söylemek isteriz ki, biz Türkler yüce gönüllüyüzdür. Yazarların sanatlarını ve fikirlerini birbirinden ayırmasını biliriz. Fikirler zamanın ruhuna göre sivrileşebiliyor maalesef. Milletimizin bir ferdi olmaktan gurur duyuyoruz muhakkak. Sonuçta  bize düşen her şeye insani bakmak ve kardeşlikten yana olmak. 

Güzel eserlerini okumaya devam edeceğiz Dostoyevski’nin. Yapı Kredi Yayınlarından çıkan yaklaşık 1200 sayfalık “Bir Yazarın Günlüğü” adlı kitap ilginç bir eser gerçekten. Çevirmen Kayhan Yükseler’in emeğine sağlık.

Moskova bölgesindeki binalar dev graffitilerle sanat eserlerine dönüştü



Rusya’nın Moskova bölgesindeki çok katlı binalar göz alıcı birer sanat eserlerine dönüştü. Moskova bölgesindeki Odintsovo kentinde açık hava graffiti müzesi kapılarını açtı.


Dünyanın 26 ülkesinden 80’den fazla ünlü graffiti sanatçısı, 52 çok katlı apartman, altyapı tesisi ve okulun duvarlarını göz alıcı resimlerle renklendirdi. Jorit isimli sanatçının imza attığı efsane Rus kozmonot Yuriy Gagarin’in 65 metrelik portresi, dünyanın en büyük duvar resmi olarak dikkat çekti. Kent sokaklarına renk katan duvar resmileri, Sputnik’in videosunda.


1 Eylül 2019 Pazar

Dondurma: 350 yıllık 'tutku'



Fuad Seferov




Moskova’da hafta içinde yapılan Rus-Türk görüşmelerinde asıl gündem maddesi İdlib’di ama iki ülke liderlerinin dondurma yemesi galiba kamuoyunun ilgisini daha çok çekti.


Elbette, diğer ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de seviliyor ama dondurmayla Rusların ilişkisini ayrı bir yere koymak gerekiyor. Rusya'nın mutfak kültürü tarihine göz attığımızda, dondurmanın sofradan eksik olmadığı ortaya çıkıyor. Rus çarlarından sıradan insanlara kadar vazgeçilmez olan dondurma, Sovyet ve Rus film ve dizilerinde de kahramanların elinden düşmeyen bir yiyecek olarak karşımıza çıkıyor. Kremlin Sarayı aşçıları da Devlet Başkanı Vladimir Putin'in dondurmayı çok sevdiğini anlatıyor.

Rus tarihçilerine göre, çok eski dönemlerde bile Rus topraklarında dondurulmuş süt tüketiliyordu. Bunun nedeni aşırı soğuk ortamda Rusların sütü özel tabaklarda kolay şekilde dondurabilmesiydi. Kiev Rus devleti döneminde fuarlarda dondurulmuş sütler satmak çok yaygındı. Kimi zaman köylüler içine dondurulmuş peynir, kuru üzüm ilave ediyorlardı çünkü şeker yurt dışından getirildiği için çok nadir bulunuyordu.

Rus gazeteci Konstantin Kudryaşov'un iddiasına göre, dondurma ilk kez 17. yüzyılda Rus çar ailesinin yemek menüsünde ortaya çıktı. 1672 yılında, Türkiye’de “Deli Petro” diye bilinen Çar I. Petro'nun doğumu vesilesiyle babası Çar Aleksey Mihayloviç, gelenekler uyarınca bir bayram sofrası hazırlattı. Konuklara çeşitli yemekler, tatlılar verilirken, mutlu babanın tabağına dondurma da konuldu.

Rusya'da Avrupa usulü dondurma ise, 18. yüzyılın ortalarında ortaya çıktı ve hemen büyük bir popülerlik kazandı. Hatta Malta'nın Rusya Elçisi Graf Litta neredeyse dondurmayla karnını doyuruyordu. Ölmeden önce kendisine en lezzetli 10 dondurma porsiyonunun verilmesini istemiş ve "Bunlar cennette olmayacak" demişti.

Rus çarlarıyla aile üyelerinin hemen hemen hepsi dondurmayı çok seviyor ve
sofralarından eksik etmiyordu. Hatta dondurma hazırlaması için çoğu zaman Fransa'da ustalar getiriliyordu.


Rusya'da ilk dondurma üreten makine ancak 19. yüzyılda ortaya çıktı. Özellikle 19. yüzyılın ortalarında dondurma, seyyar satıcılarla birlikte büyük şehirlerin caddelerinde boy göstermeye başladı. 1841'de Rusya'yı dolaşan Alman Georg Johan Kohl, günlüğünde yaz mevsiminde dondurmanın St. Petersburg, Moskova ve Odessa sokaklarında satıldığını yazıyordu. 

Sovyetler Birliği'nde dondurma sanayi üretimi ise 1930'lu yıllarda başladı. Bunda Sovyet Gıda Endüstrisi Halk Komiseri (Bakan) Ermeni kökenli Anastas Mikoyan'ın önemli rolü vardı. 1934 yılında ABD'ye bir heyetle giden Mikoyan dönüşünde gıda endüstrisinin geliştirilmesine yönelik bazı gıda projeleri getirdi. Bunların arasında aralarında kremalı, sütlü, vanilya çeşitli sekiz dondurma da vardı. Aynı yıl içinde Sovyetler'de dondurma üretimi hızlandırıldı.

1936 yılında Mikoyan şöyle bir talimat yayınladı: "Dondurma, uygun fiyatlarla piyasaya sürülmeli ve kitlesel bir gıda ürünü yapılmalıdır." 

Halk Komiserine göre, bir Sovyet vatandaşının yılda en az beş kilo dondurma yemesi gerekiyordu.

4 Kasım 1937'de Moskova'da bir fabrikada Amerikan teknolojisiyle ilk Sovyet dondurması üretilerek piyasaya sürüldü. Kısa bir zamanda Sovyetler'in tüm büyük kentlerinde dondurma fabrikaları faaliyete geçti. Sovyetler dondurma üretiminde ABD'den sonra dünyanın ikinci büyük ülkesi durumuna geldi. Üstelik o dönemde dondurmanın kalitesini kontrol etmek için özel gıda komisyonları oluşturulmuştu. 

Aralık 1991'de Sovyetler'in dağılmasıyla ünlü Sovyet dondurması çağı da böylece sona erdi. Zaman zaman dondurma üretimi için malzemeler de yurt dışından getirildi, hatta Rusya'ya önemli miktarda dondurma ithal edilmeye başlandı.

Bugün ise yaşlı neslin, "O eski Sovyet dondurmalarının tadı, lezzeti artık geçmişte, anılarımızda kaldı" diye yakınmasını sık sık duymak mümkün.